Annemin babaannesini görmedim ama neredeyse köyün bütün kadınlarından ona dair bir şeyler işittim. Köyün ebesiymiş. Kadınlar ondan saygıyla söz ederlerdi. O zaman gebelik testi falan yok ama o bilirmiş kim hamile kim değil.
Annem de babaannesi gibi ebe oldu. Ama o bunun için okula gitmişti. Sağlıkta sosyalizasyon yılları. Üç yıllık bir ebelik eğitiminden sonra atamaları yapılmış. Uzun yıllar sağlık ocağında çalıştı ama aynı zamanda evlere doğuma çağrılırdı. Bazen akşamüzeri çağrıldığı evden gece boyunca dönmediği olurdu.
Kimileyin beni de götürürdü ve doğum yapan kadının, ebenin, doğuranın yakını olan diğer kadınların nasıl zorlu bir mücadeleyi hep birlikte verdiklerine tanıklık ederdim. Sonra ben modern bir hastanenin doğum salonunda çalıştım. Ama yaptığım iş hiçbir zaman annemin anneannesininkine ya da anneminkine benzemedi.
Doğum salonunda yan yana dizili beş altı tane doğum masası vardı. Suyu gelene değin odalarda sancı çeken kadınlar doğum başlayınca o masalara alınırdı. Doğanın yerine hemen yenisi alınırdı ve böylece kadınların biri çıkar biri inerdi o masalara. Arada doktorlar gelip kontrol ederlerdi. Annemin evine gidip doğumunu yaptırdığı kadınlarla kurduğu ilişkiye benzer bir ilişki değildi bizimki. Onun babaannesininkiyle ise hiç alakası yoktu. Hareketli bir üretim hattında vida sıkan işçiler gibi olduğumuzu düşünürdüm.
Gökçen Beyinli’nin Ayizi yayınevinden çıkan Elleri Tılsımlı, Modern Türkiye’de Ebelik kitabı, önce çocukluğumdan beri içinde olduğum bir mesleğe dair olduğu için ilgimi çekmişti. İyi ki de çekmiş. Çünkü hem Türkiye’de ebeliğin tarihine ama hem de çok daha fazlasına dair bir kitap.
Elleri Tılsımlı oldukça zengin bir yazılı malzemeye ve sözlü tarih görüşmelerine dayanarak doğumun tıbbileştirilmesine eşlik eden kadınların bilgisinin değersizleştirilmesi, kadınlar arası dayanışmanın ortadan kaldırılmasının hikayesini anlatıyor.
Ama esas önemlisi de bunu çok daha büyük bir hikayenin; kadınların tarihten kovulmaları, başta doğumun bilgisi olmak üzere bilgilerinin önemsizleştirilerek erkek egemen bir hiyerarşiye tabi kılınması ve her şeye rağmen buna direnmeleri hikayesinin içine yerleştirerek yapıyor.
Gökçen Beyinli ile kitabına dair konuştuk.
Türkiye’de 1980’lerin ortalarından bu yana sosyal bilimlere feminist bir müdahaleden söz etmek mümkün. Ama sağlık bu açıdan neredeyse el değmemiş bir alan gibi. Çalışmanız bu anlamda çok önemli bir ilk. Sizi doğum bilgisinin kuşaktan kuşağa aktarımına, ebeliğin tarihine eğilmeye yönelten neydi?
Çok haklısınız, sağlık, feminist müdahalenin zayıf kaldığı alanlardan biri. Özellikle tıp alanındaki erkek egemenliği, ancak son yıllarda sorgulanmaya başlandı. Fakat çalışmamı sağlık alanında bir ilk değil, ilk kez “cahil, pis, acuze” ebelerin sesine kulak veren, benden önceki kıymetli çalışmaların bir devamı olarak görüyorum.
Ebeliğin tarihine eğilmem, tamamen bir kişisel deneyimle, hamile kalmamla başladı. Bu süreçte yakın çevremden aldığım tavsiyelerle benim için “en iyi” doktoru bulabilmeyi umuyordum. Fakat hamileliğe dair neredeyse hiçbir ciddi rahatsızlığım olmadığı halde danıştığım her doktorun bana “hasta”, hamileliğime “hastalık” muamelesi yapması, devamlı kontrol altında tutmak istemesi, testler, vs.., hayal kırıklığı ve defalarca doktor değiştirmemle sonuçlandı.
