Aslında, bu bağlamda tartışma dediğiniz şey, uluslararası sermayenin maksimizasyonu için belli bir gerçekliği olmasa da, demokratik bir temsil yeteneğinin vurgulanmasıdır. Dolayısıyla adı geçen bu demokrasi, sermayenin sosyal haklar ve eşitlik ile mücadelesinde kazanımlarından biridir. Yine aynı demokrasi, rasyonel bir kapitalist yapılanmada kâr üretilmesini ve daima yeniden üretilmesini gerektiren bir ekonomik sistemin temel özelliğidir.
İronik olan şu ki; bu demokrasi, özgürlük yoksunluğunda kendini gösterir. Liberallerin çoğunluk üzerinden işleyen ekonomik iktidarları ile aynı çoğunluğun tüketim özgürlüğünden ibaret varlığını aynı potada eritir. İşte bu erime sürecinin varlığı, saçmalıklarla dolu bir "kapitalist ilerleme" misyonunu meşrulaştıran en önemli araçtır.
"Ses"ini arayan ve kendini gerçekleştirme umudunu kaybedip pasifist bireycilik ile nihilist edilgenlik arasında denge tutturmaya çalışan bir gençliğin -öncelikle gençliğin- varlığı gösteriyor ki: Kapitalizm, iktisadi değil; sosyolojik bir kavramdır.
Toplumsala gömülmüş ve toplumsalı amaçlayan kurumların, güçlerin ve örgütlerin, sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi etrafındaki eylemlerinin toplamıdır kapitalizm. Kapitalizm, ekonomik hegemonya kavramını referans alır ve bu kavram sermayenin ekonomik alandaki egemenliğinden farklı bir tanıma haizdir. Daha da önemlisi, kapitalizm, meta anlatıların ve bürokrasinin yokluğunda, anlık ve gelip-geçici olana "uzun vade yok" sloganıyla bağlanırken; kendi uzun vadeli hegemonyasına toplumsal bir zemin bulabilmek için kapitalist bir devlete ihtiyaç duyar.
"Siyasi" iktidar ile "Ekonomik" İktidar arasındaki bu stratejik ilişkinin salt ekonomik alanla sınırlı olduğunu ve kitlelerin sadece bu yönde, sermayenin yeniden üretimi için, pasifize edildiğini düşünmek önemli bir yanılgı olacaktır. Çünkü, meşruiyet kaynakları, özneleri ve sınırları inşa edilmiş ve düzenlenmiş hayali bir cemaat olan "ulus" kavramının da, hem ekonominin zemini/mekanı olması hem de siyasi iktidara anlam vermesi sebebiyle önemi büyüktür.
Dolayısıyla ekonomik seçkinlerin, hegemonyayı düzenleyecek ve meşrulaştıracak bir siyasi iktidara ihtiyacı vardır. Devlet de, "zor ile silahlanmış hegemonya"dan farklı bir yönetişim mekanizmasını, ekonomiden ödünç alır. Dolayısıyla süreç, ekonomik alandan başlar ve yine aynı yere döner.
Devlet, bu süreçte bir katalizördür; ekonomik alanın talepleri ile toplumsal olanın ihtiyaçlarını, çoğu zaman o ihtiyaçları belirleyerek, bir noktada buluşturur. Nitekim, bu nokta, liberal söylemin o ünlü vecizesinde de yer alır: "Fiyat, arz ve talebin karşılaşma alanı olarak piyasada belirlenir."
Bu düşüncenin nahifliği, arz ve talebin güçlerindeki eşitliği varsaymasından ileri gelir. Oysa, arz, piyasa dışında güçlenerek piyasaya girer; yani gücünün kaynağı piyasa dışındadır ve piyasada hem talebi belirleyerek hem de belirlenen ihtiyaçların karşılanma zorunluluğunu doğurarak gücünü daha da arttırır ve fiyatı da belirler.
Nitekim, piyasadaki dalgalanmalar dolayısıyla, ekonomistlerin salt ekonomik verilere indirgenmiş yorumları, "fizyolojisi belirlenmiş ekonomik bir hayvan" olarak insan figürünü hesaba katmadıkları ölçüde ya geçerli ya da ahlaklı değildir.
