Ahmet İnsel: Katılımın çok düşük olması en çarpıcı olanı elbette. Ondan önce istersen AP'nin yeni yapısı nasıl oldu, o tabloyu bir çizeyim. 8 tane grup var AP'de, yeni milletvekillerinin katılımıyla bu gruplar değişebilir, şu anda eski gruplara göre dağılımı söyleyeceğim, ama bu grupların içerisinde bir kaç tanesinin ikiye ayrılma ihtimali çok yüksek, ona sonra geliriz.
Sol olarak tanımlanan gruplardan başlarsak, en büyük grup Avrupa Sosyalist Partisi grubu, bu sosyalist ve sosyal demokrat partileri birleştiren bir grup. AP artık 732 koltuktan oluşuyor, bunun 201 milletvekilliğini almış durumda Avrupa Sosyalist Parti grubu.
Ardından ikinci grup Yeşiller, onların 42 milletvekilleri var yeni dönemde, solun üçüncü grubu da Birleşik Avrupa Solu ve İskandinav Yeşilleri. İskandinav Yeşilleri komünistlerle beraber bir grup oluşturuyorlar, Yeşillerin içinde yer almıyorlar, onların da 36 milletvekili var.
Merkez diyebileceğimiz Avrupa Liberal Demokratlar ve Reformcular liberallerin oluşturduğu grup, onların 66 milletvekili var.
Sağa gelince, en büyük grubu Avrupa Popüler Partisi, ama esas olarak Hıristiyan demokratları birleştiren parti, bunların 272 milletvekili var. Bu grubun dağılması, ikiye ayrılması söz konusu, Hıristiyan demokratlar içinde liberaller ve muhafazakârlar olarak ikiye ayrılma ihtimali yüksek.
Ardından sağın daha Avrupa'ya karşı soğuk bakan akımları gündeme geliyor, burada ulusal egemenlikçi grubu oluşturan Uluslar Avrupa'sı Birliği adını taşıyan grup var, bunların 28 milletvekili var.
Arkasından yine Avrupa'ya karşı soğuk bakan ve "Euroseptik" tabir edilen Farklılıklar ve Demokrasiler Avrupa'sı grubu var, bunların 18 milletvekili var.
Geriye de 69 milletvekili kalıyor, bunlar da daha çok bir grupta şu anda yer almayan veya hangi grupta yer alacağı daha belli olmayan yahut bir grupta yer almayacak olan milletvekillerinden oluşuyor. Bunun içinde mesela Sean Penn'in ilk defa bir temsilcisinin girmesi ihtimali vardı, ancak daha düne kadar kesinleşmemişti.
Bugüne ortaya çıkmamış yeni gruplar var. Bunların nereye gireceği bilinmiyor, örneğin Avusturya'daki bir eski muhalif sosyalist parti üyesinin başını çektiği AP içinde yolsuzlukların çok olduğu teması üzerinden programını oluşturan ve Avusturya'da çok önemli oy alan grup nereye yerleşecek? Solda mı sağda mı yer alacak daha belli değil, onlar daha çok sol popülist olarak tanımlanıyor ama nereye yerleşeceği belli değil.
ÖM: Zaten sağ ve sol kavramlarının da iyiden iyiye harmanlandığı, birbirine girdiği, toz duman olduğu bir görüntü de var galiba?
Aİ: Tabii, büyük ölçüde var, yani AB'ye yaklaşım diye bakıldığında sağ ve sol arasındaki ayrımdan başka bir ayrım ortaya çıkıyor. AB içinde sosyal Avrupa, sosyal güvenceler Avrupa'sı, emek dünyasının haklarını öne çıkaran Avrupa diye bakıldığında sol-sağ ayrımı yine farklılaşabiliyor.
Örneğin radikal sağda da bunu gündeme getiren hareketler var. Tabii solda daha fazla var. Dolayısıyla sol-sağ ayrımı harmanlanıyor, karışıyor ama gene de bütün bunlara rağmen bir asli farklılık çizgisi oluşturduğunu söylemek hâlâ doğru olur. "Bütünüyle de sağ-sol ayrımı kalmadı, sadece temalarda ayrımlar var, yaklaşımlar var, bunlar her konuya göre değişen ayrımlardır" demek de o kadar kolay değil.
