Türkiye;
* 1977-1978 yıllarında 70 sente muhtaç olduğumuz krizi,
* 1980-1981 yıllarında 24 Ocak Kararları ve bunun sonucunda oluşan krizi,
* 1983 yılında Banker Krizini,
* 1988 yılında Borsa ve Döviz Krizini,
* 1991 yılında Körfez Krizini,
* 1994 Ekonomik Krizini,
* 1998 Tekstil Krizi ve Uzakdoğu ve Rusya Krizini
* 22 Kasım 2000 Krizi
* 22 Şubat 2001 Krizini yaşadı.
En son yaşadığımız kriz olan 22 Şubat (Kara Çarşamba) krizinin patlak verdiği ilk günlerde Öz İplik-İş Sendikası Veri Araştırma ve Değerlendirme Bürosu'nun yaptığı aşağıdaki ilk değerlendirmeler bütünüyle gerçekleşti.
Ana başlıklar halinde 22 Şubat 2001 kriz değerlendirmesi:
22 Şubat (Kara Çarşamba) Krizinin etkileri:
* Halkın hükümete güveni kayboldu. Yapılacak hiçbir programdan ümit kalmadı. İstikrar Programının istikrar getirmediği ortaya çıktı.
* Dışa bağımlı ekonomi politikaları bir kez daha iflas etti.
* Türk parası ortalama yüzde 30 oranında devalüe oldu.
* Türkiye yüzde 30 yoksullaştı. Yani Milli Gelir 60 milyar dolar azaldı.
* Krizde toplumun çok büyük bir kesimi kaybetmesine rağmen, çok küçük bir kesim (elinde döviz bulunduran ve repo yapanlar-gecelik yüzde 7500 faizlerle kazançlı çıktı.
* Gelir dağılımı dengesizliği makası önemli oranda açıldı.
* Kişi başına düşen borç miktarı 2000 yılı sonu itibariyle 2.474 dolar iken, TL.'nin devalüesi sonucu yaklaşık 950 dolar daha kişi başına borç yüklenmiş ve kişi başına düşen borç miktarı 3.424 dolar oldu.
* Yabancı yatırımcılar Türkiye'yi terk edecek. Çünkü Uluslararası Kredi kuruluşlarının Türkiye notu düşürüldü. Türkiye "riskli ülke" konumunu daha da ağırlaşarak sürdürüyor.
* Dış borç yükü dalgalı kur sistemiyle birlikte yaklaşık 30 milyar dolar arttı.
* Bütün hedefler revize edilecek yani olumsuz yönde değiştirilecek.
* Devlet Hazinesi TL. bazında yüksek oranda borçlanacak.
* Enflasyon denetlenemeyecek, artacak.
* Durgun olarak iç piyasa daha da durgunlaşacak.
* 2001 yılı mali bütçesinin zaten olumsuz olan dengesi daha da bozulacak.
* Borç faiz yükü artacak. 2001 bütçesinde planlanan faiz ödemesi 16.7 katrilyon. Ancak krizden sonra bu rakamın 30 katrilyon lira civarında gerçekleşmesi muhtemel. Yatırımların payı daha da azalacak.
* Vergi gelirleri, piyasanın durgunluğundan dolayı azalacak.
* Kamu açıkları büyüyecek.
* Büyüme hızı düşecek.
* Üretim, verimlilik artışı, istihdam gibi reel dokular zedelendiği için işsizlik oranı yükselecek.
* Kamu ve Özel Sektör zamları ardarda gelecek ve toplumun sabit ve dar gelirli kesimlerinin alım gücünü daha da düşürecek.
En son 22 Şubat 2001 krizi olmak üzere; bütün bu krizlerin sonucunda; deyim yerindeyse bir adım ileri iki adım geri giden bir Türkiye insan kaynaklarını ve ekonomik-sosyal potansiyelini heba eden bir ülke olma vasfını neredeyse tescil etmiş bir duruma geldi.
