On yıl olmuş, hem dün gibi hem değil. Sık sık aklıma düşüyor. Biri polise düştüğünde heyecanlı; bir konuyu tahlil ederken sakin, mesafeli... Ne kadar özeldi. Onu çok özlüyorum.
1987'de, Alan Yayıncılık'ın Dünün ve Bugünün Defterleri / Türkiye Sorunları dizisi - 3 için Emil Ağabey ile uzunca bir söyleşi yapmıştım; hayatı ve dolayısıyla Türkiye tarihinde bir gezinti. Söyleşiyi yeniden okuduğumda, bir kez daha hissettim: onu özlüyorum.
71 yılın öyküsü
10 Aralık 2001'de, Radikal gazetesinde, Yıldırım Türker, "Kalabalık İnziva" yazısında Emil Galip Sandalcı'nın hayatını şöyle özetliyor:
"1922-1993. Ne uzun ne kısa denebilecek bir insan ömrü... Emil Galip, Harvard da dahil olmak üzere kimi üniversitelerde tarih, ekonomi, felsefe okumuş bir adamdı. 1956 yılında gazeteciliğe başladı. Kısa bir süre DPT'de sonra TRT Dış Haberler Servisi'nde çalıştı. Çalışanların temsilcisi olarak TRT Yönetim Kurulu üyeliği yaptı. 60-62 arasında İstanbul Gazeteciler Sendikası Yönetim Kurulu üyeliği, 61-63 arası Basın Şeref Divanı üyeliği, 78-86 arasında Türk Yazarlar Sendikası Yönetim Kurulu üyeliği de var, ille anlaşılır bir biyografi çıkartmaya kalkışırsak. Ama onun en sessiz, en çetin zaferi, hiç kimse olmayı başarabilmesiydi kanımca. Onu tekinsiz kılan, otorite gözünde başa çıkılması en güç hainlerden biri haline getiren, bu özelliğiydi. Onu düşündükçe Emily Dickinson'un şiirini hatırlamam boşuna değil."
Emil ağabeye bir kez daha merhaba derken, 16 yıl öncesinin söyleşisini yeniden yayımlıyoruz.
- Türkiye tarihinde 1950, 1960, 1971, 1980 gibi kilometre taşları var. Siz de bütün bu dönemlere tanıklık etmiş, insan hakları savunucusu bir aydınsınız. Şu anda da İnsan Hakları Derneği İstanbul Şube Başkanlığı görevini yürütüyorsunuz. Öncelikle 1940'lardan başlamak gerektiğine göre, o günleri aktararak söze başlamaya ne dersiniz?
- İkinci Dünya Savaşı sırasında ben İstanbul İktisat Fakültesinde öğrenciydim. O zamanlar çok durgun bir üniversite gençliği vardı, en küçük bir dernek faaliyeti bile yasaktı. 1930'larda Milli Türk Talebe Birliği tarafından Bulgar mezarlığına yürüyüş ve çelenk konması, Wagon-Li çalışanlarına yabancı patronların kötü muamelesi üzerine gençliğin protestosu gibi nedenlerle dernekler kapatılmış ve gençliğin örgütlenmesi yasaklanmıştı. İlk defa 1944'te fakültelerde öğrencilerin yeniden örgütlenmesine müsaade edildi, o da tek parti görüşü altında. Fakültelerin ancak son sınıf öğrencileri yönetim kurullarını oluşturacak, derneğin ikinci başkanı öğrencilerden seçilecek, başkanlık görevini ise öğrencilerin seçtiği bir profesör yürütecekti.
- Yani profesörün öğrencilerce seçilmesi gibi bir demokratiklik var.
- Evet, o kadarı var... Fakültelerden seçilenler de üniversite çapında bir kuruluş meydana getirecekler, fakat ilgi çok az oldu. Çünkü son sınıflar ancak okulu bitirmeye çalışıyorlar, kimse başkan yardımcısı falan olmak istemedi.
- Üniversite gençliği demek kurma hakkı için mücadele etmiş miydi?
