Covid-19 salgını nedeniyle ertelenen 39. İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma ve Ulusal Kısa Film Yarışması'nın Sabancı Müzesi'ndeki ve çevrimiçi gösterimleri devam ediyor.
17 Temmuz'da gösterimi gerçekleşen "Körleşme", Hacı Orman'ın ilk uzun metrajlı filmi. Fatih Al, Asiye Dinçsoy, Vedat Erincin, Cüneyt Yalaz, İpek Tenolcay'ın rol aldığı film, "körleşme" olgusuna tersten bakıyor.
Üç yaşındayken görme duyusunu yitiren Sinan'ın ameliyat sonrası görmeye başlamasıyla yaşadığı uyumsuzluğu merkeze alıyor film.
"Sinan'ın körleşmesi gözleri açıldıktan sonra başlıyor" diyen yönetmen Orman, filmi "Körleşme"yi anlattı.
Film ekibi Sabancı Müzesi'ndeki gösterimde.
Nörolog Oliver Sacks'ın makalelerinden yola çıktı
Film, gözleri görmeyen birinin, görmeye başlayınca körleştiği fikri üzerinden, tersten bakıyor "körleşme" meselesine. Senaryonun fikri ilk nasıl oluştu ve nasıl gelişti? Sanırım daha önce görme engellilerle ilgili bir de dergi çıkarmışsınız...
Körlerle yakın temasım, 15 yıl kadar önce bir sanat dergisinin yayını vesilesiyle başladı. Onların dünyasını anlamak, özellikle aileleriyle ilişkilerini gözlemek için epey fırsatım olmuştu o zaman. Fakat böyle bir hikâye anlatmaya yıllar sonra İngiliz nörolog Oliver Sacks'ın makalelerini okuyunca karar verdim.
Oliver Sacks, doğuştan kör olmayan insanların tıp açısından başarılı geçen ameliyatlara rağmen görmeyi bir türlü başaramamaları üzerinde duruyordu. Bunun üstüne tanıdığım körlerin kendilerinden, daha çok da yakınlarından duyduğum benzer hayal kırıklıklarını hatırladım. Profesör Sacks'la yazıştım ve görmenin nasıl karmaşık bir nörolojik süreç olduğunu öğrendim. Beynin görmeye uyum sağlayamaması, bunun yarattığı psikolojik ve dramatik bedeller, bir hikâye konusu olarak bana özgün geldi. Sacks'ın bütün vaka incelemelerini okudum ve kendi gözlemlerimle birleştirdim. Bununla birlikte şunu vurgulamak isterim: Filmde anlattığım hikâye, kör arkadaşlarımdan hiç birinin öyküsü değil, tamamen kurmaca karakterler.
"Hâkim güç, 'öteki'ni kendine benzetmeye çalışır"
Seyirci film boyunca "körleşme nedir?", "engelli aslında kim?", "normal olan ne?" sorularını sorguluyor. Ancak bundan öte bir de ilişki izliyoruz perdede. Zamanla anne-çocuk, veli-öğrenci ilişkisine evrilen... Ameliyat sonrası birbirlerinin kişiliklerini sorguladıkları bir sürece giriyor Sinan ve Nilgün. Filmde evlilik, ikili ilişkiler konusuna, bu körleşme ve "gözünün açılması" fikri üzerinden mi baktınız?
İşin epey uzun süren tıp aşamasını araştırdıktan sonra bu filmin sıkıcı olabilecek bir bilim hikâyesine dönüşme riskine karşı bazı dramatik yollar bulmam gerekiyordu. Herkesi kendimiz gibi olmaya zorlama, kendi 'normal'imizi bir çeşit tektipleştirme olarak dayatma meselesi, bu noktada bana elverişli bir tema olarak göründü.
Dünya da pek farklı değil ama bizim topraklar bilhassa böyledir. Hâkim güç, 'öteki'ni kendine benzetmeye çalışır, kendi potasında eritmek ister. Kürtleri veya Ermenileri Türkleştirmeye, Alevileri Sünnileştirmeye, Hristiyanları Müslümanlaştırmaya, eşcinselleri heteroseksüelleştirmeye öteden beri meraklı bir devlet ve toplum geleneğimiz var. Bu konularda öyle ya da böyle bir farkındalık oluşuyor, karşı sesler de duyulabiliyor artık.
