Onu ilk kez hangi hafta olduğunu hatırlamadığım bir Cumartesi Anneleri eyleminde gördüm.
Sessizce duruyordu, elinde kaybedilmiş bir Ermeni aydınının fotoğrafı vardı.
Yanındaki feminist akademisyen Ayşegül Altınay’a sordum: “Kim bu kadın?”
“Dedesini 1915’te kaybetmiş bir torun” dedi. “ABD’den geldi, feminist bir akademisyen. Arlene Voski Avakian. Aslan Kadının Mirası Aras’tan çıktı.”
Sonra Aras Yayınları’ndaki söyleşisinden hemen önce uzun uzun konuştuk.
Ondan hem o ilk karşılaşmanın hem de yıllara yayılan Türkiye yolculuklarını, büyükannesinin hikâyesiyle hesaplaşmasını ve feminizmle, ırkçılıkla, soykırımla kurduğu bağlantıları dinledim.
Arlene Voski Avakian’la ailesindeki sessizliği, anneannesi Elmas’ın “aslan kadınlığını”, Cumartesi Anneleri’yle kurduğu bağı, Hampartsum dedesini ilk kez gerçekten “hissetmesini”, siyah hareketle kurduğu aynayı ve Massachusetts Üniversitesi’nde kadın çalışmalarını nasıl dönüştürdüğünü konuştuk.

25 Kasım: Kadınlar Birlikte Aşıyor
“Bu hikâyeyi 14 yaşında duydum, sonra yıllarca bir kutunun içine koydum”
Ailenizin soykırım hikâyesini ilk kez ne zaman duydunuz? Çocukluğunuzda bu sessizlik sizi nasıl etkiledi?
Babam tarafında soykırım neredeyse hiç konuşulmadı. 14 yaşındayken annem bana bir kez anlattı sonra konu bir daha açılmadı. Kimse sormadı, kimse anlatmadı. O hikâyeyi, içi bardaklarla dolu bir karton kutunun altına koyar gibi, zihnimde bir kutunun içine yerleştirdim.
Daha geniş kültürde de öyleydi. 1950’lerde büyüyordum ve Avrupa’da, ABD’de kimse Ermeni Soykırımı’ndan söz etmiyordu. Bu sessizlik beni çok izole hissettirdi. Aynı zamanda “iyi bir Amerikalı” olmak istiyordum; o yıllarda Amerikalı olmak parlak ve cazip görünüyordu. O yüzden köklerimden kaçtım, sonra geri döndüm, tekrar kaçtım… Bu gidiş geliş hâli uzun sürdü.
Bugün baktığımda şunu net görüyorum: Ailede konuşulmayan yaslar, tutulamayan acılar nesiller arası bir travmaya dönüşüyor. Soykırımın kendisi kadar, onun inkârı ve sessizliği de ailemi ve beni şekillendirdi.
“Aslan Kadın Elmas: Hem bana feminizmi hem ataerkilliği öğretti”
Kitabınızı büyükanneniz Elmas’a adadınız. Elmas nasıl bir kadındı? “Aslan Kadının Mirası” nasıl doğdu?
Bu kitabı, kendi hayatımı bir bağlama oturtmak için yazdım. Aslan Kadının Mirası’nı kaleme almaya başladığımda 33 yaşındaydım; hâlâ bu hikâyeyi anlamaya çalışıyorum.
Anneannem Elmas, tam anlamıyla bir “aslan kadın”dı. Kastamonu’da yaşıyorlar, kocası götürülüyor, kaybediliyor. Muhtemelen 1919–1920 yıllarında Near East Relief, Anadolu’daki yetimleri gemilerle İstanbul’a taşırken, o da üç çocuğuyla İnebolu’dan gemiye binmek için yetimhane görevlilerini ikna ediyor.
Haksızlıklar karşısında ayakta duran, korkmayan, hak arayan bir kadın. Bu anlamda bana kadınların gücünü gösteren, çok feminist bir figür.
Ama aynı Elmas’tan ataerkilliği de öğrendim. Erkek kardeşimi benden daha çok seviyordu. Erkek olduğu için. Bu yalnızca “klasik patriyarka” değil bugün düşünüyorum, belki yok edilme korkusuyla, “soy erkek çocuk üzerinden devam eder” fikrine sıkı sıkıya tutunuyordu. Ermenilerin yok edilme, sürülme, dağıtılma deneyimi, oğullara yüklenen anlamı bence büyüttü.
Yani anneannem bana iki şeyi aynı anda miras bıraktı:
- Kadınların, özellikle de yoksul, köylü kadınların muazzam direncini,
- Ve hayatımızı hâlâ belirleyen patriarkal öncelikleri.
Bunların ikisini aynı anda görmeden ne kendimi ne de tarihimi anlayabilirim. Kitap tam da bunu yapmaya çalışıyor.