- Yok, mücadele falan verilmedi, bir lütuf oldu. Zaten hiçbirimiz de mücadelenin içinde değildik, bazı protestolarımız vardı, o kadar. Mesela İsmet Paşa üniversiteye gelince biz onu alkışlamak yerine üniversitenin girişinde arkamızı falan dönüyorduk.
- Muhalif duygularla yani...
- Evet, yalnızca muhalif duygularla. Tabii bu arada İsmet Paşa'ya bir hocanın derste not vermemesini bile şikayet edenler çıkıyordu. Komünistler varmış diye de bir şeyler duyardık. Dehşetli bir yokluk yaşanıyordu. Gençler karınlarını üzüm ekmek yiyerek doyururdu. Üniversitenin ise liseden farkı yoktu. Kitap falan olmadığı için sabahtan akşama hiç kaçırmadan derslere girip not tutmak zorundaydık. Bir iki gazetede müttefikler, öbür tarafta mihver dedikleri... Türk basını genellikle araziye uymuştu. Vatan'da Yalman demokrasileri tutardı, keza Hüseyin Cahit, Tanin'deydi galiba. Bir de Tan vardı, işte Sertel'lerin. Bunların zaman zaman çıkışları olurdu, bu yüzden de zaman zaman kapatılırlardı.
- Gazete kapatılmasına herhangi bir tepki oluyor muydu?
- Yok canım, tepki falan yok, kapatır kapatırdı. Zaten o zamanlar gazetelerin kapatılmasına Basın Yayın Genel Müdürlüğü karar verirdi. Bu durgunluk ortamında üniversite gençliği ha bugün ha yarın harbe gireriz endişesiyle ancak okulunu bitirmeyi düşünürdü. Bu hep demoklesin kılıcı gibiydi tepemizde. Harp başladığında ben lisedeydim, o zaman da liseyi bitiremeyeceğimizi düşünüyorduk. Yani hep bir savaş beklentisi içindeydik.
- Savaşta hangi yana daha çok sempati duyuluyordu?
- Çoğunlukla Almanlara... Sağcılar, Turancılar çok faaldi. Liderleri Nihat Atsız, Reha Oğuz Türkkan gibi isimlerdi. Dergiler çıkarırlardı biz de o dergileri beğenmeyerek izlerdik. Solcu olduğumuz için değil, faşistleri tutmadığımız için beğenmezdik. Onlar devamlı olarak mahkemeye düşerlerdi, biz onları da izlerdik. Ama mahkemeler taraflı değildi, mahkum falan olurlardı. Dağıtmak istemiyorum ama havayı vermek için bunları anlatıyorum. Özetle demokrasiler kazanır diyen kişiler daha azdı.
- Tan gazetesinin tahribi olayı nasıl olmuştu?
- Tan olayı birdenbire patlak verdi ve olayın içerisinde CHP'nin parmağı vardı. 45 yılı, yanılmıyorsam Aralık ayı idi. Ben o gün Amerika'ya gitmek için konsolosluktan vize almış, dönüyordum. O sırada Tan'ı tahrip edenler büyük bir grup halinde Beyoğlu'na doğru geçiyordu, içlerinde üniversiteden yüzlerini tanıdığım insanlar vardı. Karaköy'e geldiğimde adı Tan olan bir mezeci dükkanının da tahrip edilmiş olduğunu gördüm. Köprü açılmıştı, sandala bindim, Eminönü'ne kadar yerlerde kağıtla, matbaa hurufatları vardı.
- 1946'da çok partili döneme geçiş sizin üzerinizde nasıl etki yarattı?
- Ben 1946-50 arası Amerika'daydım. Olayları iyi kötü oradan izledim, 1950'nin 14 Mayıs günü New York'taydım. Hiç unutmam bir Herald Tribune gazetesi almıştım: Seçimi Demokrat Parti kazanmıştı. Gazete, Türkiye'de yapılan seçimlerle yalnız Türklerin değil, bütün Batı demokrasilerinin iftihar etmesi gerektiğini yazıyordu. Hiç sulu gözlü bir insan olmadığım halde sevinçten sokakta ağladım. O havayla Türkiye'ye döndüm.