TBMM bünyesinde kurulan Yolsuzlukları Araştırma Komisyonu'nun tespitlerine göre, 21 Şubat krizi gecesi yani devalüasyondan birkaç saat önce Merkez Bankası yerli ve yabancı 21 bankaya 5.3 milyar dolar döviz sattı. Yani 70 milyon vatandaşımızın (sözde) sahibi olduğu Merkez Bankası 21 özel bankaya rant dağıttı.
Ancak; uzun yıllardır uygulanan politikalarla giderek sosyal devlet niteliğini kaybetmeye başladığına, eğitim-sağlık-güvenlik gibi temel toplumsal hizmetlere bile ticari bir mantıkla yaklaşan bir merkezi yönetim anlayışıyla Sosyal Devletin Ticari Devlete dönüştürüldüğüne tanık oluyoruz.
Bugün geldiğimiz noktada, Türkiye'nin temel sorunlarından bazılarına özet olarak ve rakamların diliyle bakacak olursak net olarak şunları görürüz:
Kamu Bütçeleri-Borçlanma
Bütçeler bir ülkenin bir yıl içinde uygulayacağı sosyal ve ekonomik politikaların rakamsal fotoğrafıdır.
Türkiye'nin; 2000, 2001 ve 2002 yıllarındaki bütçe gerçekleşmeleri ve 2003 yılı bütçe hedeflerine baktığımızda "Vergi-Borç-Faiz-Açık"tan ibaret olduğunu görürüz. Sadece faize giden paranın yatırımlara giden paranın 26 katı olduğu ve vergi gelirlerinin yüzde 94'ünün faize gittiğini hatırlatmak bütçenin temel niteliğini göstermeye yeter.
Bütçeler; yatırım-üretim-istihdam bütçesi olmaktan uzak, rant-faiz-vergi bütçeleri oldu.
Vergi gelirlerinin tamamına yakın kısmı borç faizlerine gidiyor. Yatırımların bütçedeki payı azaldı. Kamu açıkları büyüdü. Bütçelerin sosyal niteliği kalmadı.
Faiz ödemesi faize gitmeseydi
2003 yılı bütçe hedefine göre; ödenecek olan yıllık 65.5 katrilyon (günlük 405.4 trilyon, saatlik 16,9 trilyon) faiz ödemesi, eğer faize gitmeseydi bu parayla neler yapılabildiğine bakalım:
* 1.500 işçi çalıştıran 460 tane tekstil fabrikası yapılabilirdi.
* 7.650 km. otoyol yapılabilirdi.
* 160 mw. gücünde 306 adet barajlı hidroelektrik santral (Muş/Alpaslan Barajı gibi) yapılabilirdi.
* 10 adet uçak gemisi alınabilirdi.
15.300 km. demiryolu yapılabilirdi.
* 184 boğaz köprüsü yapılabilirdi.
* Tanesi 40 bin dolardan l milyon 150 bin konut yapılabilirdi.
* 16 derslikli 92.000 okul yapılabilirdi.
* 307 üniversite yapılabilirdi.
* 460 tane modern hastane yapılabilirdi.
* Türkiyenin her iline 568 milyon dolar, her ilçesine 14.3 milyon dolar, her köyüne 1İ2 milyon dolar yatırım yapılabilirdi.
Bütçeden sonra Hazine'nin Borçlanma kaynakları ve ödeme planına baktığımızda Türkiye ekonomisinin nasıl bir "borç-faiz" sarmalında olduğunu daha iyi anlarız.
Hazine Müsteşarlığı'nın Finansman Programına göre; 2003 yılı içerisinde Hazine 90.4 milyar dolar borç ödemesi yapacak. Bir diğer ifadeyle 90.4 milyar dolar borçlanacak. Bunun 78.9 milyar doları iç, 11.5 milyar doları dış borçlanma.
Gelir Dağılımı
Tüm ekonomik ve sosyal adaletsizliklerin kaynağı olan gelir dağılımındaki dengesizlik konusunda yapılmayan araştırma, söylenmeyen söz hemen hemen kalmadı. Buna rağmen ülkemizde gelir dağılımının adil bir biçimde yansımasına ilişkin fiili uygulamalar ortaya konmadı.