Karşımda hastanesi, doktoru, test merkezleri ve benzer kurumları ile, hamilelikten kar sağlayan ile öyle güçlü bir sistem vardı ki, bir kadın olarak kendi bedenim ve elbette bebeğim hakkında çok az söz hakkımın olduğunu anladım. Bu sistemin dışına çıkmak için son bir umut olarak yaş almış, çok deneyimli eğitimli bir ebe buldum ve onunla evde doğum yapmayı önerdim.
Ebe bağlı bulunduğu doktorlardan çekindiği için bu önerimi reddedince, sorularım daha da arttı. Binyıllardır kadınlar ebelerin yardımıyla doğurmuş fakat artık bir ebe, bunun sorumluluğunu almaktan korkuyordu, bu süreç nasıl gelişmişti?
Gazeteci olarak bu konuları ele aldığım haber ve röportajlar yaptım. Tarih yüksek lisansı yaparken sevgili Meltem Ahıska’nın modernleşme sürecinde toplumsal cinsiyet ve güç ilişkilerine dair verdiği dersin sonunda hazırladığım proje, doğum ve ebelerin tarihi ile ilgiliydi. Yüksek lisans tezimde projeyi genişleterek hem doğumun tıbbileştirilmesi ve ebelerin bu sistemden dışlanması, hem de eğitim görmemiş ebelerin deneyimlerini içeren, yazılı kaynaklara ek olarak sözlü tarih görüşmelerini de kullandığım bir çalışma yaptım, bu tez kitaba dönüştü.
Kitapta Türkiye’de modernleşme sürecinin doğumu tıbbileştirdiğini ve kadınların doğuma ilişkin kuşaktan kuşağa aktardıkları bilgi ve deneyimi değersizleştirdiğini anlatıyorsunuz. Nasıl bir bilgi ve deneyim alanından söz ediyoruz?
Deneyimden elde edilen bilginin hâkim ve kıymetli olduğu bir alandan söz ediyoruz. Hamilelik ve doğum çok kadına özel deneyimler. Doğum tıbbileşmeden, yani doktor gözetimi altında ve hastanede gerçekleşmeden önce hamileye ve doğuran kadına asıl olarak yakın çevresindeki kadınlar ve ebeler destek oluyordu. Bu destek kadınlar arasında kuşaktan kuşağa aktarılan bilgiye dayanıyor. Yani bir yandan hamilelik ve doğuma dair, bu süreci yaşamış kadınların aktardıkları bir bilgi alanı var; öte yandan kadını doğurtan ebenin yetkinlik ve ustalığından oluşan bir bilgi alanı mevcut. Modernleşme ile birlikte her ikisi de değersizleşiyor. Modern zamanda tıbbi bilgi tek doğru kabul ediliyor, kadın deneyimi ve bu deneyimden kaynaklanan bilgi itibarsızlaşıyor.
Ebeliğin sadece doğuma yardım etmekle sınırlı bir uğraş olmadığını anlatıyorsunuz. Başka ne tür işlevleri yerine getiriyorlardı ebeler? Bu işlevlerinin toplumsal karşılığı neydi?
Ebeler yaşadıkları bölgelerde saygınlığa sahip, bilge kadınlar ve faaliyetleri sadece doğumla sınırlı değil. Görüştüğüm ebelerin hepsinin faaliyet alanları farklılaşabiliyor, aşçı, bitkisel şifacı, hayvan doğurtucu, kırık çıkıkçı veya ölü yıkayıcı olarak da çalışıyorlar. Kurşun dökme, parpılama, nazara karşı okuma gibi dini ritüeller de yapıyorlar.
Bu konulardaki bilginin kuşaktan kuşağa taşınmasında önemli role sahipler. Bu faaliyetler onların toplumun farklı kesimleriyle diyaloğa girmelerine imkan veriyor. Ayrıca yaşadıkları sosyal çevrede onların tanınırlığını ve saygınlığını artırıyor. Diğer yandan bu saygınlık ve ün, onları özel alanda, yani aile içinde de güçlendiriyor. Doğumun zamansız olduğunu düşünürsek, gece yarısı evden çıkabiliyorlar, bazen iki, üç gün süren doğumlarda kendi evlerine gelmiyorlar, fakat saygınlık ve ünün sağladığı güç, ataerkil yapıyı dahi zorlamalarını sağlıyor, mesela kocalarının veya kayınvalidelerinin onlara “gitme”, “gidemezsin” demesini engelliyor.
