"Teksas'ta Cumhuriyetçiler tarafından yapılacak yeniden bölgelendirme [seçim bölgelerinin sınırlarının değiştirilmesi], önümüzdeki dönemlerde Temsilciler Meclisi'ndeki Cumhuriyetçi sayısını 5 ilâ 7 artıracaktır. Teksas ve ülkenin tamamında yapılacak yeniden bölgelendirme, Cumhuriyetçilerin Temsilciler Meclisi'ni 2012'ye kadar kontrol etmesini sağlayacaktır."
"Yeniden bölgelendirme"nin Norquist'in sözünü ettiği biçimine "gerrymandering" deniyor. Yani bölgelendirme işinin, belirli bir partiye -ya da sınıfsal, etnik veya dinsel gruba- avantaj sağlayacak biçimde yapılması..
Norquist'in "seçmen iradesi"nin eğilip bükülmesi anlamına gelen bu "mühendislik" işinden, gayet olağan bir şeyden söz eder gibi söz ettiğini görüyoruz. Ama zaten şimdi önümüzde asıl, tamamlanmış Amerikan başkanlık seçimleri duruyor: Tarihte oyların geri dönülüp sayılamadığı, bir itiraz halinde "sandık sonuçları"nın kontrol edilemeyeceği, "elektronik oylama"nın tüm ülke düzeyinde uygulamaya sokulduğu ilk "serbest" genel seçim. "Seçmen iradesi"nin değil eğilip bükülmek, dipsiz bir kuyuya atıldığı, itiraza kapalı bu tarihi seçimin yanında Norquist'in "gerrymandering" taktikleri küçük bir ayrıntıdan ibaret.
Seçim sonuçlarındaki tuhaflıkları araştıran, gelen şikayet ve ihbarları değerlendiren çok sayıda grup arasında, "Blackbox Voting" gibi, "elektronik oylama"yla ilgili çalışmaları artık kurumsallaştırmış ve hatta kendi medyasını oluşturma yolunda olanlar da var, son başkanlık seçimlerinden sonra oluşan gruplar ve çalışmalar da.
Bunlardan biri, Florida'nın bölgelerini ele alıp kayıtlı seçmenin politik tercihleri ile seçim sonuçlarını masaya yatırmış durumda.
İlginç veriler var. Mesela Florida'nın Dixie bölgesinde kayıtlı 9676 seçmenin yüzde 77.5'i daha önce Demokratik Parti'yi desteklediğini bildirmiş, yüzde 15'i ise Cumhuriyetçi Parti'yi. Ama son seçimlerde Demokratik Parti oyların sadece yüzde 30'unu, Cumhuriyetçi Parti yüzde 69'unu almış.
Gene Florida'daki Baker'da kayıtlı 12,887 seçmenin yüzde 69.3'ü Demokratik Parti'yi, yüzde 24.3'ü Cumhuriyetçi Parti'yi destekliyor. Seçimlerde Demokratik Parti oyların yüzde 22'sini almış, Cumhuriyetçi Parti yüzde 77'sini. Florida'nın DeSoto, Columbia, Calhun, Glades, Gulf, Hamilton, Hardee bölgelerinde ve başka yerlerde de benzer bir asimetrinin olduğu, ilgili Web sayfasına şöyle bir bakanın hemen ilk anda gözüne çarpacaktır. Söz konusu bölgelerde yüzde 60-80 oy potansiyeli olan Demokratik Parti, yüzde 20-40 civarında oy almış durumda.
İrili ufaklı gruplar "ilk elektronik başkanlık seçimi"yle ilgili bir nihai rapora doğru çalışmalarını sürdüre dursunlar, Demokratik Parti ve John Kerry'den seçim sonuçlarına herhangi bir itiraz gelmiş değil. Şu anda sesini yükseltip itiraz eden kişi, "seçimlerin A'dan Z'ye kaçırıldığını "hijack" söyleyen Ralph Nader.
Sistemin güvenliğini "derin devlet şirketi" sağladı
Öte yandan, Sonoma State Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyelerinden ve "Project Censored"ın yöneticilerinden Peter Phillips, "Democracy Fails, Corporations Win" başlıklı makalesinde, elektronik oylama sistemlerini kuran şirketlerin yatırımcılarından söz ediyor.
Bu üç şirketin, Election Systems & Software (ES&S), Sequoia ve Diebold'un en büyük yatırımcıları arasında, silah endüstrisinin önde gelen devlet kontratçıları Northrup&Grumman, Lockheed-Martin, Electronic Data Systems (EDS) ve Accenture'un bulunduğunu söyleyen Phillips, Diebold'un elektronik oylama makinaları için güvenlik sistemlerini geliştirme işini de, Scientific Applications International Corporation'a (SAIC) vermiş olduğunu hatırlatıyor. Yönetim kurulu üyelerini (aynı zamanda ortaklar), eski Pentagon ve CIA yöneticilerinin oluşturduğu bu "patronsuz" şirketin başındakiler arasında iki eski CIA yöneticisi (Bobby Ray Inman ve Robert Gates) ile iki yüksek rütbeli asker (eski genelkurmay başkan yardımcısı William Owens ve eski Milli Güvenlik Konseyi üyesi Wayne Downing) var.