Türkiye, 2001de Cumhuriyet tarihinin en önemli küçülmesini yaşadı.
9.4 oranında küçülen Türkiye Ekonomisi'nde gelir dağılımı adaletsizliği makası daha da açılmıştır. En son açıklanan 2002 büyüme oranı rakamlarına göre Türkiye yüzde 7.8 büyümesine rağmen kişi başına düşen milli gelir ancak 1995 yılı seviyesine ulaşabildi.
Kuşkusuz tüm ülke vatandaşları Türkiyenin büyümesini, ancak sanal değil reel büyümesini ister. Bunun en sağlıklı yolu da üretim, ihracat, yatırım ve istihdamdaki büyümedir.
En son 2002 yılı rakamlarına göre Türkiyenin yüzde 7.8 büyümesinin temel nedeninin; istihdam artırıcı sektörlerden değil, ithalat-ticaret gibi sektörlerden, ithalattaki büyümenin önemli bir kısmım tüketim malları ithalatının oluşturmasından, döviz kurlarındaki istikrarsızlıktan, işçi ve kamu görevlileri ücretlerine reel kayıpların gerisinde artışların yapılmasından, stok artırıcı üretim kalemlerinden, vs. gibi nedenlerden kaynaklandığının da altını çizmek gerekiyor.
Çünkü reel büyüme üretime, istihdama, yatırıma yansıyan büyümedir. Eğer işsizlik azalmıyor aksine artıyorsa, yatırım artmıyor aksine azalıyorsa burada söz konusu büyüme ancak rakamsal bir büyümedir, ülke gerçeklerini yansıtan reel büyüme değildir.
Gelir grupları arasındaki dengesizlik
Türkiyedeki gelir dağılımı adaletsizliğine ilişkin artık neredeyse temel bir metin haline gelen yüzde 20'lik gelir grupları arasındaki dengesizlik daha da arttı.
Toplumun en zengin yüzde 20'lik kesimi Türkiye'nin toplam gelirinin yüzde 55'ini, ikinci yüzde 20'lik kesim yüzde 19'unu, üçüncü yüzde 20 kesim yüzde 12.6'sini, dördüncü yüzde 20 kesim yüzde 6'sını, beşinci yüzde 20 kesim ise toplam gelirin ancak yüzde 4.9'unu alabiliyor.
Bir başka hesaplamaya göre; Türkiye'deki 15 milyon aileden en zengin 150 bini milli gelirin 24 milyar dolarına sahip oluyor.
Kayıtdışı Ekonomi-Kayıtdışı İstihdam
Türkiye ekonomisinin ana kara deliklerinden birisi olan kayıtdışı ekonomi ve buna bağlı olarak kayıtdışı istihdam Türkiyenin sosyal ve ekonomik bünyesini tehdit etmeyi sürdürüyor.
Türkiyede kavram olarak gündeme geldiği ve tartışıldığı oranda aynı zamanda tehlike boyutu da yükselen sorunların en önemlilerinden birisi de Kayıtdışı Ekonomi'dir.
Ülke ekonomilerini içten içe kemiren, sanayicinin ve emekçinin sosyo-ekonomik ve moral değerlerini bir terminatör gibi yok eden "kayıtdışı ekonominin varlığı devam ediyor.
Değişik hesaplamalara göre kayıtdışı ekonominin net olarak bütün sınırları çizilemezse de milli gelire oranı yüzde 45 ile yüzde 65 arasında değişiyor.
Eski DPT Müsteşarı Prof. Dr. Orhan Güvenen 1998 yılı itibariyle kayıtdışı ekonominin 100 milyar dolarlık bir potansiyeli bulunduğunu söylerken; DİE Eski Başkanı Ömer Gebizlioğlu da; "Kayıtdışı ekonomiyi ölçemiyoruz, ölçtüğümüz kadarıyla Türkiye'de adam başına milli gelir yılda 3.050 dolar, kayıtdışım da katarsak bu rakam 10 bin ila 11 bin dolar arasındadır" dedi.