Peki, hamilelik ve doğumun tıbbileşmesinin, erkek egemenliğiyle nasıl bir ilişkisi var?
Tıbbın hamilelik ve doğuma müdahil olması, kadın bedeni üzerinde tahakküm kurmakla yakından ilişkili, çünkü erkek doktorlar doğumu bir hastalık olarak inşa ederken, aslında kadın bedeni üzerindeki erkek hakimiyetini meşrulaştırıyor. Yani hamile bir “hasta” ve doğum bir “hastalık”sa, doktorun müdahalesi gerekli ve kaçınılmaz.
Bu noktada tıbbın erkeklerin inşa ettiği bir uzmanlık alanı olduğunun altını çizmek gerek. Kadınlar uzun süre bu alanda yetkin kabul edilmiyor, doktor olabilmelerinin tarihi de aslında çok yakın. Kadın bu alanda uzun süre yardımcı role sahip; anne ve eş olmanın doğal uzantısı olarak görülen hemşirelik kadına uygun görülüyor.
Bugün tıp alanında çok sayıda kadın çalışıyor fakat kuruluşu itibariyle tıp, erkek egemen bir güç sistemine dayanıyor. Yani çalışan kadın sayısının çok olması, o sistemin temelinde bulunan cinsiyetler arası hiyerarşiyi ve güç ilişkilerini değiştiremiyor. Örneğin bir “kadın” jinekolog da doğumu bir hastalık olarak görüyor, ebenin bu alanda yetkin olmasını kabullenmiyor.
Bu süreçte ebelik nasıl bir dönüşüm geçiriyor?
Doğum tıbbileşirken, tıp eğitimi almamış, bu mesleği deneyim ve ustalıkla icra eden ebeler sistemden dışlanmaya başlıyor. Hamilelik ve doğumu hastalık olarak gören, doktorların sözünden çıkmayan yeni bir nesil yetiştirilmeye çalışılıyor. Bu eğitimli genç ebeler, erkek doktorlar tarafından eğitiliyor ve hamilelik ve doğuma dair o erkek egemen tıbbi bakışı sahipleniyorlar.
Erkek doğum uzmanlarının ve genç ebelerin doğuma müdahil olabilmeleri için, doğum alanında hakimiyete sahip “yaşlı” eğitimsiz ebelerin sistemden dışlanmaları bir zorunluluk; çünkü bir yandan insanlar doğum konusundan uzun süre onlara doktorlardan daha çok güveniyorlar, öte yandan bu ebeler doktor hakimiyetini kabullenmiyorlar.
Türkiye’de doğumun tıbbileştirilmesinde büyük rol oynayan, “ebelerin ebesi” olarak anılan Besim Ömer’in deyimiyle “kendi başlarına iş görüyorlar”. Onları sistemden dışlamanın yolu da marjinalleştirmek: bu söyleme göre cahil ve pisler, batıl inançlara çok düşkünler, hamile ve doğuran kadına, hatta bebeğe zarar veriyorlar. Bu sürecin tüm dünyada benzer bir şekilde ilerlemiş olmasını da akılda tutmak önemli.
Mesela 18. ve 19. yüzyıl Fransa’sında, ebelerin erkek pratisyen ve hekimlere göre tehlikeli ve ihmalkâr oldukları görüşü yaygınlaşıyor. Ebeler dönemin karikatürlerinin vazgeçilmez konusu ve genellikle sarhoş ve pis olarak resmediliyorlar. Hatta 18. yüzyılda İngiltere’de, rahiplerinden iyi karakterli olduklarını gösteren özel bir belge alarak ahlaklarını kanıtlamaları gerekiyor. Bu süreçte yaşlı ebeler sistemden dışlanıyor, fakat eğitimli ebelerin de doğumda hakim olmaları istenmiyor, tıbbi hiyerarşinin en altına konumlandırılıyorlar.
Mektepli genç ebeler ile formel bir eğitim görmemiş ebeler ne tür karşılaşmalar yaşıyorlar? Birbirinden öğrenme ve güç alma örneklerinden söz ediyorsun. Bunu biraz açar mısın?