Ana konularda, örneğin insan hak ve özgürlükleri konularında, örneğin Polonya'da kürtaj hakkı konusunda büyük bir çatışma var biliyorsunuz veya dil hakkı konusunda, azınlık dillerinin hakları konusunda Litvanya'da çok önemli bir Rus azınlık var. Bu konularda sol-sağ ayrımı hâlâ anlamını büyük ölçüde koruyor ama elbette sağın bütününü kapsamıyor, milliyetçi sağ ile daha liberal sağ arasında elbette farklar var.
Bu genel bir tabloydu, buradan asıl önemli iki konuya girelim, birincisi katılımın çok düşük olması. Eski 15 ülkedeki katılım düşük, geçen 99 seçimlerinden daha düşük, ortalaması %45 civarında. Asıl dramatik diyebileceğimiz, hakikaten insanı düşündüren olgu, bu yeni 10 üyede, Kıbrıs ve Malta haricinde 7-8 üyede katılım ortalaması çok düşük, %25'in altında. Burada Polonya'daki katılım %20'nin altında.
ÖM: Buna ne ölçüde bir seçim denebilir?
Aİ: Hakikaten böyle bir seçim üzerine tartışmanın ne anlamı var? Oraya gidecek milletvekilleri kimi temsil ediyorlar? Çünkü %20 katılımda, bunun da yüzde 20'sini almışsanız artık neyi temsil ettiğiniz tartışılır. Türkiye'de yüzde 10 barajını hiçbiri geçmiyordur en basitinden.
Avrupa seçimlerinde 15 ülkede katılımın düşük olması genel bir eğilimi yansıtıyor. 99 seçimlerinde de katılım düşüktü elbette, yerel parlamento seçimlerine, yerel seçimlere, ulusal parlamento seçimlerine olan ortalama katılımın çok altındaydı.
Amerika'daki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde vs. olan katılım böyledir, yüzde 50-55 civarındadır. Bu Avrupa'daki seçmenlerin AP'ye ilgisinin azlığını gösteriyor. Bu da çok yanlış, bütünüyle temelsiz bir şey değil; çünkü AP seçmenlerin yaşamları ile doğrudan ilgili, önemli kararlar almıyor gibi gözüküyor. Aslında alıyor, asli kararlarda müdahale ediyor ama Avrupa Komisyonu'nun gücü AP'de yok sonuçta.
AB ile ilgili, günlük yaşamla ilgili kararlar Avrupa Komisyonu'nda alınıyor; yerel parlamentolar bunu onaylıyorlar veya onaylamıyorlar. Dolayısıyla AP bir tür danışma parlamentosu konumunda gibi algılanıyor, kısmen de doğru, gerçekten danışma parlamentosu konumunda. Bu yeni anayasa üzerinde anlaşma sağlanırsa belki o zaman AP gerçekten egemenliğin kendinde olduğu veya en azından egemenliğin önemli bir bölümünün kendinde olduğu bir parlamento haline gelecek.
Şu anda AP'nin girişine "Egemenlik Kayıtsız Şartsız Avrupa Milletinindir" diye yazı yazarsanız hakikaten çok komik olur, bir egemenlik yok çünkü. Tabii bunun da karşılığında ilgi ona göre az, bu doğal bence, sadece seçimlere olan ilginin azalmasıyla bağlantılı değil.
İkinci olgu ise şu: Yine Avrupa eski üyeleri tarafından bakarsak, biraz fazla seçim olmaya başladığından bahsediliyor. Yani yerel seçimler var, belediye seçimleri var, bölgesel seçimler var, milletvekili, ulusal parlamento seçimleri var, bir de AP seçimleri var.
Çoğu ülkede 4 seçim var, 4-5 yıl zarfında 4 seçim oluyor. Belediye seçimleri, bölge sistemlerinin olduğu yerlerde bölgesel seçimler, üzerine parlamento seçimleri, üzerine AP seçimi.