Yönetmen Hacı Orman.
"Bitmez tükenmez bir ihtirasla 'normal'leştirme"
Hâlbuki en çok engellileri kendimize benzetmeye çalışıyoruz. Toplumun en görünmez ötekileri, engellilerdir bir bakıma... Bu, aslında dehşet verici bir sosyal baskıdır. Bunu hepimiz yapıyoruz ve meşru bir şey yaptığımızdan o kadar eminiz ki! Dolayısıyla filmde şunu söylemeye çalıştım: Engelli bir sevdiğimizi engelsiz hale getirmek için iyi niyetli bir heves duyuyoruz ama ya bu mümkün değilse? O zaman onu kendi gerçeği içerisinde kabul etmek yerine, neden bitmez tükenmez bir ihtirasla 'normal'leştirme operasyonuna tabii tutmaya devam ediyoruz?
"İnsan, sandığımızdan çok daha az değişen bir varlık"
Bu soruları bir evlilik ilişkisini bahane ederek sormanın etkileyici olacağına inandım ve körleşmeyi bir metafora dönüştürmeye karar verdim. Bir kere Sinan'ın körleşmesi gözleri açıldıktan sonra başlıyor. İkincisi, Nilgün Sinan'ın görmesi için çırpınırken bu sürecin bir arzudan ibaret olamayacağını göremiyor ve Sinan'ın gerçeğine körleşiyor. Bu anlamda aslında Nilgün'ün körleşme sürecini anlatmaya çalışıyorum. Bunu anne – çocuk ya da iki kardeşin, iki arkadaşın ilişkisi olarak hikâye etmek de mümkündü. Ama çatışma unsurlarını daha belirgin kılacağına inandığım için bir evlilik hikâyesi olarak anlatmayı tercih ettim. Çünkü hepimiz aşk ilişkilerimizde şöyle bir noktaya gelmişizdir: Sevdiğimiz insanın alışkanlıklarını, huylarını değiştirmeye çalışırız. Özellikle kadınların erkekleri değiştirme arzusu daha kuvvetlidir. Hele de evlilik gibi kurumsallaşmış birlikteliklerde işin içine aileler de girer. Hâlbuki insan, sandığımızdan çok daha az ve çok daha yavaş değişen bir varlık...
Birlikteliklerde kadının erkeği değiştirme çabası, zaten başlı başına bir gerilim konusu. Erkek, biraz değişir gibi olur ama gerilmiş lastiğin eski haline dönmesi gibi yerleşik alışkanlıklarına tekrar döner genellikle. Bu, elbette erkeğin statükocu olması nedeniyle, kadının tahammül sınırlarını zorlayan bir durumdur. Filmimizdeki gibi taraflardan birinin engelli olduğu bir evlilikte ise bu çok daha zor, bazen içinden çıkılmaz hale gelebiliyor.
"Sadece Sinan için mi istiyor?"
Bu evlilikte Nilgün'ü anlamak daha kolay... Çünkü o, bizi, toplumun ortalama, normal bireyini temsil ediyor. Üstelik Sinan'a karşı ileri sürdüğü argümanlar da zayıf değil. Kadının söyledikleri çok mantıklı, adamın söyledikleri de mantıklı; bana sorarsanız bu hikâyenin en güçlü tarafı da iki iyinin, iki haklının çatışması olması zaten. Nilgün, nihayetinde sevdiği adamın görmesini istiyor. Ezici bir çoğunluğumuzun yapacağı şeyi yapıyor esasında. Ama sadece Sinan için mi istiyor? Açık ki hayır, bu konuda da birçoğumuz gibi riyakâr davranıyor ama yine birçoğumuzun yapacağı gibi kesinlikle kendini düşünmüyormuş gibi bir havası var. Bu, insanın doğasıyla ilgili basit bir gerçek, kabul etsek de, etmesek de, en aydın, en "aşmış" olanımızda bile toplumsal yargıların etkisi bir yerde devreye giriyor hele de evlilik ilişkilerinde.