“Türkiye’den gelen davet mailini dört kez silmek istedim”
Türkiye’ye ilk daveti aldığınızda ne hissettiniz? Gelmek sizin için ne ifade etti?
2009’da Türkiye’den bir davet maili aldığımda, o mesajı birkaç kez silmek istedim.
Türkiye benim için, çocukluğumdan beri, “atalarımı öldüren ülke”ydi. Bildiğim tek şey buydu. “Oraya nasıl gidebilirim?” diye düşündüm.
Sonunda silmedim ve geldim. Çok mutluyum ki öyle yaptım. Buraya gelince Türkiye hakkında hiç bilmediğim pek çok şey öğrendim:
Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihini, buradaki farklı halkların mücadelesini, Ermeni Soykırımı’nın tanınması için verilen çabayı, Kürtlerin, kadınların, LGBTİ+’ların direnişini… Türkiye artık sadece “fail” bir ülke değil; mücadele eden, hesaplaşmaya çalışan insanların da ülkesi olarak yer etti zihnimde.
Ayşegül Altınay ve Fethiye Çetin’le kurduğum dostluk, hayatımda çok dönüştürücü oldu. Üçümüzün uzun süreli sohbetlerinden oluşan ortak bir kitabımız var. Bu, bir “uzlaşma projesi” değil; biz o kitabı yapmaya karar verdiğimizde zaten arkadaştık. Politik olarak çok benzer yerlerden konuştuğumuzu fark ettik.
Bu sohbetlerde, özellikle de Fethiye’yle konuşurken, hayatımda ilk defa “Sözlerim yerine oturdu, gerçekten duyuldum” duygusunu bu kadar güçlü yaşadım. Bu benim için çok kıymetliydi.
Bugün buraya onuncu gelişim. Türkiye yolculuğu, hayatımı çok zenginleştiren ve dönüştüren bir süreç oldu.
“Kastamonu ve İnebolu’da Elmas’ın hikâyesi içimde bir yere oturdu”
Büyükannenizin yaşadığı yerleri görmek nasıldı? Kastamonu ve İnebolu ziyaretleriniz sizde ne hissettirdi?
Genç bir belgeselci, Ahmet Yılmaz, benim ve Elmas’ın hikâyesi üzerine bir film çekiyor. Onun için önce Kastamonu’ya, sonra İnebolu’ya gittik.
Elmas’ın hikâyesinde, çocuklarını Near East Relief aracılığıyla İnebolu’dan gemiye bindirip İstanbul’a getirdiği anlatılır. Yıllarca tam olarak hangi limandan ayrıldığını bilmiyorduk; İnebolu olduğunu burada, bu çalışmalar sırasında öğrendik.
İnebolu sahilinde yürürken, 70 yıldır taşıdığım hikâyenin içimde bir yere yerleştiğini hissettim. “Tamamlandı” demek istemiyorum; çünkü yeni sayfalar her zaman açılabilir. Ama sanki parçaların bazıları ilk kez birbirine değdi.
Bu his, Türkiye’ye gelişlerim, Ayşe’yle, Fethiye’yle, Ahmet’le, bu topraklardaki pek çok insanla kurduğum ilişkiler olmasaydı ortaya çıkmazdı. Burası, hâlâ devam eden bir yolculuğun önemli bir durağı oldu.
“Cumartesi Anneleri’yle dururken, dedemin kaybedilmiş biri olduğunu ilk kez orada fark ettim”
Cumartesi Anneleri ile kurduğunuz bağ çok özel. O buluşmalar sizin için ne ifade ediyor?
İlk kez 2014’te Cumartesi Anneleri’yle birlikte oturdum. Kayıplarının fotoğraflarını tutan insanların arasına karışmak beni çok sarstı. O gün bir Kürt kaybının fotoğrafını tutmuştum.
2015’te tekrar geldim. 24 Nisan’a yakın bir gündü; Ermeni kayıpları da anılıyordu. Benden konuşmamı istediler, kabul ettim. Maside “Dedenin adı neydi?” diye sordu. O an, dedemin adını hatırlayamadım.
Konuşmamda şunu söyledim:
“Dedem Hampartsum iki kez öldürüldü. Bir kez Osmanlı devleti tarafından; ikinci kez de ailemizdeki sessizlik yüzünden. Hikâyesi anlatılmadı, ismi anılmadı.”
Ailem soykırımı inkâr etmiyordu ama konuşmuyordu. Bu da aslında inkâr politikalarının bir parçası; sessizlik de inkârın bir biçimi. Ben yıllarca Elmas’ın anlattığı birkaç sahnenin dışında hiçbir şey öğrenemedim.