Tabii bu bir seçim bıkkınlığı, seçimlerin tavsaması, sıradanlaşması, önemini yitirmesi, anlamını yitirmesi tehlikesini de beraberinde getiriyor. Yeni üye olan ülkelerde seçime katılımın düşük olmasının farklı bir boyutu daha var. Bu da, bu ülkelerin üye olduklarının hemen ertesinde seçimin olması. Bu bir heyecan yaratır, -1 Mayıs'ta üyelikleri resmileşti, 1.5 ay sonra da seçim yapılıyor-, artık büyük bir heyecanla o üyeliğin ilk simgesini kullanır bu insanlar, bu yurttaşlar diye düşünülüyordu, tam tersi oldu; "Üye olduk, artık kısa vadede buna ihtiyacımız yok. Zaten AP de pek bir şey ifade etmiyor" şeklinde yorumlayabileceğimiz bir sonuç çıktı.
Ne olduğunu da tam bildiklerini zannetmiyorum oradaki çoğu Litvanyalı, Çek yurttaşının. Dolayısıyla niye oraya gideceğiz, niçin oy vereceğiz? Daha doğrusu niçin oy vereceklerini bilmedikleri konusunda ciddi bir bilgi var. Bunun yanında bir de Polonya'da örneğin, çok açık biçimde çoğu Doğu Avrupa ülkesinden beklenmedik biçimde AB'ye ya açıkça muhalif, ya da buna soğuk bakan akımların güçlü olması.
Akımların güçlü olması derken dikkatle değerlendirmek lazım, yüzde 25 katılımın olduğu yerde yüzde 25 Avrupa muhalifleri oy almış durumda. Yüzde 20 katılımın olduğu yerde yüzde 20 Avrupa muhalifleri oy almış durumda. Onu da düşünmek lazım. Geri kalan yüzde 75-80 seçimlere gitmeyen seçmen, AB muhalifi miydi? Bunu bilemiyoruz, dolayısıyla orada da bu ülkelerdeki AB muhaliflerinin AP'de seçmen davranışlarının, tercihlerinin çok ötesinde bir temsil gücü ile AP'ye gittiğini söyleyebiliriz.
Bu tabii bütün sağ ve sol, Avrupa aleyhtarı veya taraftarı küçük gruplar için geçerli. Bu tür seçimlerde katılımın düşük olması ve bir barajın olmaması, -çoğu ülkede baraj yok, %2-3 oy alanlar da, örneğin İtalya'da parlamentoya temsilci yollayabiliyorlar- küçük grupların daha fazla AP'de milletvekili yollamalarına, temsil güçlerinin daha fazla olmasına yol açıyor elbette. Bu mekanik ve evrensel bir seçim sosyolojisi.
ÖM: Bir de tabii, bu 732 sandalyeden 100'ünü elinde tutacağı ve güç dengesinde de önemli bir yere sahip olacağı belirtilen bir anarşik diyebileceğimiz topluluk var, komünistler, koyu Katolikler, tamamen serbest piyasacılar, aşırı milliyetçiler ve Avrupa karşıtları.
Aİ: Evet, serbest elektronlar tabir edebileceğimiz bir grup.
Anarşist derken o anlamda söylüyorum, nerede, nasıl davranacağı kesinlikle belli olmayan, farklı koalisyonlar içinde yer alması, beklenmedik koalisyonlar içinde yer alması mümkün olan bir %15-20'sini temsil eden, büyük ölçüde belirsiz diyebileceğimiz bir grup var.
ÖM: Bu da önemli bir şeyi gösteriyor mu acaba? Soğuk savaş sonrasındaki alışageldiğimiz klasik partilerin tekelinde bir kırılma var artık, farklı türde partiler var.
