Sorunun yanlış sorulduğu, abes olduğu ya da aksinin pek de mümkün olmadığı ileri sürülebilir. O halde çocuklarımızı sevmediğimiz ihtimalini bir kenara bırakalım. Evet biz çocuklarımızı gözümüz gibi severiz ve onları koruruz.
Peki, o zaman, çocuklarımızın bilinçlerinin kirletilmesine, beyinlerinin minicik kıvrımlarına düşmanlık, korku, güvensizlik, ırkçılık, şiddet tohumları ekilmesine ve onlara eziyet edilmesine neden seyirci kalıyoruz?
Üstelik seyirci kalmakla da yetinmeyip bu beyni yıkanmış çocuk ordusunu kapsayan ve adına sınav denen muhtelif yarışlarda kendi çocuklarımızın diğerlerinin önüne geçmesi için her türlü çabayı göstererek bu çarpık sistemin yeniden üretilmesine katkıda bulunuyoruz.
"El altından" eğitim
İdeolojik koşullandırma ve propaganda aracı olarak kullanılan ve adına "milli eğitim" denen bu sistemle çocuklarımız, bağnaz, ırkçı, çevresinin düşmanlarla çevrili olduğuna inanan, paranoyak, ruh sağlığı bozuk bireyler olarak biçimlendiriliyor, bizse bütün bu olup biteni izlemekle yetiniyoruz.
Korku, düşmanlık, güvensizlik, hoşgörüsüzlük arazları ile malul, malum çevreler, hezeyanlarını akıttıkları mevcut sistem ve ders kitaplarıyla da yetinmeyip başa çıkamadıkları ve giderek artan hastalıklarını çocuklara aşılamak için yeni planlar peşindeler. Statükonun devamını, genç kuşakların beyinlerinin ele geçirilmesinde görüyorlar.
Geçtiğimiz yıl uygulamaya konan, adına da "Asılsız Soykırımı İddiasıyla Mücadele" denen ve "her nedense" el altından yürütülen bu plana göre, önce her ilden birer kişi seçilerek bunlar "eğitime" alınıyor.
"Biz" ve "Onlar" kitapları
Daha sonra bu "eğitilmiş kişiler" kendi illerinde tarih ve sosyal bilgiler öğretmenleri ile ilköğretim müfettişlerini zorunlu "seminerlere" tabi tutuyorlar.
Bu seminerlerde onlara bu konunun nasıl anlatılacağı, yararlanılacak kaynaklar, ezberletilecek cümleler ve kullanılmasından kaçınılacak cümleler belletiliyor ve seminerde bellediklerini dönüp sınıflarında çocuklara ezberletmeleri isteniyor. İlköğretim müfettişleri de bu ezberletme yoluyla beyin yıkama işini denetlemekle görevlendiriliyor.
Yine bu kapsamda ilköğretim ve orta öğretim kurumlarında "Ermeni iddialarının asılsız olduğu" temasını işleyen konferanslar ve yine tüm il ve ilçelerde orta öğretim öğrencileri arasında "Birinci Dünya Savaşında Ermeni İsyanı ve Faaliyetleri" konulu kompozisyon yarışması düzenlenmesi isteniyor.
Milli Eğitim Bakanı Doç. Dr. Hüseyin Çelik imzasıyla bütün okullara gönderilen genelgeye bir de "kaynak kitap" listesi eklenmiş. Tahmin edeceğiniz gibi, bu kitaplar arasında konuya "biz" ve "onlar" ekseninde bakmayan, farklı bakış açılarını ve iddiaları yansıtan ve bunları sorgulayan, resmi görüşe aykırı tek bir kitap dahi yok.
Ermeni, Süryani, Pontus
Ve ne yazık ki, bu, çoğulculuğa, demokrasiye, hoşgörüye ve barışa aykırı bu planın gerçekleştirilmesinde öğretmenler ve özellikle ilköğretim müfettişleri birer "maşa" olarak kullanılmak isteniyor. Bununla da yetinmiyorlar.
Öğrendiğimize göre, MEB Talim ve Terbiye Kurulu, önümüzdeki öğretim yılında okullarda okutulacak ders kitaplarını da bu "mücadele" kapsamında yeniden hazırlatmış. İlköğretim 5. Sınıftan başlayarak Orta Öğretim kademesindeki bütün sınıflarda "Ermeni, Süryani ve Pontus" iddialarının asılsızlığı ders kitaplarında anlatılarak müfredata dahil edilecekmiş.
