Uluslararası Ekokırımı Durdurun inisyatifinin kurucusu ve baş yöneticisi Jojo Mehta'nın Sutainable Views'da 9 Haziran'da yayımlanan makalesi.
1961 ve 1971 arasında, askeri strateji adına Vietnam'ın ormanları ve tarım arazilerine 80 milyon litreden fazla zehirli bitki öldürücü (toksik herbisit) püskürtüldü. Ağaçların yapraklarını dökmek ve mahsulü yok etmek üzere tasarlanmış bir kimyasal olan Agent Orange, ardında zehirlenmiş sular, çarpılmış çocuklar ve yok olmuş ekosistemlerden ibaret bir yıkım bıraktı.
Ülkenin tropikal ormanlarının yaklaşık yüzde 20'si yok edildi ve büyük bölümü asla ıslah edilemedi. Bu, her tür yaşam biçimine yönelik bir saldırıydı ancak tamamen yasal bir dokunulmazlık altında gerçekleşti.
Bu dehşet, zihniyet ve dilde bir değişime yol açtı. Erken bitki araştırmalarıyla Agent Orange'ın kimyasal temeline katkıda bulunan ABD'nin Yale Üniversitesi biyologlarından Arthur Galston, bu sözcüğün kullanılmasından dehşete kapılmıştı.
Galston 1970'te önerdiği yeni bir sözcükle ekokırımın uluslararası bir suç olarak tanınması gerektiğini savundu. Zamanın İsveç Başbakanı Olof Palme, 1972 BM çevre zirvesinde bu terimi kullanarak Vietnam'daki yaprak dökümünü "doğaya karşı suç" olarak nitelendirdi.
Ancak kavram hiçbir zaman hukuka girmedi. Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin kurucu antlaşması Roma Statüsü'nün müzakereye açılmasından önceki tartışmalarda, ciddi çevresel yıkımın temel uluslararası suçlar arasına alınması önerileri gündeme getirildiyse de bunlar, sonunda 1998'de imzalanan anlaşmanın dışında bırakıldı.
Uluslararası ceza hukukundaki boşluk
Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICC/UCM) 2002'de kapılarını açtığında, soykırım, insanlığa karşı suçlar ve savaş suçları üzerinde yargı yetkisine sahipti. Savaş suçları başlığı altındaki oldukça özgül bir alt madde dışında, çevreye verilen zarar -felaket ölçeğinde bile olsa- kapsam dışında bırakıldı.
Çeyrek asır sonra, uluslararası ceza hukukundaki bu boşluk yeniden ele alınıyor, bu kez yalnızca tehdit altındaki ekosistemleri ve toplulukları koruma konusundaki acil gereklilikten ötürü değil, aynı zamanda bunu destekleyecek ciddi bir yasal mimariye dayanmasından ötürü de böyle oluyor.
2021'de, Stop Ecocide Foundation'ın (Ekokırımı Durdurun Vakfı) topladığı üst düzey uluslararası avukatlardan oluşan bir panel, ekolojik soykırıma denk düşen bir yasal tanım konusunda fikir birliğine vardı: "Çevreye ciddi ve yaygın veya uzun vadeli zarar verme olasılığının yüksek olduğu bilinciyle işlenen hukuka aykırı veya kasti eylemler."
Mevcut uluslararası ceza hukuku çerçevesine titizlikle uyumlu kılınan bu tanım, dünya çapında süren yasama çabalarının temelini oluşturdu.
Belçika ve Fransa da dahil bazı ülkeler, ekolojik soykırım kavramını iç hukuklarına çoktan içerdi. Ukrayna ise kendi içinde atıl bir yasa hükmünü canlandırdı ve davaları etkin bir biçimde takip ediyor.
Hollanda, Peru, Arjantin, İtalya ve İskoçya gibi birçok ülke, geçtiğimiz hafta İskoçya'da resmen parlamentoya sunulan ekokırım tasarısının da arasında yer aldığı mevzuatı geliştiriyor.
Bu ulusal çabalar daha geniş bir yasal dönüşümün parçası. AB, yakın zamanda Çevre Suçları Direktifini, "ekokırımla karşılaştırılabilir" suçları içerecek şekilde revize etti ve üye devletlerin 2026 yazından önce direktifle uyum sağlamasını zorunlu kıldı.
46 üye devleti temsil eden Avrupa Konseyi, Mayısta, çevrenin ceza hukuku yoluyla korunmasına yönelik olarak çevre yıkımının "ekokırımla eşdeğer düzeyde" kovuşturulmasını sağlayan çığır açıcı bir sözleşmeyi kabul etti ve imzaya açtı.
Ekokırım hızla küresel yasal norm haline geliyor
Ekokırım kavramı uluslararası alanda ivme kazanmaya devam ediyor. İklim açısından savunmasız Pasifik ada ülkeleri -Vanuatu, Samoa ve Fiji- koalisyonu sayesinde, ekokırım resmen ICC/UCM'de masaya yatırıldı. Bu koalisyon, Eylül 2024'te Roma Tüzüğü'nü değiştirmek ve ekokırımı mahkemenin beşinci temel uluslararası suçu olarak belirlemek üzere bir teklif sundu.
Demokratik Kongo Cumhuriyeti tarafından da desteklenen bu öneri hızla küresel bir yasal norm halinde şekilleniyor.
Ekokırım yasası, hayati ekosistemleri ve yaşamları ve geçim kaynakları onlara bağlı sıradan insanları, toplumdaki en güçlülerin pervasızca verdiği zararlardan korumakla ilgilidir.
Yasa kişisel cezai sorumluluğu getirerek bireylerin "kurumsal örtü" veya siyasi ayrıcalıklar arkasına saklanmasını önler ve en önemlisi, en kötü zararların gerçekleşmelerinden önce önlenmesine yardımcı olarak güçlü bir caydırıcı görevi görür.
Yeni ortaya çıkan bu yasal standardın arkasında sağlam bir kamuoyu desteği var: G20 ülkelerinde, insanların yüzde 72'si kitlesel çevre yıkımını yetkilendiren veya mümkün kılan yöneticileri ve politika yapıcıların suçlu sayılmalarını destekliyor.
Bu destek dalgası, hesap verebilirlik talebinden daha fazlasını dışa vuruyor, yasal ve ahlaki bilinçte daha derin bir değişimi işaret ediyor. İnsanlar, Aydınlanma döneminin insanların doğal dünyadan ayrı olarak var olduğu yolundaki kurgusunu giderek daha fazla reddediyor.
Yerli toplulukları asla kandırmamış olan bu yanılsama, ekolojik bozulma ve yaşanmış deneyimlerle parçalanıyor. Ekokırım yasası bunu en basit şekilde ifade ediyor: Doğayı büyük ölçekte yok ettiğimizde, yalnızca yaşayan dünyayı değil, ona bağlı sosyal ve ekonomik temelleri de tehlikeye atıyoruz.
Bu yalnızca yasal bir yenilik değil. Hepimizi kapsayan tehdit altındaki biyosfer açısından bir temel güvenlik önlemi olarak memnuniyetle karşılanması gereken, uzun zamandır beklenmekte olan bir düzeltmedir. Öncü avukat Polly Higgins'in bir zamanlar dediği gibi: "Dünyanın iyi bir avukata ihtiyacı var." Bu hukuki özet Kinşasa, Strazburg, Lima ve Edinburgh'da yazılıyor.
Artık mesele, uluslararası ceza hukukunun bu sürece ayak uydurup uyduramayacağından değil; sadece bunun ne zaman gerçekleşeceğinden ibaret.
(AEK)