Sinan'ın görme performansı, onun beklentilerinin gerisinde kaldıkça da paniklemeye başladı. Bilhassa hamile olduğunu öğrendiğinde sabırsızlığı daha da arttı, ama Sinan'ın görüp görmeyeceğinden emin oluncaya kadar bunu Sinan'a söylemeyecek kadar da ihtiyatlı. Buradan itibaren de sizin haklı olarak anne – çocuk, veli – öğrenci ilişkisi dediğiniz iktidar ve hiyerarşi meseleleri su yüzüne çıkıyor, fışkırıyor. Aynı tahakküm ilişkisi, doktorun tavırlarında da var, körü görmezden geliyor, hep Nilgün'ü muhatap alıyor. Sanki kör birinin kavrama, algılama yetisi zayıfmış gibi. Bunu her gün hepimiz o kadar çok yapıyoruz ki!
Önce yalana alıştır gözlerimi...
Sinan karakterinin kaygısına, ameliyat sonrası yaşadığı ikilemine şahit oluyoruz. Arafta kalmış, "karşıya geçmeye çalışan" ve eski, görmediği düzenine geri dönmek isteyen bir karakter. İlişkilerinde söylenmeyenlerin de açığa çıktığını göz önünde bulundurursak acaba Sinan görmek mi istemiyor? Bu noktada filmde de geçen söz geliyor akıllara: "Göreceksem önce yalana alıştır gözlerimi."
Bir kere Nilgün ameliyatı gündeme getirmese, Sinan'ın hiç öyle bir yönelimi olmayacak. Belki daha önce yaşadığı ameliyat sonuç vermediği için, belki de körlüğünün yüzüne çarpıldığı bir hayat yaşamadığı için. Ona sorsanız, "ben de görmenin nasıl bir şey olduğunu merak ediyorum" diyecek ama ameliyatı esasen Nilgün'e hayır demeyi beceremediği için kabul ettiği açık.
İnsanların her söylediğine inanmamak lazım, çoğu zaman söylemediklerine bakmak lazım. Ameliyat ve dolayısıyla görme fikrinin Nilgün'ü bu kadar heyecanlandırması, Sinan'ın hoşuna giden bir şey değil. Çünkü sevdiğinin gözünde bir kör, bir sakat olduğu hissiyatına yol açıyor. Körlüğüyle yüzleşmek, hele de sevdiği kadının nezdinde bunun aşılması gereken bir engel olduğunu hissetmek, onu ezen bir durum.
Özellikle bir kırılma noktası var, Nilgün'ün gizliden gizliye doğum kontrolü yaptığını öğrendiğinde büyü bozulması yaşıyor. O yüzden "önce yalana alıştır gözlerimi" diye yazıyor. Ama bunu eşine açıkça söyleyebilecek cesarette bir adam değil, "güneşe alıştır gözlerimi" diye değiştiriyor şiiri. Güneş de zaten onun düşmanı gibi bir şey olan ışığın en büyük kaynağı, çok da fark etmiyor, yalanı güneşle ikame etmek. Belki daha yalanı kabullenmek de istemiyor, dengelerini koruması için bazı şeyleri yok sayması lazım. Aksi takdirde Nilgün'le bir hesaplaşmaya girmesi lazım, ucunda terk edilmek de var.
"Fatih Al'a bana inanması için önce uzun bir mektup yazdım"
Fatih Al başarılı bir performans sergiliyor film boyunca, vücut kullanımı, bakışları... Onunla çalışırken nelere dikkat ettiniz, çekimler öncesinde ve sırasında nasıl bir yol izlediniz?
Bu kadar güzel bakan bir oyuncuya kör bir karakteri canlandırmak hoş oldu. Fatih, kusursuz bir aktör... Çekimlere iki haftadan az zaman kala filme dâhil oldu ve kavrayışıyla, oyunculuk yetenekleriyle, harikulade görsel hafızasıyla, senaryoyu ve karakteri algılama gücüyle, iş disipliniyle şahane bir oyunculuk sergiledi.
