* Ekoloji mücadelesi alanında ne yazık ki yasal mevzuatların yetersiz kaldığını, ya da gerçekten kamu yararını gözetecek şekilde uygulanmadığını biliyoruz.
*Kadın aktivistler ekoloji hareketinde başından beri bulunuyorlardı. Karma ekoloji örgütlenmelerinde aktif olarak yer alıyorlardı.
*Eril şiddetin tüm ahlak dışı boyutlarına da maruz bırakılıyoruz. Yerel basında hedef gösterilip cinsel saldırı ile tehdit edilen kadın hak savunucuları, mücadele alanlarında karşı görüştekilerin sözlü, fiziki, cinsel saldırı teşebbüslerine uğramamız da bu şiddetin ayrı bir boyutu.
Değerlendirmeler ekofeminist aktivist Füsun Kayra’dan. Türkiye’deki ekofeminist mücadeleyi anlatan Kayra, “Yeryüzüne, Gaia'nın kendi kendini yenileyen yaşam ağının bir parçası olarak var olma ve bu yaşam ağını koruma, sürdürme çabası, aslında mücadelemizin özünü oluşturuyor” diyor.
"Kadınlar ayrımcılığa uğruyor"
2000'li yıllardan itibaren ekolojik hareketlerde kadın aktivistlerin varlığı daha görünür hale geldi. Ekofeminist bir aktivist olarak, kapitalist sistemin egemen olduğu ve ekokırımın yoğun yaşandığı ülkemizde, mücadele sürecinde yaşadığınız zorluklardan bahseder misiniz?
Kadın aktivistler ekoloji hareketinde başından beri bulunuyorlardı. Karma ekoloji örgütlenmelerinde aktif olarak yer alıyorlardı.
Yerelde mücadele içinde öne çıkan kadınlar, sonrasında mücadelelerin simge isimleri ve öncüleri haline de gelmişlerdi.
Lakin karma yapılanmalar içerisinde söz hakları, fikrini duyurma şansı bulamadığı için zamanla örgütlenmeler içinde, yerel mücadele alanlarında, uygulana gelen mansplannig, mobbing gibi kendilerinin bile adlandırmadığı durumlar içinde kalınca ya mücadelelerden uzaklaştılar, alanlardan, eylemlerden ayrıldılar ya da hareketlerin kadın oluşumlarını kurdular. Epey geç kalmakla beraber Ekoloji Birliği (EB) Kadın Meclisi de tam da bu amaçla kuruldu.
Aslında bu sorunun cevabını EB Kadın Meclisi’ne kuruluşundan sonra gösterilen yoğun tepkilere Kadın Meclisi eş sözcüsü olarak yazmış olduğum bir yazı ile de karşılık vermiştim. Oradan bir bölümü alıntılamak isterim; ‘Kadınlar toplumsal mücadelelerde olduğu gibi ekolojik mücadelelerde de her zaman öncü roller üstlendiler.
Katılımları içinde oldukları hareketlere getirdikleri yeni eylemlilik anlayışları, ilişki biçimi talepleriyle dönüştürdükleri hareketlerin belirleyicisi oldular.
Lakin kırda, kentte, jandarmayla, polisle, maden, hes, res, jes, termik şirketlerinin özel güvenlikleriyle karşı karşıya kalıp, dozerlerin, barikatların önünde mücadelelerini verirken, köy meydanlarında, dağlarda nöbetler tutarak cesaretle içinde bulundukları hareketleri ileriye taşırken, bağlı oldukları ekoloji gruplarında, derneklerde karar alma mercilerinde dahi bulunamıyorlar.
Kendi hareketleri içinde ayrımcılığa uğruyor, sözlerini kabul ettiremiyor, kendi örgütlenmelerinin geleceğini kurgulamalarına izin dahi verilmiyor.
Kadın Meclisi; Ekoloji Birliği bileşenlerindeki kadınların bu anlamda görünürlülüğünü artırmak, kadınların karma yapılarındaki yalnızlaştırılmalarına, mücadele alanlarından geri çekilmelerine neden olan dayatmalara karşı, yanlarında olduğumuzun dayanışmasını hissettirmek, özgüvenle mücadelelerini daha da büyütmeleri için var.’
"Yalan beyanlarla hedef gösteriliyoruz"
Ekolojik hukuksuzluklara karşı mücadele verirken şiddetle karşılaştığınız anlar oldu mu? Deneyimlerinizden bahsetmek ister misiniz?
Ekoloji mücadelesi alanında ne yazık ki yasal mevzuatların yetersiz kaldığını, ya da gerçekten kamu yararını gözetecek şekilde uygulanmadığını biliyoruz.