DPT'nin kayıtdışı ekonomi konusunda yaptığı bir araştırmaya göre ise durum oldukça vahimdir. Kayıtdışı ekonominin kayıtlı ekonomiye oranı 2001 yılı rakamlarıyla yüzde 66.2 boyutuna ulaştı.
Rakamsal ifadeyle 179.8 katrilyonluk kayıtlı ekonomiye mukabil 118.8 katrilyonluk kayıt dışı ekonomi varlığını sürdürüyor. Bu oran son 50 yılın en yüksek oranını oluşturuyor.
Türkiyede kamili ve kayıtdışı ekonomi
Kayıtdışı ekonominin kayıt altına alınması konusunda resmi-sivil tüm kesimlerin söylem birliğinin eylem birliğine, yani fiili önlemlere yansımaması sonucu kayıtdışı ekonomi devasa boyutuyla varlığını sürdürüyor.
Kayıtdışı ekonominin önemli bir alt boyutu olan kayıtdışı istihdamda ise devletin vergi ve prim kaybı gene devasa boyutlarda.
Temmuz 2003 itibariyle 306 milyon asgari ücret üzerinden kayıt dışı çalışan 5 milyon insanın kayıt altına alınması sonucu devlet hazinesine bugünkü rakamla 12 katrilyon TL. vergi ve prim geliri girmiş olacak.
Diğer bir ifadeyle kayıtdışı istihdamın devlete maddi yükü 12 katrilyon TL.'dir. Ayrıca haksız rekabete neden olması, sosyal güvenceden yoksunluk da kayıtdışı istihdamın kayıtlı istihdamı tehdit eden ayakları. Ağır vergi ve yükümlülüklerden kaçışın bir yolu olan kayıtdışı sektörün kayıt altına alınması temel önceliklerden biri olmalı.
Enflasyon-Asgari Ücret-İşsizlik
Türkiyenin sosyal ve ekonomik bünyesini kemiren enflasyon; Cumhuriyet dönemi ekonomik tarihi boyunca tüm hükümetlerin ana meselesi oldu. Tüm hükümet programlarının ve icraatlarının ekonomik temelini oluşturan söylem enflasyonla mücadele oldu. Ancak, yoğun kayıtdışı ekonomi söylemi gibi enflasyonla mücadele söylemi de enflasyonun fiilen kontrol altına alınmasında etken olmadı.
Rakamlardaki değil mutfaktaki enflasyon yani fiilen yaşanan paranın satın alma gücündeki düşüş ya da fiyat artışları enflasyonun yıllar boyunca sürekli tetiklenmesiyle sürüp gitti.
Bugünlerde ise, enflasyon rakamlarındaki gerileyiş fiili bir düşüşten çok durgunluk dönemi enflasyonuyla, açıklanabilir. Çünkü; Türkiyenin reel üretiminde artış, iç ve dış borçlarda azalış, satın alma gücünde artış meydana gelmediği sürece enflasyon rakamları neyi gösterirse göstersin bu tablolar sosyal refahın göstergesi olmayacak.
Asgari ücretin aylık net 225 milyon lira olduğu fakat resmi verilerden yapılan hesaplamalarda 4 kişilik bir ailenin sadece aylık gıda masrafının (Haziran 2003) 452 milyon TL. olduğu ve bunun her ay arttığı bir Türkiye'de hangi düşük enflasyondan bahsedilebilir? Ya da bahsedilse bile bu halkın sofrasındaki bir refah artışı mıdır?
Merkez Bankası Başkanı S. Serdengeçti'nin "Enflasyonun yolsuzluktan farkı yok" ifadesi enflasyonun en mükemmel ifade ediliş biçimidir. (20.3.2003, Gazeteler)
Türkiye'de yaşanan yıllık enflasyon, Avrupa ülkelerindeki yıllık enflasyonun 15 katı düzeyinde.
TC Anayasası'nın ikinci maddesi Türkiye Cumhuriyeti'nin "demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti" olduğunu belirtiyor.
Gene TC Anayasası'nın 49. maddesi "devlet, çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek için çalışanları korumak, çalışmayı desteklemek ve işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak için gerekli tedbirleri alır" diyor.