- Nasıl bir Türkiye buldunuz?
- Önce askerlik yaptım, sonra da Amerikan Ekonomik Yardım Heyeti'nde araştırma uzmanı olarak çalışmaya başladım. İş gereği sık sık Anadolu'ya gidip geliyordum. Değişiklikler çarpıcıydı, özellikle karayollarındaki faaliyet çok hızlıydı. 47-48'lerde başlayan bu girişim 50'lerin ilk yıllarında meyvelerini vermeye başlamıştı. O zamana kadar kendi içine kapalı olan ekonomik ve sosyal yaşam dışa açılmaya başlamıştı. Artık yol vardı, adam doğudan kalkıp batıya, batıdan kalkıp doğuya gidiyordu, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki, "kendi yağımızla kavruluruz, yabancılar gelmesin" hikayesi tersine dönüvermişti. Tabii bütün bunlar planlı değildi. Ve sonra yavaş yavaş yokluklar başladı. Artık 50'lerin ortasına gelmiştik.
.-Bu sırada parlamento dışı örgütlenmeler var mıydı?
- Evet, sağcı ve milliyetçi hareket güçlenmişti. Türkiye'nin her tarafında milliyetçilerin dernekleri pırtlak pırtlak yayılıyordu. Dinsel bir takım kıpırdanmalar da başlamıştı. îşte 53-54'lerde Ahmet Emin Yalman'ı vurdular. Bunun tepkisi iktidarda da görüldü, olayın üzerine sert gidildi. Öyle ki milliyetçilerin derneklerim de kapattılar. Biz de daha bilinçli olarak olayları endişeyle izliyorduk.
-Sol ne durumdaydı?
- İşte meşhur 1951 tevkifatı olmuştu, biz inanmazdık, bir süre tutuyorlar insanları sonra bırakıyorlar diye düşünürdük, yani basın olayı büyütüyordu. Daha çok tertip diye görürdük. Ama ben pek fazla ilgili değildim o sıralar. Benim sola doğru gidişim daha çok olayların içerisinde temel hak ve özgürlüklerle demokrasiyi savundukça gelişti. Yani ben tek parti döneminde de demokrat bir insandım, sonradan da aldığım eğitim nedeniyle, inancım hep demokrasilerin yanındaydı. Amerika'yı da öyle biliyorduk.
- Temel hak ve özgürlükler açısından 50 öncesi kara bir dönem. Peki DP iktidarı ile birlikte ne tür farklılıklar oldu?
- Şimdi, solcu olmadıktan sonra, o damgayı yemedikten sonra rahat bir dönemdi. Ama bu da bir süre için. Çünkü DP eleştirilmeye başlanınca baskıyı da arttırdı. 54'lerde kendi içindeki eleştirileri bile kabul edemiyordu ki, kalburüstü Demokrat Parti (DP) milletvekilleri Hürriyet Partisini kurmuştu. Ben de Hürriyet Partisi'ne girdim, Adalar İlçe Başkanlığı yaptım, hatta 57 seçimlerinde aday bile oldum. Yani bu rahat dönem çok fazla sürmedi, zaten sola hoşgörü de hiçbir zaman söz konuşu olmamıştı. 1956'lardan itibaren Basın Kanunu'nu da değiştirdiler. Gayet iyi hatırlıyorum o zaman yeni çıkmakta olan ve şimdiki gibi olmayan Tercüman Gazetesi'nde yazı yazmaya başlarken bana basın kanununu verip buna göre yaz dediler. Baktım, hepsini okumadım bile. Kanunu dikkate alsan hiç yazı yazmaman gerekiyor. Ben bildiğim gibi yazdım, bir süre sonra da ayrılmak zorunda kaldım. Ardından da, Ahmet Emin Yalman beye müracaat ederek orada yazmak istediğimi söyledim ve orada başladım. Özetle, tahammül o zaman da yoktu. Basın Kanunu'ndaki ceza ise en fazla on altı ay idi.'