Uluslararası sermayenin, mali piyasaların serbestleşmesinin ardından, düşük döviz kuru ve yüksek faiz oranına sıkıştırdığı ulusal piyasalar, uluslararası sermayenin sözüm ona kaçışını engellemek için faiz arttırıcı kararı veren Merkez Bankası (MB) para kurulunun kararıyla rahatlıyor, gevşiyor.
Piyasadaki para miktarını belirlemekten başka bir misyonu kalmamış MB, siyasi alanın geçirgenliğine dair en önemli işaret... Oysa ki, yatırıma dönüşmediği sürece, ulusal ekonominin alanına giren paranın yüzde 80'i girdiği hafta dışarı çıkıyor, ki gücünü bu belirsizliğine, tanımlanamazlığına ve esnekliğine borçlu...
Üretime dönüşen yabancı sermayenin, yatırım yapılan alanın üretim ve dağıtım ağına gömülmüş olan sermayenin, Türkiye'nin jeo-stratejik önemini de hesaba katarak, yurtdışına çıkacağını düşünmek ise, küresel ekonominin uzay boşluğunda gezindiğini sanmak gibi bir şey...
Dolayısıyla, faiz artırım kararıyla, iç talebin kısılıp enflasyonun dizginlenmesi süreci; ihracat yönelimli, dolayısıyla maliyetlerin ve tabii ki ücretlerin düşürülmesini, kar hâdlerinin yükseltilmesini temel alan neo-liberal politikaların yeni bir oyunu.
"Yeniden yapılanma-kriz-devalüasyon-yeniden yapılanma" şeklinde ilerleyen, "ilerleme" retoriğinin içine gizlenmiş bağımlılık oyunun yeni bir sahnesi. Bu oyunun ana mekanı, 1980'lerden bu yana uygulanan mali serbestleşme politikaları dolayısıyla, KİT'ler oldu/oluyor.
Sermayenin karlılığında bir değişme olmadan uluslararası mali piyasalara entegre olabilmesi için; rant aktarımına, girdi fiyatlarında indirime giden, sürecin sosyal maliyetlerini üstlenen ve sermayenin düzenlediği/denetlediği bir piyasa ekonomisinde doğal olarak zarar eden/kamu açığına neden olan KİT'ler... (Özellikle son dönemde, enerji sektörünün rantiyerleri, BOTAŞ'ın zarar etmesiyle o kadar meşgul ki...) Lise defterimdeki notu hala hatırlarım [Kareli harita metod bir defterin sağ kısmında]: Devletin kara delikleri başlığı altında 1.madde, KİT'ler...
Aynı oyunun farklı bir sahnesi de sosyal güvenlik "reform"u adı altında sergileniyor. İhracat yönelimi ve uluslararası piyasalara eklemlenme süreci, maliyetlerin ve ücretlerin düşürülmesi ile paralellik taşıdığından, bu süreç özünde sosyal tepkilere zemin hazırlıyor. Bu -çoğu zaman- anlık tepkilerin, sistemin yeniden üretimini sarsacak sosyal patlamalara yol açmaması için de -yine- devlet devreye giriyor.
Bu noktada yine liberallerin, "devlet, piyasadaki bir aktör olmaktan vazgeçsin, sadece düzenleyici bir mekanizma olarak varlığını korusun" şeklindeki özdeyişi, sermayenin kurumsal varlığını denetlemekten ziyade, maliyetlerin/ücretlerin düşürülmesi -sermaye üzerindeki sosyal baskıların azaltılması- ve tüketimin istenilen düzeyde yaratılması -öncelikle imaj tüketimi- yönünde doğrudan bireylere/çalışanlara yönelmiş bir paradokstan kaynaklanıyor.
Sosyal güvenlik reformu da, bu paradoksu, hem sermaye-emek çelişkisini daha da arttırarak hem de sosyal güvenlikteki zafiyet ve istihdamda esnekliğin birleştirilmesi marifetiyle emeği, sermayenin manipülasyonuna daha da açık hale getirerek meşru bir zemine yerleştiriyor.
* Gökhan Gökgöz; Gazi Üniversitesi Kamu Yönetimi Anabilim Sosyoloji Bilim Dalı Yüksek Lisans.