Sonra Maside Ocak yine “Hiç fotoğrafı yok mu?” diye sordu. Tek başına çekilmiş bir fotoğraf yoktu ama anneannemin sakladığı, soykırım öncesinde Kastamonu’da çekilmiş bir aile fotoğrafı vardı. O fotoğraftan dedemin yüzünü büyüttük ve Cumartesi Anneleri’yle birlikte ilk kez onun fotoğrafını taşıdım.
O anda, diğer kayıpların fotoğraflarını tutanların arasında, dedemin varlığını ilk kez gerçekten hissettim. Cumartesi Anneleri’nin “fotoğrafın gücü” dediği şeyi o gün anladım.
86 yaşında bile olsanız, elinize büyütülmüş bir yüzü alıp baktığınızda, yeni bir bağ kurulabiliyor. O gün şunu da düşündüm:
“Eğer bu soykırım olmasaydı, eğer bu kaybetmeler olmasaydı, hem benim hayatım hem buradaki herkesin hayatı bambaşka olacaktı. Türkiye nasıl bir yer olurdu?”
“Kendi hikâyemi siyahların kölelik hikâyeleri üzerinden anlamaya başladım”

Sık sık siyah hareketten, siyah çalışmalarından öğrendiklerinizden söz ediyorsunuz. Kendi hikâyenizi onlarla nasıl ilişkilendiriyorsunuz?
Mesleki hayatım boyunca hep feminist hareketin içindeydim, ama aynı zamanda ABD’de bir beyaz kadın olarak yaşadım. Bu, ciddi bir ayrıcalık demek.
Siyahların mücadelesini, siyah çalışmalarını, kölelik tarihini okumaya başladığımda, anneannemin hikâyesine başka bir gözle baktım. Elmas’ın oğlunun elinden alınışı ve onu geri almak için verdiği mücadele, köleleştirilmiş siyah kadınların çocuklarının satılıp bir daha hiç görülmemesi hikâyeleriyle birleşti zihnimde.
İlginç olan şu:
14 yaşındayken Elmas’ın oğlunu kurtarmasının hikâyesini dinlediğimde, duygusal olarak tam bağ kuramamıştım; Amerikalı olmaya çalışıyordum, uzaklaşmak istiyordum. Ama siyah annelerin hikâyelerini okuduğumda çok güçlü bir duygusal tepki verdim. O duygu, beni tekrar anneannemin hikâyesine götürdü.
Böylece şunu fark ettim:
Kendi travmamı, kendi tarihimdeki kayıpları, başkalarının hikâyelerine bakarak daha iyi anlayabiliyorum. Siyah hareket, sadece siyahlar için değil; hepimiz için, ırkçılık ve beyaz üstünlüğünün nasıl işlediğini görmek açısından hayati.
Ben bugün dünyanın tamamının, bir şekilde, beyaz üstünlüğü üzerine kurulu bir bağlamda yaşadığını düşünüyorum. Kendimizi anlamak için:
- Irk ve ırkçılığa,
- Patriyarkaya,
- Kapitalizme ve sınıfa,
- LGBTİ+’lara yönelik baskıya
hep birlikte bakmak zorundayız.
Bu yüzden kesişimsellik benim için bir “ek” değil, düşünmenin merkezinde olması gereken bir şey.
“Kadın çalışmaları beyaz kadınlardan ibaret olamazdı”

Massachusetts Üniversitesi’nde Kadın Çalışmaları bölümünün kurucularından birisiniz. Bölümü dönüştürmek için neler yaptınız?
UMass Amherst’te Kadın Çalışmaları bölümü 1974’te kuruldu; ABD’deki ilk bölümlerden biri. Ben de bu alanın erken dönem aktörlerinden sayılıyorum.
Ama şunu söylemeliyim: Uzun yıllar kadın çalışmaları ağırlıkla beyaz kadınların tarihi, edebiyatı ve deneyimietrafında dönüyordu. 1970’lerde, 80’lerde, 90’larda “ırk”ı merkeze alan bir analiz geliştirmek, siyah kadınların ve diğer beyaz olmayan kadınların deneyimlerini merkeze almak çok zordu.
2001’de bölüm başkanı olduğumda kendi kendime şunu söyledim:
“Emekli olmadan önce bu bölümü, çoğunlukla beyaz olmayan kadın akademisyenlerin çalıştığı ve beyaz olmayan kadınların deneyimlerini merkeze alan bir yer hâline getireceğim.”
Kolay olmadı; ama büyük ölçüde başardım. Kadın çalışmaları –sonra kadın ve toplumsal cinsiyet ve cinsellik çalışmaları oldu– artık yalnızca beyaz, orta sınıf kadınların hikâyesinin anlatıldığı bir alan değil.