- Soruşturmalar çok muydu? Yoksa, daha çok otokontrol tarzında mı yürüyordu?
- Otokontrol vardı, hatırlıyorum. Hem de çok güçlüydü. Mesela Köprü altında bir karakol vardı, oradaki komiser gece yarısından sonra, her önüne geleni döverdi. En son bir çocuğun da çok kötü dövülmesi üzerine ben de "Subaşılar devrinde miyiz?" diye bir yazı yazdım. Tabii, hemen savcılığı boyladık. İfademi verirken, savcı sigara içemezsin deyince, takıştık ve ifademi vermeden gazeteye geri döndüm ve tekrar bir yazı yazdım. O sıralarda Hicabi bey diye bir savcı vardı, onun telefon ettiği, bu yüzden de yazının basılamayacağı söylenince, kalktım Hicabi beye gittim. Dedim ki, siz telefon ediyorsunuz, yazılar çıkmıyor, bu nasıl oluyor? "Ben de gazetecilik yaptım" gibi laflarla beni uyutmaya kalkınca, "bunun hesabı sorulur Hicabi bey" deyip, çıktım. Yani, baskı da vardı, otokontrol da vardı, mahkemeler de... Yani 55-60 arası devamlı mahkemelerdeydik. On beş günde bir basın davalarının bakıldığı bir mahkeme vardı. O gün oraya bir sürü insan dolardı. Aslında, ceza on altı ay olduğu için, pek de aldırmazdık. Bir gün ben Ankara Ulus'ta yazarken yine mahkemeye verilmiştim. Hakim tek celsede karar vermeye kalkınca, çok kızdım ve hakime, "ne olacak, en fazla on altı ay verirsin, onu da ben çoktan göze aldım" dedim. Mahkeme ara verdiğinde, bir üniversiteli genç geldi, "Ne sigarası içiyorsunuz ağabey" dedi. "Ne olacak", dedim. Nasılsa içeri gireceğimi düşünmüştü. Oysa, beraat ettim.
- Genel olarak, daha çok beraat kararı mı verilirdi?
- Yoo, hayır. Mahkumiyetler vardı elbette, işte Metin Toker'ler, Şinasi Nahit Berker'ler, Karikatürist Ratip Tahir Halim Büyükbulut...
- Basın dışında, üniversite ve aydınlara yönelik tavır nasıldı?
- Artık, üniversitede eski durağanlık kalmamıştı. Milli Türk Talebe Birliği ve Milli Türk Talebe Cemiyeti olarak 2 büyük kuruluş vardı. Biri daha tutucu, öbürü daha demokrat, daha ilericiydi, daha Atatürkçüydü. Sonradan o kadrolardan pek çok insan politikaya girdi. Aralarında rekabet vardı ama, ortam canlıydı.
- Bu iki örgütlenme arasındaki rekabet nereden kaynaklanıyordu?
- Mesele daha Atatürkçü, daha az dindar, daha muhafazakar olmaktan kaynaklanıyordu. Onun ötesinde bir şey değildi.
- O günlerde uzun ya da kısa vadeli sorunların çözümüne yönelik toplantılar, miting ve gösteriler düzenlenir miydi?
- Tabii, bunun en önemlisi de 6-7 Eylül olayları ve yansımalarıydı o zaman, "Kıbrıs Türktür" diye bir dernek kurulmuştu. Bu olayların içersinde, her iki gruptan insanlar vardı. 6-7 Eylül olaylarında pek çok kişi toplandı. O sırada bu işin ne dereceye kadar iktidar tarafından ayarlandığı anlaşılamadı. Pek çok kişi tutuklandı ama, gene de resmen suçlanan solcular oldu. Evet, mitingler yapılıyordu, büyük mitingler yapılıyordu. "Kıbrıs Türktür, Türk kalacaktır", "Ya taksim, ya ölüm!' sloganları atılıyordu. Büyük palavralar atılıyordu.