Haliyle doğa hakkı savunuculuğu yaparken bizleri koruyan yasal haklarımız da uygulanmıyor, anayasal hakkımız olarak savunuculuk yapmamızı beyan etmemiz de görünmez kılınıyor, bu anlamda hak savunuculuğu gün geçtikçe de meşruluk zeminini devlet kontrolünde yitiriyor.
İllegal bir savunu alanı haline getiriliyor. Sivil itaatsizlik hakkının dahi bahsi geçirilmiyor. Bizzat ülkenin başı tarafından hedef gösteriliyor, suçlanıyoruz.
Hakkımızda yalan beyanlarla, devlet kolluğu, bürokratları, şirket temsilcileri, güvenlikleri tarafından davalar açılıyor. Pek çoğu mahkeme salonu, adliye koridoru dahi görmemiş onlarca kadının davası görülüyor yıllarca.
Bu dava süreçleri pek çok psikolojik travmanın tetikleyicisi oluyor. Dava süreçlerinde baskılama, tehdit, korkutma yoluyla psikolojik şiddet uygulanıyor kadınlara.
Özellikle kırsalda verilen mücadele alanlarında, köy ve kasaba gibi küçük yerleşim yerlerinde devletin kolluk gücüyle, özel şirketlerin güvenlik birimlerince kadınların hedefe konulması, topluluk içinde dışlanması adına bölgedeki mülki amirler aracılığıyla da (Kaymakam, Belediye Başkanı, Muhtar) toplumsal baskı kurulduğuna tanıklık ediyoruz.
Aile içindeki erkeklerin, baba, koca, kayınpeder, erkek çocuğun bu baskılamanın uygulayıcıları olarak kadınları mücadeleden vazgeçmek zorunda bıraktıklarına da tanıklık ediyoruz. Şüphesiz sadece yaşam alanını, geçim kaynağını savunan kadınların darp edilip, gözaltına alındığı süreçlerin tümünde fiziki ve psikolojik şiddet hakim.
Eril şiddetin tüm ahlak dışı boyutlarına da maruz bırakılıyoruz. Yerel basında hedef gösterilip cinsel saldırı ile tehdit edilen kadın hak savunucuları, mücadele alanlarında karşı görüştekilerin sözlü, fiziki, cinsel saldırı teşebbüslerine uğramamız da bu şiddetin ayrı bir boyutu.
Tüm bu yaşananlar oldukça üzücü…
Mücadelenizde Kazdağları başta olmak üzere, ülkemizde ekokırımın yoğun yaşandığı bölgelerde sizi görmekteyiz. Akbelen'de ağaçlara zincirlenmiş şekilde nöbet tuttuğunuzu gözlemliyoruz. Hermann Hesse'nin 'Ağaçlar' kitabında belirttiği gibi; “Tapınaktır ağaçlar. Onlarla konuşmayı, onları dinlemeyi bilen hakikati öğrenir. Öğretiler ve reçeteler vaaz etmez. Onlar, münferit şeylere aldırmadan hayatın kadim yasasını söylerler” Bu kutsal ifadeler başta olmak üzere ağaçlar ve doğa ile olan ilişkinizi nasıl bir bağlamda anlamlandırıyorsunuz? Doğayla bağlantılı olarak, sizin için ne anlam ifade ediyor ve bu derin ilişkiyi nasıl tanımlarsınız?
Yeryüzünün içinde onun bir parçası olduğumuzu bilerek, Gaia’nın kendi kendini yenileyen yaşamsal ağının içinde var olmaya ve bu yaşamsal ağı korumaya, yaşatmaya çalışma çabası aslında bütün mücadelemiz. Ormanlarının canını kendi canlarının üstüne koyan Chipko kadınlarındandır ağaçlara sarılıp kendimizi zincirlememiz.
Doğayı metalaştıran anlayışın, beyaz eril insanı merkeze alan, tahakkümü ve zorbalığı normalleştiren bu yağmacı kapitalist ataerkil sistemin karşısındadır söylemimiz. İçinde yaşayan tüm canlılarla iç içe geçmiş, birbirine kenetlenmiş, nefes alıp veren bir ekosistemde, tüm yaşam formlarıyla uyum ve dengede kalmak, bütünlük gösterdiğimiz o formları direniş alanlarımızda tekrar etmek içindir tüm çabamız.
Doğayla karşı karşıya gelerek değil, karşılıklı yardımlaşma ile bir arada olarak sürdürülebilir olanı mümkün kılabileceğimizi, ekosistemin kendi içinde kurduğu ağlar benzeri dayanışma ile yok oluşa karşı durabileceğimizi söylüyoruz.
Ekofeminist bir birey olarak, duyarlı insanlar arasında; başarıya ulaşılamayan mücadelelerde ekolojik yas tutma hissini daha yoğun yaşadığınızı düşünüyorum. Bu durumla başa çıkmak için neler yapıyorsunuz?