Doğumun tıbbileştirilmesi sürecinde “yaşlı” ebeleri sistemden atabilmek için, eğitim görmüş genç ebeler ile, deyim yerindeyse “düşman” olmaları kurgulanıyor. Eğitimli ebeler, bir çok göreve ek olarak, yaşlı olanları doğum alanından uzaklaştırmakla da görevli. Bir anlamda kadın dayanışmasını engellemek amaçlanıyor.
Yazılı kaynaklarda bu söylem çok güçlüdür. Fakat sözlü tarih görüşmeleri, kadınların bu söyleme ve politikaya nasıl direndiğini görmemi sağladı. Eğitimli ebeler görevli olarak atandıkları köylerde doğum yaptıran “yaşlı” ebelerle, kendilerine öğütlendiği gibi düşman veya rakip olmamışlar her zaman. Zor durumlarda birlikte hareket etmişler veya birbirlerinden doğum tekniklerini öğrenmişler.
Mesela doğum modernleşirken Türkiye örneğinde doğum sandalyesi veya iskemlesi giderek kullanılmamaya başlıyor, “modern doğum”da kadın sırt üstü yatarak doğuruyor. Bu pozisyonun ebeye sağladığı rahatlığı fark eden “yaşlı” ebeler de bu tekniği uygulamaya başlıyor; bazen de eğitimli ebeler “yaşlı” ebeden öğrendiği şekilde doğurtmuş, yani bu tekniği kullanmamış.
Mektepli olmayan ebelerin “cahil” olarak nitelenmeleri, “yaşlı acuze”ler olarak dışlanmaları, SilviaFederici’ninCaliban ve Cadı kitabında, doğum ve kürtajın bilgisine sahip olan sağaltıcı kadınların kilise tarafından cadı ilan edilmelerini anımsatıyor. Kadınların doğumun ve hamileliği sonlandırmanın bilgisine sahip olmaları erkek egemen iktidarları her daim rahatsız etmiş görünüyor, ne dersiniz?
Kesinlikle haklısınız, zaten ebeler de cadılıkla suçlanmıştır, örneğin Fransa’da 15. yüzyıldan, İngiltere’de ise 16. yüzyıldan itibaren... Bunda elbette kadın doğasına dair derin korkunun rolü var. Kürtaj bilgisine sahip olmak ise başlıbaşına bir tehdit. Nüfus, özellikle modernleşme sırasında ve elbette ulus devletlerin kuruluşunda iktidarın en büyük gücü olarak görülüyor. Bu yüzden dünya genelinde kadının temel görevinin annelik olduğu salık verilmiştir ve kadınların ne yaparlarsa yapsınlar bu görevi aksatmamaları beklenmiştir. Bu bağlamda kürtajı kontrol etmek devletlerin öncelikli amaçlarından biri olagelmiştir, çünkü kürtaj bilgisi hem nüfusu hem kadınları kontrol altında tutmaya karşı bir tehdit oluşturur.
Kadınların doğurganlıkları, kaç çocuk doğuracakları konusu bugün de çok önemli. Cumhuriyetin kuruluşunda modernleşme, güçlü ve gürbüz bir nüfusa sahip olma ülküsü ile bugünkü nüfus politikalarını yan yana getirdiğimizde ne söylenebilir?
“Yeni Türkiye”de kadının doğurganlığının, sahip olması gereken “ideal” çocuk sayısının bu kadar önemli olması şaşırtıcı değil. Tüm iktidarlar kendi pozisyonlarını sağlamlaştırmak için kalabalık, güçlü ve “gürbüz” bir nüfusa ihtiyaç duyar. Bugün erken cumhuriyete dair neredeyse tüm ideolojiler ve politikalar reddedilirken, kadın doğurganlığına dair politikalarda süreklilik bulunması bu yüzden beni şaşırtmıyor. Aynı süreklilik, kendini Osmanlı’dan sonra “yeni Türkiye” olarak kurgulayan erken cumhuriyette de vardır, yani cumhuriyet Osmanlı’ya dair her şeyi reddederken, geç Osmanlı’nın nüfus ve doğurganlık politikalarını devam ettirmiştir. Kadının temel görevinin annelik olduğu inancı da iktidarlar arasındaki en temel ortak noktalardan biridir. (HÇ/NV)
* Gökçen Beyinli, Elleri Tılsımlı, Ayizi Kitap, 2015, İstanbul, 288 sayfa.