- Bunların dışında, genel olarak baskılara karşı çıkışlar var mıydı?
- Baskılara karşı çıkış, muhalefet olarak parlamento içinde vardı.Basında İse, yeni bir değişim yaşanıyordu. 55-60 dönemiyle birlikte, başındaki başmakale dönemi yerim köşe yazarlığına bırakmaya başlamıştı. Bu köşe yazarlığının önem kazanmasında başı Vatan gazetesi çekti. Bir gazete tasavvur edin ki, belki on tane köşe yazarı vardı. Sadun Tanju, Özcan Ergüder, Naim Tiralı, Burhan Arpad, Oktay Akbal ve ben hep köşe yazıları yazardık. Başta Vatan, sonra da Milliyet ve Akşam muhalefeti götürüyorlardı. Düşünce özgürlüğü, demokrasi, üniversite özerkliği bağımsız radyo, çift meclis hep işlenen öncelikli konulardı. Ancak, 1959'da Kemal Aygün'ün bir manevrası sonunda gazeteleri pes ettirdiler. Gazete patronlarım toplayarak, artık gazete kapatmakla kalmayacaklarım, matbaalara da el koyacaklarını söyleyerek, ziyafet sofrasında aba altında sopa gösterip, korku yarattılar. Muhalefetteki gazetelere Dünya ile, Akis ve Kim dergilerim de eklemek gerekiyor. Kim'i kapatırlardı, biz Mim diye çıkartırdık.
- Bu korkuyla gazete patronları yayın politikalarında değişiklik yaptılar mı? Yani bir geri çekiliş oldu mu?
- Bu olay bizim basın için yüz karasıdır. Fakat bütün gazeteler işin içinde olduğu için, Akis kapalı olduğundan. Kim de Yeni Sabah'ta basıldığından olay açığa çıkmadı. Bir ara, 27 Mayıs'tan sonra Öncü gazetesinde Aziz Nesin değinmişti. Olay şöyle olmuştu: Gazete patronları bir araya gelerek, artık gazetelerde CHP ve DP haberlerini kontrollü çıkarmaya karar verdiler. Neyin nasıl verileceğine her akşam Dünya gazetesinde toplanarak karar verilecekti. Önceden, herhangi bir olay üzerine iki parti bir tebliğ yayınladığında, gazeteler bunları aynı boyda veriyor ve daha gazete matbaadayken beğenilmeyen yerler sildirilip beyaz çıkıyordu. Bu toplantıdan sonra, CHP haberi bir ölçü verilirse, DP'nin haberi üç katı olacaktı.
- Gazetelerin böyle beyaz çıkması, sansürden geçmesi, istenenlerin yazılamaması nasıl karşılanıyordu?
- Öyle gösteriler şeklinde tepkiler yoktu ama, bu durum olumlu bir ajitasyon yaratıyordu. Muhalefet partilerinin yaptığı toplantılara gazeteciler çağrılıyor, konuşturuluyordu. CHP çevresinde bir dayanışma ortamı vardı. Köşe yazarlarının kamuoyu üzerinde etkinliği vardı. Öyle bir hava esiyordu ki, DP içindeki kimi insanlar bile yazılanlara "doğru" diyebiliyordu. Zaten 27 Mayıs olduysa, bunda basının ve köşe yazarlarının da katkısı vardı, yani bu çorbada tuzları vardı. Ama, bu arada bizlerde yavaş, yavaş komünist damgası yemeye başlamıştık.
- 60 öncesiyle ilgili olarak oluşan muhalif tabloda basın, gençlik örgütlenmeleri ve parti örgütlenmeleri var. Başka örgütlenmelerden söz etmek olası mı? Örneğin işçi örgütlenmeleri?
- Yoktu, bugünkü anlamda bir sendikal örgütlenme yoktu. Dediğim gibi her şeyin fokus noktası gazeteler ve köşe yazarlarıydı. Tabii, parti örgütlenmelerinin aktifliğini vurgulamak gerekiyor. Ocak bucak teşkilatlarına kadar bir örgütlenme vardı partilerde. Bunun yararı da vardı zararı da... 27 Mayıs'tan sonra bunlar kalktı bildiğiniz gibi.