Yeryüzünün tümünü içkin bir anlayışla kabul ettiğinizde, ağaçları, hayvanları bazen bir kayalığı, bir dağı, ormanı, akan bir nehri bu var oluşun merkezine koyar, onu bu yaşamsal ağın, bütünün yaşayan bir canlısı olarak görüp, kendinden bilir, saygıyla yaklaşırsınız.
Derin ekolojistlerden, ekofeministlere doğayla kurulan bu bağ, içinde bulunduğumuz coğrafyada da pek çok kadim mitlerde, geleneklerde, ritüellerde karşımıza çıkıyor aslında.
Kaybettiğimiz tüm mücadele alanlarında büyük bir eko anksiyeteye de neden oluyor bu bakış açısı elbette.
Akbeleni kaybettiğimizde, ailem katledildi gibi hissetmek, Kirazlı’da 350bin ağacın kesildiği, traşlanmış, dümdüz edilmiş ormanın tepesinde içinde sadece ağıt yakma hissinin belirmesi ve en son madenin yuttuğu bir kasaba, kaderi vahşi madenciliğin eline terk edilmiş İliç’te yaşadığın çaresizliğin, kederin tarifi mümkün değil benim için.
Yaralayıcı, yıpratıcı yanının çok olması bir yana verdiğiniz mücadelenin anlaşılmasını da zorlaştırıyor ne yazık ki bu içkinlik hali. Ama mücadele direncini yitirmemenin, ya da umutsuzluğa kapılmamanın, inatla doğa hakkı savunusuna devam etmenin kaynağı da oluyor bir yandan. Yas tutmayı değil mücadele direncini güçlendiriyor, isyanını yükseltiyor.
Kadın mücadelesinde de devam etmemizi, bu kadar cins kırımına rağmen ayakta durmamızı sağlayan direnç de aynı.
Binyıllardır ötelenen, dışlanan, yok sayılan, tahakküm altına alınmaya çalışılıp katledilen tarafta olmamızın ama aynı zamanda hep mücadele eden tarafta da olmamız dolayısıyla doğayla kadın mücadelesinin kaynağı da birleşiyor.
Türkiye'deki ekofeminist mücadelede doğayı korumak için; köylü kadınlar başta olmak üzere, aktivist olarak yeterli buluyor musunuz? Bu mücadelelerin daha görünür olması ve başarıya ulaşabilmesi için neler önerirsiniz?
Ekolojik sorunların kadın sorunları haline geldiği bir dönemden geçiyoruz. Kadınlar ekolojik kıyımların, kuraklık, kıtlık, çevresel yıkımların birebir mağduru olmakla kalmayıp aynı zamanda doğurma, besleme, büyütme, çocukların ve yaşlıların bakımı, hasta yakınlarıyla da ilgilenme gibi toplumsal cinsiyet kalıplarının yüklediği sorumlulukları da almak zorunda olduklarından bu mağduriyetten kat be kat daha fazla etkileniyorlar. Haliyle ekoloji mücadelelerinde en önde olma sorumluluğunu da yükleniyorlar bu yüzden.
Ülkenin dört bir yanında binlerce kadın kırsalda, şehir merkezlerinde doğa hakkını, yaşam alanını, kendi kendine idame hakkını savunuyor.
Sayıları asla az değil. Ama görünürlülükleri az. EB Kadın Meclisi gibi oluşumların varlığı ile bu kadınların görünürlülüğünü artırmak, kadınların karma yapılarındaki yalnızlaştırılmaları, sözlerini yükseltememelerine karşı yanlarında olduğumuzun dayanışmasını hissettirmek, seslerini yükseltmek için alan açmak önemli oluyor bu durumda.
Ayrıca bireysel ya da örgütsüz mücadele eden kadınların da ekoloji ve doğa hakkı savunuculuğunda kendilerini ifade eder hale gelmesinin yolu da böylelikle açılmış oluyor.
Son olarak, biliyoruz ki kadınlar neolotik çağlardan önce toplayıcılıktan beri toprak ile iç içeydiler. Yerleşik yaşam ve üretim devrimiyle toprağı işleyen, toprağın yaratıcı gücünü ilk keşfedenler de gene kadınlardı.
Tohumun saklayıcısı, ekip biçeni de. Bu kadim bilgelik içinde elbette toprağını savunacak gücün de taşıyıcısı olacaklar.
Kadınlar ellerinden geleni fazlasıyla yapıyorlar kapitalist ataerkil sistemin karşısında, o yüzden umarım eril akıllar da bunun farkındalığına ulaşır bir an önce.
(EG/EMK)