Onu bu çok zor role hazırlamak için yaptığım ilk iş, bana güvenmesini sağlamak oldu. Çünkü körleri tanıyordum ve biraz ironi yaparak söyleyeyim, oyuncunun ellerine, ayaklarına, yüzüne körlüğü nasıl öğreteceğimi biliyordum, buna inanması için Fatih'e uzun bir mektup yazdım. Fakat Fatihle o zamana kadar kişisel olarak tanışmıyorduk, felsefi ve bütünlüklü bir kavrayışla karşıma çıktı ve böylece işler kolaylaştı. İlk görüşmemizde hikâye ve karakter üstüne konuştuk, zihninde bir şeyler mayalanmıştı zaten.
Elimizde oyuncuyu kör gibi gösterecek lensler vardı ama kullanmak istemiyordum. Bu bilgiyi yine de paylaştım onunla, çünkü bundan haberdar olması sette kafasının rahat etmesini sağlayabilirdi. Ama Fatih, net bir şekilde, kendisinin de doğallığı tercih edeceğini söyleyince ona olan güvenim pekişti. Çok fazla olmasa da provalar yaptık. Ama onun provaya pek ihtiyacı olmadığını çabuk anladım. O da sanırım çok istememiştir prova.
Kör satranç şampiyonu dostlarım var, Selim ve Kerim Altınok kardeşler. Fatih'i onlarla buluşturdum, ayrıca müzisyen dostum Beyhan Aksoy'la tanıştırdım, onun önemli katkıları oldu. Benim korkum, Fatih'in "Kadın Kokusu"ndaki Al Pacino gibi sert, dominant bir oyun sergilemesiydi. Oysa Fatih, mükemmel dramatik kavrayışıyla sivil, naif bir karakter yorumu yapması gerektiğini derhal anladı.
"Umarım hekimler ve öğrenciler için de faydalı bir hikaye olmuştur"
Film konu, fikir itibariyle farklı ve güçlü. Ancak bazı eleştirmenlerden "derdini daha kısa sürede anlatabilirdi" yorumları da geldi. Bu görüşler hakkında neler söylemek istersiniz?
Sakin ve sade bir şekilde, oyuncuya alan açarak, müzikle bastırmadan, konusu özgün, eli yüzü düzgün bir hikâye anlatmak istedim ve söyleyeceklerimi film üzerinden söylemiş oldum. Bu aşamadan itibaren bana düşen, eleştirilerin eleştirisini yapmak değil, seyircinin ve eleştirmenlerin değerlendirmelerinden öğrenmek olabilir. Umarım, nöropsikoloji alanında çalışan hekimler ve ilgili branş öğrencileri için de faydalı bir hikaye olmuştur.
Yeni film; hapishane günlüklerinden...
Film bundan sonra nerelerde gösterilecek? Pandemi süreci hâlâ devam etse de biraz filmin yolculuğundan söz eder misiniz? Ayrıca bir yönetmen olarak bu süreç sizi nasıl etkiledi?
Filmin yurtiçi ve yurtdışı festival gösterimleri devam edecek. Pandemi nedeniyle bu süreç sarktığı için gösterimler 2021 boyunca da sürebilir. Boğaziçi Film Lab'da geçen senenin sonunda Mars Dağıtım Ödülü almıştık. Dolayısıyla festival gösterimleri bittikten sonra, tahminimce 2021 sonbaharına doğru, vizyona gireriz.
Pandemi, filmin post prodüksiyon işleriyle ilgilendiğimiz, bir yandan da festival başvuruları yaptığımız döneme denk geldi. Haliyle her şeyi aksattı. Ben ve ailem için zor bir zaman oldu. Yine de elimden geldiğince çalıştım, hapishanede tuttuğum günlükleri düzenledim ve konusu esasen hapishanede geçen bir insan hakları hikâyesinin senaryosuna başladım.(AÖ)