Bu çabayı Türkiye’deki feminist hareketle, özellikle Türk ve Kürt kadınlar arasındaki ilişkilerle de çok bağlantılı görüyorum. Mesele, “onları da kapsayalım” meselesi değil;
Kendimizi anlamak için ırkçılığı, milliyetçiliği, sınıfı, heteroseksizmi görmek zorundayız.
Bu yüzden sürekli önerdiğim kitaplardan biri de Isabel Wilkerson’ın kast sistemini anlattığı kitabı.
“Soykırım olmasaydı, bu nesiller arası travmayla yaşamazdım”

Hiç soykırım olmasaydı, hayatınızın nasıl olacağını düşündüğünüz oluyor mu?
Cumartesi Anneleri’yle dedemin fotoğrafını tutarken tam da bunu düşündüm.
Eğer bu soykırım olmasaydı, hayatım nasıl olurdu? Elbette bilmiyorum. Belki hâlâ Kastamonu’da yaşıyor olacaktım. Belki bambaşka travmalarım olacaktı. Ama bildiğim bir şey var:
Bu özel türde nesiller arası travmayla yaşamayacaktım.
Kaybedilmiş, adı anılmamış, yas tutmamıza izin verilmemiş insanların hikâyeleri, kuşaklar boyunca taşınan ağır bir yük. Ailemde kimse duygularından, yasından bahsetmedi. O yüzden bu travma, ifade edilmeyen, tutulamayan bir yas olarak kaldı.
Cumartesi Anneleri’nin arasında otururken, sadece kendi dedemi değil, yanımdaki herkesin kaybettiği insanları düşündüm.
“Türkiye, bütün bu kayıplar olmadan nasıl bir yer olurdu?” sorusu içimden geçti.
Belki bambaşka bir ülke olurdu. Belki hiç kimse gitmemiş, hiç kimse kaybedilmemiş olurdu.
"Elmas bugün burada olsaydı ne söylerdi, gerçekten bilmiyorum”
Bugün Elmas karşınızda otursaydı, size ne söylerdi? Siz ona ne derdiniz? Hiç hayal ediyor musunuz?
Doğrusu, hiç fikrim yok. Ailemde kimse duygularından bahsetmezdi. Annem çok baskıcıydı ama aynı zamanda duygularını ifade etmekte çok zorlanan biriydi. Anneannemle de böyle bir duygusal alışverişimiz olmadı.
Ben o evin içinde hayatta kalmaya çalışan bir çocuktum. Kimsenin iç dünyasına dair elimde gerçek bir malzeme yok.
O yüzden “Elmas bugün ne derdi?” sorusuna vereceğim her cevap, sadece bir fantezi olur. Belki bir şiirde, bir romanda kurabilirim bunu; ama “gerçekten böyle olurdu” diyemem.
“Bu mesajı silmediğim için mutluyum”
Son olarak, kitabınızı okuyacak, bu söyleşiyi takip edecek okurlara ne söylemek istersiniz?
Türkiye’den gelen daveti silmediğim için çok mutluyum. Silmeye çok yakındım, birkaç kez parmağım “delete” tuşuna gitti.
Buraya gelmek, Türkiye’yi tanımak, Cumartesi Anneleri’yle oturmak, Kastamonu’ya ve İnebolu’ya gitmek, Ayşe ve Fethiye’yle dostluk kurmak… Bunların hepsi hayatımı çok zenginleştirdi ve dönüştürdü.
Elmas bana şu mirası bıraktı:
“Kurban olmak zorunda değilsin. Geri dönebilir, hakkını arayabilirsin.”
Ben de elimden geldiğince bunu yapmaya çalışıyorum:
Kendi hikâyeme, başkalarının hikâyelerine, adalet talebine ve dayanışmaya geri dönüyorum.
Okurlara söyleyebileceğim belki en önemli şey şu:
Kendi hayatınızı anlamaya çalışırken, sadece kendi hikâyenize değil başkalarının acılarına, mücadelelerine ve direncine de bakın. Bazen kendinizi en iyi, sizin olmayan bir hikâyede görürsünüz.
25 Kasım'a giderken: Kadınlar Birlikte Açıyor
Nur Betül Aras: Gürsel Tekin’i eleştirdiğim tweetlerim cumhurbaşkanına hakaret sayıldı
İrlanda Büyükelçisi Brosnan: Barış süreçlerinde kadınların varlığı her şeyi değiştirir
Güven: Halkı ile barışık bir ülke mümkün, bunu birlikte inşa edeceğiz
Sığınakta yasak yok, dayanışma var: Feminist sığınak nasıl çalışır?
Elmas’ın mirasıyla yüzleşmek: Soykırım, feminizm ve sessizlik
"Şiddetin panzehiri eşitliktir": AÇEV’den ilgili babalık İçin yol haritası
Feryal Saygılıgil: Kadınların ortak dil kurması patriyarkayı yerinden oynatır
(EMK)