Şubat 2004 tarihli bir Beşeri Durumlar makalesinden SAIC'i hatırlayalım:
"1969 yılında kurulmuş ve sahibi, bizzat şirket çalışanları.. 40 bin civarında çalışanı bulunan şirketin kazancının % 69'u devlet işlerinden geliyor. Amerikan devleti SAIC'e güveniyor. Bu güven üç yıllık Bush yönetimiyle sınırlı değil. 2002 gelirleri 5.9 milyar dolar olan SAIC , 1990'dan bu yana Amerikan hükümetlerinden en fazla iş alan şirketler sıralamasında üçüncülüğü elinde bulunduruyor. Şirketin üst düzey yöneticilerinden Christopher "Ryan" Henry Şubat 2003'de görevinden ayrılıp savunma bakan yardımcılıklarından birini üstlenmiş. Bir başka yönetici Duane P. Andrews, 1989 - 93 yılları arasında savunma bakan yardımcılarından biri olarak görev yapmış. Yani hem baba Bush, hem de Clinton'la çalışmış. Andrews'un "Güvenliği yeniden tanımlama" başlıklı tarihî bir raporun altında imzası da var.. Ekim 2003'e kadar SAIC yönetim kurulu üyesi olan emekli amiral Bobby Ray Inman, ABD'nin en stratejik resmi kurumu olan National Security Agency'nin eski yöneticilerinden. Inman aynı zamanda Fluor şirketinin yönetim kurulunda. 1996'da generallikten emekli W.A. Downing de SAIC yönetim kurulu üyesi. National Security Council bünyesindeki uluslararası kontr-terörizm biriminin eski yöneticilerinden.. Türkiye'de de İncirlik ve İzmir'de iki bürosu bulunan 'derin şirket' SAIC'in sahibi olan çalışanlar arasında işte böyle seçkin insanlar var.."
Hangisinin yanlış sayılmasına katlanılabilir? Oyun mu, paranın mı?
"Elektronik seçim"in dünyanın başka yerlerinde de uygulanması, biliyoruz ki sadece bir "an" meselesi. Örneğin Eylül 2004'de Kazakistan'da, Hürriyet'ten Yalçın Bayer'in kestirmeden ve gayet kesin ifadesiyle "hatasız ve açık" yapılan seçimde elektronik oylama yöntemi kullanıldı. Ama şimdi ABD'nin seçim sonrası manzarasını biraz kenara koyup kendimize şu soruyu soralım:
"Hangisini tercih ederdik? Oylarımızın yanlış sayılmasını mı, yoksa paramızın yanlış sayılmasını mı?"
Biraz açmak gerekirse, diyelim ki bilgisayarınızı kullanarak Internet üzerinden bir hesaptan diğerine 20 milyar lira yatırdınız. İşlem tamamlandıktan sonra parayı yatırdığınız hesaba girdiniz ve bakiyede en ufak bir artış olmadığını gördünüz. Herhangi bir nedenle, belki bankanın kullandığı yazılımdaki bir "bug" (yazılım hatası) yüzünden, 20 milyar liranız buhara dönüştü, uçup gitti. Evet, birini diğerine tercih etmek söz konusu olmayacaktır, ama işte, böyle bir şeyin olması mı daha katlanılabilir bir şeydir, yoksa seçimde bir partiye vermiş olduğunuz oyun sayılmamış olması mı?
Banka şebekelerinde elektromanyetik ortamlar kullanılarak yapılan işlemlerde "paranın yanlış sayılması", tam bir garanti verilemese de (bir yazılım asla tüm "olasılıklar"ı öngöremez, yazılımcının "beklemediği" bir durum daima çıkar), aslında pratik olarak mümkün değildir. Çünkü tüm giriş çıkışlar, hem elektronik hem de fiziksel olarak, belirli aralıklarla kontrol edilir ve hatalar engellenir. Nedeni basit: Yapılacak bir hatanın bedeli, banka tarafından göze alınabilir, telafi edilebilir olmayabilir. Bankada işlem yaparken parası "uçan" birkaç kişinin feryatları ışık hızıyla bankanın çöküşüne yol açacaktır.
Ya devlet? Oyların yanlış sayılması ona güveni de aynı biçimde sarsacak ve devletin "çökmesi"ne yol açacak mıdır? Birey, "o" devletin değil de "şu"nun "müşterisi" olmayı seçebilir mi?
Son Amerikan başkanlık seçiminde oy kullanmayan 80 milyonu aşkın "sistem dışı" Amerikan vatandaşı bir yana, kullananların da "oylarının doğru sayılması" ile fazla ilgili olduğu söylenemez. Sonuçta bu insanlar, bug'larla dolu olduğu için kendiliğinden hatalı sonuç verebilecek, üretici şirket ya da sistem yöneticisi tarafından manipüle edilmesi olası ya da hack edilebilecek yazılımlara güvenerek oy kullandılar. Seçimleri, bu tür olasılıklar bulunduğu için, mesela boykot eden çıkmadı. Ne de sandıkların önünde "exit poll"larla seçim sonuçlarını karşılaştırmak için büyük kalabalıklar toplandı.