Bakanlığın bu planı ve bu planı gerçekleştirmek için uyguladığı yöntem, kullandığı araçların bilimselliği ve ahlaka uygunluğu önümüzdeki günlerde çeşitli disiplinler açısından yoğun olarak tartışılacaktır.
Konuya sadece hukuksal boyutuyla yaklaşacak olursak, bu yapılanın hukuka uyar bir yanı yoktur. Anayasasında, insan haklarına saygılı demokratik bir hukuk devleti olduğunu yazmış bir ülkenin eğitiminde, tarihe ve dolayısıyla günümüze, "biz" ve "onlar" ekseninde bakan, tertemiz beyinlere, ırkçılık, düşmanlık, ayrımcılık aşılayan bir müfredat uygulanamaz.
Yetki devletin de...
Talim Terbiye'nin bu yaptığı her şeyden önce Anayasa'ya aykırıdır. Bu çağdışı yaklaşım, pek-çok iç hukuk kuralı yanında, Türkiye'nin taraf olduğu pek çok uluslar arası Sözleşmeyi de ihlal ediyor. Konunun, ihlal edilen her bir norm açısından tartışılması daha uzun bir yazının konusu olacağından, bu yazıda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin konuya yaklaşımına değinmekle yetinelim.
Bilindiği gibi, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ve ek protokolleri bir bütün oluşturmaktadır. Bu Sözleşmenin 8. Maddesi, özel ve aile yaşamına saygıyı, 9. Maddesi, Düşünce, vicdan ve din özgürlüğünü, 10. Maddesi, İfade özgürlüğünü düzenlemektedir.
Sözleşmeye ek 1. Protokolün 2. Maddesinde ise Eğitim Hakkı koruma altına alınmıştır. Mahkeme, benzer başvurularda, eğitim hakkının düzenlendiği Ek 1: No.lu protokolü yorumlarken, ders programlarını (müfredatı) hazırlamanın ve planlamanın devletin yetkisinde olduğunu kabul ediyor.
Ancak, bu yetkilerini kullanırken devletlere, birtakım kriterlere uyma yükümlülüğü getiriyor. Buna göre devletler, ders programlarındaki bilgilerin dağıtımının objektif, eleştirel ve çoğulcu olmasına özen gösterecekler ve belli bir fikri aşılamaktan kaçınacaklardır. Mahkemenin 7 Aralık 1976 tarihli "Kjedsen, Busk, Madsen ve Pedersen-Danimarka" kararında eğitim hakkına ilişkin yorumu, konumuz açısından yol gösterici olabilir. Mahkeme bu kararında Şöyle diyor;
Uygulamaya derhal son verilsin
" Ders programlarının yapımı ve düzeni, ilke olarak, devletlerin takdir yetkisi içindedir. (...) Buna karşılık 2. Madde, devletin eğitim ve öğretim alanında üstlendiği görevi yerine getirirken, programlarda yer alan bilgilerin dağıtımının objektif, eleştirel ve çoğulcu olmasına özen göstermesini gerektirir.
Başka bir deyişle bu hüküm devletin, ana-babanın dini ve felsefi inançlarına aykırı nitelikte belli bir fikri aşılama amacı gütmesini yasaklamaktadır. İşte aşılmaması gereken sınır budur.
Maddenin bu şekilde yorumu hem söz konusu maddenin birinci cümlesine, hem de Sözleşmenin 8, 9 ve 10. Maddeleri ile birlikte genel esprisine uygundur. (Avrupa İnsan hakları Sözleşmesi ve Uygulaması, Prof. Dr. Feyyaz Gölcüklü, Prof. Dr. A. Şeref Gözübüyük, 1994, s.331)
Bu kararlar ışığında, çok net olarak şunu söylemek mümkün; bu uygulamalarla "eğitimde aşılmaması gereken sınır" çoktan aşılmıştır.
Bu nedenle, Milli Eğitim Bakanını, AİHM'in öngördüğü 'sınırı aşan' uygulamalara derhal son vermeye, yeni uygulamalardan kaçınmaya, ders kitaplarını AİHM'in sınırı doğrultusunda yeniden düzenlemeye; eğitimcileri, tarihçileri, hukukçuları ve velileri ise çocuklarımızı korumaya ve hukuku savunmaya davet ediyorum. (FÇ/NM)
* Fethiye Çetin, avukat.