Fakat yıllardır iktidarların uyguladığı sosyal ve ekonomik politikalar devletin sosyal niteliği ve işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam oluşturmak yerine, ülkeyi; işsizliği artırıcı ortamlara getirdi.
Kamu Yatırımlarının giderek yok denecek kadar azaldığı ancak bir kişiye iş sağlayabilmek için 100 milyar TL.'lik yatırımın gerektiği Türkiye'de, resmi rakamlar neyi gösterirse göstersin, alan çalışmalarının ortaya çıkardığı gerçek 13-15 milyon işsizin varlığı.
Bu rakam dünyada birçok ülkenin nüfusunun birkaç katı. Resmi rakamlarda bile yüzde 113 olarak belirtilen işsizliğe tek çare, üretim ve yatırım.
Çeyrekler itibariyle büyüme ve işsizlik
Resmi rakamlar bütünüyle Türkiye'deki gerçek işsizliği göstermiyor. Resmi rakamlarda işsizlik oranı yüzde 5'lerde gösteriliyor. 57. Hükümetin Çalışma Bakanı ise "Bana göre işsizlik oranı yüzde 20'lere varıyor" dedi.
Aynı şekilde işçi sendikaları, bilim adamları da Türkiye'de işsizliğin DİE'nin rakamlarını 3'e 4'e katlayacak orana ulaştığında birleşiyorlar. İşsizliğin 10-13 milyonlarla ifade edildiği Türkiye'de hala; l.5 milyon işsiz var demek Türkiye gerçeklerini görememek demektir.
Reel bir örnek vermek gerekirse:
Devletin son 6 yılının bütçesindeki yatırım ve faiz ödemeleri oranına baktığımızda gerçek işsizliği açıkça okuyabilirsiniz.
* Yatırımlara 1998'de yüzde 6, 1999'da yüzde 4.9, 2000'de yüzde 5, 2001'de yüzde 4.8, 2002'de yüzde 5.9, 2002'de ise yüzde 5.4 ayrıldı.
* Faiz ödemelerine ise 1998'de yüzde 39.6, 1999'da yüzde 39.5, 2000'de yüzde 45.2, 2001'de yüzde 52.6, 2002'de yüzde 44.9, 2003'de ise yüzde 44.8 ayrıldı.
Devlet Planlama Teşkilatı verilerine göre Türkiye; istihdamın nüfusa oranı yüzde 29.1 ile 49 ülke arasında 48. sırada bulunuyor.
Türkiye'de Sendikalaşma:
Dünyanın Globalleşme sürecine girmesiyle birlikte Sanayi Toplumu yapılanmalarında önemli kayıpların ortaya çıktığını görüyoruz. Bu yapılanmaların en önemlilerinden olan sendikaların bu süreçle birlikte tüm dünyada önemli oranda kan kaybettiklerine tanık oluyoruz.
ILO raporlarına göre son on yılda sendikalaşma oranı önemli düşüşler kaydetiyor.
Türkiye'de sendikal hareketin geri gitmesinin altında yatan nedenlere baktığımızda açıkça şu noktaları görüyoruz:
* 12 Eylül 1980 döneminin getirdiği süreç: 12 Eylül 1980'le birlikte getirilen sendikal düzenlemeler, örgütlenmenin ve hak arayışının önünü tek taraflı olarak tıkadı. 12 Eylül'ün getirdiği düzenlemeler, hak ve özgürlüklerin genişletilmesi yönünde değil, sınırlandırmalar ve yasaklamalar esas alınarak yapıldı.
Yüksek Hakem Kurulu, Grev yasaklarının çoğaltılması, yüzde 10 barajları gibi temel hususlar, antidemokratik olmasına rağmen varlığını halen sürdürüyor.
* Uluslararası normlar ve iç hukuk: Çalışma Hayatı ile ilgili Türkiye'nin imzalamış olduğu Uluslararası anlaşmaların (özellikle de ILO sözleşmelerinin) iç hukuka yansıtılmamış olması, sendikal örgütlenmenin önündeki en önemli engellerden birisi.