Son seçimin meşru olmadığını, bu seçimlerde birkaçyüz bin, bir öncekinde ise 3 milyon kadar oy alan Nader, bir de bir miktar Demokratik Parti seçmeni söylüyor sadece. Ve herhalde ne ABD'de ne de dünyanın para ile mal ve hizmet alınan başka bir yerinde, "paranın yanlış sayılma" ihtimaline aynı toleransla yaklaşılabileceğini söyleyebiliriz.
Bu durumda ise, "Norquist düşüncesi" politik arenada aslında hemen hemen rakipsiz demektir.
ABD'de devletin, bireyin üretiminden doğan ya da tüketim fazlası olan kaynaklarını konsolide eden, denetleyen ve değerlendiren bir aygıt olarak bugün geldiği nokta, birey açısından tek kelimeyle "hayati" olsaydı, "seçmen iradesinin dipsiz kuyuya atılması" Amerikan seçmeni tarafından bu kadar sakin karşılanabilir miydi? 2 Kasım günü 80 milyonun üzerinde insan oy kullanmak yerine başka şeyler yapmayı tercih eder miydi?
Kişisel kaynakların ya da bütün bir toplumsal kaynağın konsolidasyonunu, denetimini ve değerlendirilmesini üstlenmiş başka kurumlar karşısında devletin hayati bir şey olmaktan çıktığını, Amerikan seçimlerinin artık düpedüz bir maskaralık haline gelmiş olması karşısında sergilenen kayıtsızlık bir kez daha gösteriyor.
"Norquist devleti"
Banka gibi, bireyin yaşamak için ihtiyaç duyduğu mal ya da hizmetleri üreten ve karşılığında kişisel kaynakları konsolide edip denetleyen başka kurumların, ABD'de çoktandır devletin yerini almış ya da hızla almakta olduğunu söyleyebiliriz.
Sağlıktan eğitime, sigortadan iletişime, güvenlikten bilişime.. Sadece belirli sektörleri kapsamaktan çoktan çıkmış ve artık hayatın her alanını kapsayan bu kurumların yanında "devlet"in, ne zamandır bir fazlalık olarak sırıttığını. Bu kurumların her birinin, "eski devlet"in farklı birimlerinin işlevlerini üstlenmiş olduğunu.. Bunların kavramsal olarak Norquist'in düşlediği "yeni devlet"in birimleri olduğunu ve bu "yeni devlet"in tamamının, birimlerinden biri olan "banka" gibi, piyasa koşullarına tâbi gibi göründüğünü de..
Norquist düşüncesinin perspektifinden bakarsak, bu anlamda, bir yandan böyle bir politik sistemde birey "seçme özgürlüğü"nün zirvesine çıkacak, bir yandan da "devlet"le ilgili sürdürülebilir, "mutlak" bir formüle ulaşılmış olacaktır.
Öte yandan, Norquist perspektifinin dışına çıktığımız zaman ise şunu görüyoruz: Birey kaynaklarını emanet ettiği bankanın bu kaynaklarla ilgili işlemlerini kontrol edebilir, ama bu kaynakları nasıl değerlendireceği konusunda en ufak bir kontrol gücü yoktur. Yani "eski devlet"e yönelttiği talepleri ve eleştirileri "Norquist devleti"nin birimlerinden biri olan bankaya ya da diğerlerine yöneltmesi söz konusu değildir. Sadece kendi kişisel kaynağının hâlâ orada olup olmadığını ve yaptığı sözleşmedeki şartların yerine getirilip getirilmediğini sorgulayabilir. O kaynağın değerlendirildiği fonun, hayatın hangi alanlarına akıtıldığı, bireyin ötesinde, şirket ortaklarının ve uzmanlarının iradesi dahilindedir.
Sonuçta "Norquist devleti"nde ya da "doğrudan devlet"te, kaynağa sahip olduğu halde onu kullanamayan, kaynağının mülkiyeti giderek fiktifleşen birey açısından hedef, sıradan bir banka müşterisi ya da "miyop bir yatırımcı" olmanın ötesinde, "hissedar" ve mümkünse "ortak" olmak olabilir. Denebilir ki Norquist, herkesin hissedar olduğu ve hisse değerlerinin piyasa koşullarına göre serbestçe dalgalandığı bir dünya düşlemektedir.
Not: Son Amerikan seçimlerinin bu transformasyonu yansıtan bir maskaralık ve kayıtsızlık gösterisi olduğunu tekrarladıktan sonra, Washington DC'deki seçim sonuçlarını da yorumlamaya çalışalım. Sonuçların seçmen eğilimlerine karşın Bush'un lehine olduğu çok sayıda örneğin yanında, Washington DC'nin içinde bulunduğu 500 bin nüfuslu Columbia bölgesinde Kerry oyların yüzde 89.5'ini almış durumda. (ŞA/YS)