-27 Mayıs 1960 sonrasında, yaşanan tablo nasıldı?
- Çok ibret verici tablolar yaşandı. 27 Mayıs öncesinde köşede bucakta kalmış olanlar, bağırıp çağırmaya ön plana geçmeye başladılar. Bir düşükler ve kuyruklar edebiyatı yaşanmaya başlandı. Bunu aklı basında gazetecilerden çok, kraldan çok kralcı olanlar yaptı. Mesela Yassıada saati programını Bedii Faik yönetiyordu. Yassıada Saati programının gerçeği verdiği, yansıttığı söylenemez elbette. Yassıada Mahkemeleri de hukuk ve insanlık açısından rezaletti. Zamanında muhalefet ettik, parsayı toplayalım diyenler oldu, her zamanki gibi... 27 Mayıs yönetimi çok kısa sürede gerçeği yazmak isteyen gazetecilerle çelişkiye düştü. Mesela, 147'ler olayının eleştirilmesi hoş karşılanmadı.
- Hiç gazete kapatıldı mı?
-- Hiç hatırlamıyorum ama, "Bab-ı Ali'den de geçeceğiz" diye tehditler savruldu. Yani Eminsu ve üniversite tasfiyesinden sonra... Bu ara iyi bir şey oldu. 212 sayılı Basın Yasası çıkarıldı. Bu yasa gazete patronları tarafından hoş karşılanmadı. O zamana kadar muhalefette hak ve hukuk kavgası veren gazetelerin patron ve yöneticileri tam tersi bir tutumla lokavta gittiler. Bunun üzerine, Türk basınında ilk kez yaşanan, dünyada da az rastlanan bir olay oldu. Tüm gazete çalışanları bira raya gelerek "Basın" diye bir gazete çıkardı. Gazete yüz bin tiraj yaptı. Gene bu yasayla ilgili olarak Gazeteciler Sendikası gazetelerin önüne yürüyerek gösteriler yaptı, pankartlar falan,. Gene ilk defa o sıralarda büyük bir işçi mitingi yapıldı
- Düşünce özgürlüğü yayınlar, basın... Bütün bunları 1960 öncesiyle karşılaştırarak anlatır mısınız?
- 1961 Anayasası ileri bir anayasadır. Çok yararları olmuştur, özerk TRT, DPT gibi... Onlar da, ne kadar çağdaş kurumlar olurlarsa olsunlar sonradan rezil edildi. Evet, Anayasa sola açık bir anayasaydı ama, bir yerde sınırı vardı. Tabii 141-142 vardı. O zamanki Gazeteciler Cemiyeti, 141-142'nin kaldırılması için iktidara baskı yapmaya çalıştı. Gene de liberal olan bu anayasayla Türkiye'de liberal bir havanın esmesi mümkün olmuştur. İşte kitaplarda görülen patlama bunun en somut örneklerinden... Özerk TRT iktidara kafa tutmuştur, genel müdürü özerklik şampiyonu ilan edilmiştir. Ama, TRT üzerinde başka baskı guruplarının etkisi de vardı, bunun içine MİT de girer, muhalefet de... Evet, bu özerklik tam ; olarak kullanılmamıştır. Yasa çok iyiydi ama, ki BBC yasasından bile iyiydi, kısır bir anlayışla bakıldı.
-- 40'lar, 50'ler ve 60'lar... 1971 ve 1980 ise çok farklı dönemlerin köşe taşları oluşturuyor. Bu iki dönemi temel hak ve özgürlükler ve insan hakları açısından nasıl yorumluyorsunuz?