* işverenlerden kaynaklanan sorunlar: Küreselleşme ile birlikte dünyaya açılan işverenlerin dünyada yükselen demokratik değerlere olan ilgisi damak tadı ve sloganın ötesine geçmiyor.
12 Eylül 1980'den önce örgütlenmeye karşı varolan tepki, 80 ve 90'lı yıllarla birlikte dünyaya açılma sonucu yok olması gerekirken, aksine çalışanların örgütlenmesine karşı daha dirençli mekanizmalar şeklinde geliştiriliyor.
İşten çıkarmalar ve tehditler; dışarıda korkunç boyutlarda olan işsizliğin de baskısı sonucu çalışanların sendikalaşması engelleniyor.
İşverenlerin kimi kesiminde sendikalı çalışmanın devam ediyor olmasının bir nedenini de; örgütlenme özgürlüğüne saygıdan çok, büyük işçi kitlelerinin tek tek problemleriyle uğraşma yerine tek bir muhatap arama ihtiyacı sonucu Sendikaya müsaade etmek şeklinde veya uluslararası norm zorunlulukları yüzünden (ISO Standartları) oluyor.
* Sendikalardan kaynaklanan sorunlar: Kimi Sendikalar ve Sendikacıların temel işlevi her ne kadar emeğin örgütlenmesi olsa da , yapısal olarak bu işlevden sapan davranışlar içerisine giriyorlar. Bu da, sendikaların Kurumsal Kimlik deformasyonunu beraberinde getiriyor.
* Çalışanların yönelimleri-kayıtsızlığı: Kayıtsızlığın neredeyse bir yaşam biçimi haline geldiği Türkiyede, çalışanlar örgütlülük bilincini pratikte giderek yitiriyorlar. Çalışanların, bütünüyle olmasa da bireysel sorumluluk alanlarını bile temsilcilerine yani Sendikacılara havale ediyor olmaları bir şekilde kayıtsızlığın göstergesi.
Ayrıca, örgütlenmenin, hak aramada mesafe alıcı olmasının bilincinde olunmasına rağmen, örgütlenme karşısında işveren tepkisinin düşünülmesi böyle bir kayıtsızlığı beraberinde getiriyor.
Çalışanların motive edilebilme şartlarının giderek ortadan kalktığı çalışma ortamlarında, motivasyonlarını kendilerinin üretmesi gereken çalışanlar, bireysel sorumluluklarını hak ve özgürlüklerinin genişlemesi için yerine getiremiyor olması Sendikacılığın kan kaybının bir diğer nedeni.
23 milyon fiili istihdamın olduğu Türkiyede sadece 700 bin civarında işçi sendikalı ve bunun 2/3'ü kamuda. Yani Sendikalaşma oranı gerçekte yüzde 15'ler düzeyinde. Böyle bir tablo Türkiye'nin Demokratikleşme, İnsan Hakları ve Uluslararası Toplumla bütünleşme açısını daraltıyor.
Çalışma Hayatı'nda diğer gelişmeler:
Türkiye; AB'ye sunduğu gerek Ulusal Program'larda gerekse de Çalışma Hayatına ilişkin imza attığı Uluslararası anlaşmalar doğrultusunda bu dönemde bazı yasal düzenlemelere gitti.
Bu faaliyet döneminde Genel olarak Çalışma Hayatı'nın kronik sorunlarına ilişkin temel çözümler üretilemedi, aksine, genel bir ifadeyle sosyal taraflardan ekseriyetle işverenlerin talepleri doğrultusunda yasal düzenlemelere gidildi.
Bütünüyle Türkiye gerçekleriyle örtüşmese de olumlu bir gelişme olarak değerlendirebileceğimiz, daha önceki sürecin devamı olarak İşsizlik Sigortasından işsizlik ödeneği yapılmasına başlanmış olması Türk Çalışma Hayatı açısından eksikliklerine rağmen önemli bir gelişme.
Gene uzun tartışmalar ve girişimler sonucu, belli bir aşamaya gelen Çalışanların Tasarrufu Teşvik Fonundaki paralarının ilk ödemelerine 2003 yılı içerisinde başlandı. (BB)