Aİ: Evet, özellikle ulusal parlamentolardaki kısa vadeli sonuçları itibariyle önemli olan seçimlerde bu tür kırılmalar daha az yaşanıyor. Sonuçta ulusal parlamentolarda sosyalist partilerle muhafazakârlar, Hıristiyan Demokratlar veya liberaller arasındaki çatışma iki ana kutup olarak devam ediyor. Ama AP gibi insanların oy verirken "ya, bunlar çoğunlukta olurlarsa başımıza iş açarlar" veya "çoğunlukta olurlarsa tam istediğimiz gibi davranırlar" diyemeyecekler, yani AP'de çoğunluk şu veya bu olsun insanların yaşamları değişmeyecek, hemen hemen hiç değişmeyecek, farkına bile varmayacaklar.
Dolayısıyla daha seçim sosyolojisinde ikinci tercih dediğimiz, gönlünden geçeni, tepki oyunu, bir tür kahve tartışmasındaki rahatlıkla ifade edebildiği seçimler oluyor. Söylediğin şey bu tür parlamento seçimleri için geçerli, mesela bunu ulusal parlamentolara taşıdığınızda benzer eğilimler yine gözükecektir ama bunlar büyük ölçüde tırpanlanacaktır, yontulacaktır.
İkinci olguya bakarsak, o da hükümetteki koalisyonların, hükümetteki partilerin bu seçimlerde hemen hemen her yerde cezalandırılması olarak da algılanabilir seçim sonuçları. İspanya ve Yunanistan hariç, çünkü orada seçimler 2 ay önce olmuştu, çok yakın bir tarihte olmuştu, her iki yerde de, yani İspanya'da sosyalistler, Yunanistan'da Yeni Demokrasi Hareketi, muhafazakârlar, milletvekili seçimlerindeki başarılarını burada da gösterdiler. Dolayısıyla bir güvenoyu tazelemesi gibi oldu onlar için.
ÖM: Belki buna Güney Kıbrıs'ı da katabiliriz.
Aİ: Referandum açısından mı? "Hayır"cıların çoğunlukta oldukları yine ortaya çıktı ama yüzde 75'e varmıyor, daha düşük kalıyor bu sefer. Diğer ülkelerde ise, Almanya'da, Fransa'da, İngiltere'de, Danimarka'da, hükümetteki sağ veya sol olsunlar, işçi partisi ya da muhafazakârlar olsunlar, bu fark etmiyor, örneğin Danimarka'da muhafazâkar bir koalisyon iktidarda, sosyal demokratlar öne çıktılar. Fransa'da yine muhafazakâr koalisyon iktidarda, sosyalist partisi çok önde geldi. Almanya'da ise sosyal demokrat koalisyon iktidarda
ÖM: Müthiş bir yenilgiye uğradı.
Aİ: Müthiş, kuruluşundan beri aldığı en düşük oy oranı bu aldığı %22 oy. Dolayısıyla hükümetlerin cezalandırılması konusunu destekliyor. Ama burada da farklı nedenlerle cezalandırılması diyebiliriz. İngiltere'de Tony Blair'in şahsi olarak cezalandırıldığını söylemek lazım; bu da Irak'taki işgal güçlerine dahil olması nedeniyle. İngiltere'de Tony Blair'in ve İşçi Partisi'nin bu yenilgisinin iktidardaki gücünü yitirmesiyle vs. açıklanmayacak boyutta bir seçim yenilgisi olduğunu ve bunun esas olarak Irak'la ilgili olduğunu söylemek lazım.
Danimarka'da da aynı şey geçerli, orada da seçmen tercihinin Sosyal Demokrat Parti'ye beklenmedik biçimde yönelmesinde de Danimarka'nın işgal güçleri içinde yer almasının rolü çok büyük. Buna karşılık Almanya'da Schröder hükümeti işgal güçleri içinde yer almaktan imtina etmekle beraber o da beklenmedik bir hezimet aldı. Bunu da Almanya'daki sosyal demokrat partinin son 4 seneden beri gözlemlediğimiz inanılmaz güç kaybının devamı olarak değerlendirmek lazım. Buna karşılık Yeşiller önemli bir başarı gösterdiler, yüzde 12'ye varan bir oy elde ettiler ama elbette en büyük başarıyı, Hıristiyan Demokrat Koalisyon elde etti.