-İnsan hakları Türkiye'de tarih boyunca ihlal edilmiştir. Ancak, bu iki dönemde artık ihlaller sistemli bir şekilde yapılmaya başlandı. Türkiye'de büyük bir dalgalanma yaşanıyordu, bir sola açılış vardı. Her türlü sosyal demokrat, liberal anlayışın demokratik anlayışın Türkiye'de yerleşmesini istemeyen güçler vardır, tanzimattan beri... Her türlü yeniliğin karşısında olan, zaman zaman değişen ama her zaman varolan, o tutucu güç veya güçler bu geniş açılışta Türkiye için çok yararlı olabilecek bu gerçek demokrasi ve düşünce özgürlüğüne karşı bir tutum içersin-deler. 12 Mart bu anlayışın sistemleştirilmiş tipik bir örneğiydi. Bunun arkasındaki herkesin bildiği güçleri tartışmıyorum. Ama ilk defa olarak-sistemli bir şekilde bu açılış durdurulmaya çalışıldı. 12 Eylül ise, 12 Mart'ta tam başarılamayanın, daha iyi bir şekilde başarılmaya çalışıldığı bir donemdi, elbette ki 12 Mart'a göre de çok daha başarılı olmuştur. 12 Mart'ta Meclis acıktı, ve iki sene içinde daha güçlü bir hareket ters bir tepkiyle Türkiye'de sahneye çıktı, çıkabildi. Ama çok kanlı oldu biliyoruz işte, tam bir mücadeleydi işte. 12 Eylül'de, yeni Anayasasıyla, yeni yasalarıyla, dernekler yasasıyla herkesin özgürlüğü çok büyük bir sınırlama içersine alınmış oldu.
Şimdi 12 Mart'a dikkat edilirse, 71 öncesinde çok büyük işçi hareketleri, 15-16 Haziran gibi, olmasına rağmen işçi kesimi üzerine gidilmedi. Doğrudan üniversite gençliği ve aydınlar üzerine gidildi. Ve aydınlar ilk defa geniş çapta işkencelere maruz kalacak kadar baskı altına alındı. 12 Eylül ise, işçileri de kapsamına alarak, bütün müesseseleriyle, her türlü ilerici, itici güce sahip kişi, kuruluş ve örgütlenmeyi bastıracak bir hareket haline geldi. Kabul etmek gerekir ki, 70-80 arası dönemde hatalarıyla sevaplarıyla onurlu bir mücadele verildi.
-Bu anlamda 89 sonrasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
- İnsanların tek tek çabalarını yadsımıyoruz ama, genelde iyi bir sınav verilmedi. Örgütlerimiz de iyi bir sınav vermemişlerdir.Türkiye'de basında sansürün kaldırılış yıldönümü olan 24 Temmuz'larda gazete yöneticileri sıkıyönetim komutanlarıyla birlikte, kokteyl partilerde karşılıklı kadeh kaldırmışlardır. Böyle traji-komik şeyler olmuştur.
- İnsan Hakları Derneği atfı altında bir örgütlenmeye gidildi, siz de bunun içinde yer alıyorsunuz. İyi bir sınav verilmediğini belirttiğiniz bu dönemde, İnsan Hakları Derneği'nin yeri nedir?
- İnsan Hakları Derneği'ne gelmeden önce, Türkiye'de insan hakları ihlallerine ilişkin olarak eklemek istediklerim var. Önce de söylediğim gibi bizde insan hakları hep ihlal ediliyordu. Ancak, 12 Eylül'den sonra bu ihlaller sistemli ve düzenli olarak, devlet ve yönetim politikası olarak yapıldı. Kamuoyunu dehşete düşürmek, sindirmek, ürkütmek, korkutmak amacı güdüldü. Bu korkunç bir şeydi. "Terörizmi durduracağız", dendi, yerine devlet terörü getirildi. Kaldı ki, söz konusu olan ne dereceye kadar terörizm idi, ne dereceye kadar bir takım olayların abartılmasıydı, o da ayrı mesele. Hapishaneleri dolduran on binlerce insan, ve hapishanelerden geçmiş yüz binlerce insan için "bunların hepsi teröristti" deyip işin içinden çıkılamaz. Ya da dışarıdan gelen baskılara karşı "onlar teröristtir" deme yalanı hiçbir zaman gerçeği yansıtmaz. İşkence gerçeği ise, "yüz binlerce, on binlerce insan sorguya çekilirken, birkaç tane de ne yaptığını bilmez sorumsuz insan çıkıp işkence yapıyor, onlar da zaten kovuşturuluyor" açıklamalarıyla, afaki bir şekilde geçiştirilmeye çalışıldı. Bunlar gerçeği yansıtmayan, gerçekle ilgisi olmayan demagojilerdir.
Bu derece yaygın insan haklarının ihlalleri karşısında bir tepki gösterilmesi gerekirdi,""Bu tepkiyi, kabul etmek gerekir ki, ne basın, ne politikacılar, ne sorumlular ne de üniversiteler göstermiştir. Yani karşı çıkabilecek kurumlar hiçbir şey yapmamıştır. Baştan kabul etmek lazım, ayıp değil, herkes bilsin.
İnsan Hakları Derneği bunlara tek çare değil tabii. Ama; karınca kararınca bir ucundan tutulması gerekiyordu. Onun kuruluşunda da inisiyatif tutuklu ailelerinden gelmiştir, yani yıllardır bunun sıkıntıyım çekmiş, çekmekte olan insanlardan gelmiştir. Olaya aydın kesiminin. olumlu bakmasıyla da örgütlenme gerçekleşmiştir. Bir yerde ütopik, donkişot-vari bir girişimdir, yel değirmenlerine hücum etmektir bu. Öte yandan da gerekli ve zorunlu bir harekettir. Tabii bununla da kalmamalı, aynı sorumluluk başka müesseseler tarafından da duyurulmalı.
- İnsan Hakları Derneği'nin başlattığı Genel Af ve ölüm cezasının kaldırılmasını amaçlayan kampanyayla ilgili neler söyleyeceksiniz?
- Seçimin tam ortasına düşmesi bir anlamda dezavantaj, bir anlamda da avantaj... Gerçi bu iki üç aylık bir olay değil Burada Genel Af talebini de açmak gerekiyor. Genel Af ile bir lütuf istenmiyor, bir haksızlığın .tamiri isteniyor. Evet, biz kimseden .lütuf istemiyoruz, bu bir istek ya da rica değil. Bunun böyle olmaması gerek, diyoruz. Hak ihlalleri var, bunların düzeltilmesi gerekiyor, Bir sürü haksızlıklar var, bunların düzeltilmesi gerek. Ancak, Genel Af ile, bugüne kadar işkenceye neden olmuş, insanlar, işkence yapanlar, işkenceye göz yumanların sorumlulukları bir kalemde silinemez. Bunlar hariç tutulmalı ve kanımca işkencenin hesabı sorulmalıdır. Ancak, bunda sorun işkence yapmış on beşinci dereceden bir adamın yakalanmasından ibaret değildir. En yukarılara kadar sorumlular kamuoyuna çıkmalı, deşilmelidir. Ceza verilir, verilmez ama, bunların hesabı görülmelidir.
Arada bir 74 Affı diye bağırılıp çağrılıyor. Şuna buna neden 'oldu, çıkanlar gene illegal faaliyetlere girdiler diye... Bir kere bunların sayışı çok değil, ayrıca bu büyük dalganın içindeki yepyeni liderlerin varlığım inkar etmez. Mesela Özal çıkıp "Allah göstermesin bir daha genel af" diyor. Ama, aynı 74 Affı 12 Mart'ta işkence yapan insanların da üzerinden ıslak bir sünger çekilmesine yaradı. Bir de onlara sormak lazım 74 Affı için ne diyorlar?
Eğer Türkiye demokrat bir ülke olacaksa, yarın daha mutlu bir ülkeye doğru gidecekse bunların hesabinin sorulması, Genel Affın çıkarılması, ölüm cezalarının kaldırılması lazım... Bu Türkiye'nin yeni bir atmosfere girmesinin başlangıcı olacaktır. Bunun için de her yurtseverin, her demokratın bu doğrultudaki mücadeleye omuz vermesi gerekiyor.
-Teşekkür ederiz. (NM)