ÖM: Edmund Stoiber değil mi?
Aİ: Evet, CDU ve CSU'nun oluşturduğu koalisyon büyük bir zafer elde etti, %44.6. Şunu da belirtelim ki, 1996'da Avrupa seçimlerinde %49 almıştı bu koalisyon, şimdi daha düşük. Zafer sosyal demokratlarla aralarındaki açıklıktan da daha çok kaynaklanıyor. Kendi oylarında bir azalma var göreli olarak ama aradaki fark çok artmış durumda. Buna karşılık Yeşiller %6.4'ten %12'ye çıkartmış durumdalar.
ÖM: Neredeyse yüzde 100'lük bir artış sağlamış oluyor. Bir de AB'nin Türkiye ile üyelik müzakerelerini başlatması açısından bir engel olur mu olmaz mı tartışması konusunda ne düşünüyorsun?
Aİ: Burada şu anda değerlendirmek çok erken, birincisi, yanılıyor olabilirim ama bence AP Türkiye ile müzakere tarihi verilmesi konusunda nihai karar organı değil. Böyle bir yetkisi yok.
ÖM: Bakanlar konseyi.
Aİ: Bakanlar Konseyi ve Avrupa Komisyonu'nun hazırlayacağı rapor ve Bakanlar Konseyi'nin alacağı bir karar. Çünkü biz üye olmuyoruz, müzakerelere başlıyoruz. Dolayısıyla burada AP'nin olumlu veya olumsuz nihai bir kararı olmayacak. Ne olabilir?
AP içinde bir bildiri gündeme gelebilir, örneğin Ekim ayında veya Kasım ayında bu olabilir ve AP'de Türkiye ile müzakerelere başlama konusunda olumlu veya olumsuz bir tavsiye kararı çıkabilir. Ama bu bir tavsiye kararıdır, hükümet zirvesini, Avrupa Konseyi'nin Aralık'taki zirvesini etkilemez, bağlayıcı değildir.
Sadece AP içinde önümüzdeki dönemde bazı sosyalist partilerin, bazı muhafazakâr partilerin Türkiye'deki ilerleme raporunun olumlu çıkması durumunda, bazı spesifik özgül talepleri gündeme getirmesini bekleyebiliriz. Özellikle Ermeni soykırımı ile ilgili bazı bildiriler, talepler, karar taslakları gündeme gelebilir, ama hükümetlerin bu tür bağlayıcı kararları dikkate almayacağını düşünebiliriz.
Elbette kamuoyunu etkilemesi açısından önemlidir. Kısa vadede büyük ölçüde bir etkisi olmayacağı kanısındayım. AP'nin içinde milletvekillerinin yarıdan fazlası yeni olacaklar ve bunların davranışlarını şimdiden kestirmek çok zor. Parti grupları değişecek, bunların nasıl bir yapılaşma içinde olacaklarını da kestirmek çok zor.
Yanılıyor olabilirim, bence çok sübjektif bir değerlendirme ama şu aşamada AP seçimlerinin, olumlu veya olumsuz çok büyük etkisi olacağı kanısında değilim.
Bir de bu kadar düşük bir katılımın olduğu bir seçim, tabii AP'nin söz söyleme meşruiyetini de kaçınılmaz olarak biraz kısıtlamış oluyor. Siyasal anlamda da ulusal parlamentodaki meşruiyeti üzerine oluşmuş bir hükümet, AP'ye "Tamam da, siz ne kadar, neyi temsil ediyorsunuz?" sorusunu yöneltebilecek durumda maalesef.
ÖM: Bugün Milliyet gazetesinden Sami Kohen "Yorum" köşesinde benzeri bir sonuca varmış "Engel olarak görmemek lazım tabloyu. AB'nin Türkiye ile müzakereleri başlatması için kararı zaten Bakanlar Konseyi verecek. Aralık zirvesinin bu konudaki kararının da sinyallerini bu hafta yapılacak bir dizi toplantıda daha net alacağız" demiş.
Aİ: Evet, şu anda yapılacak olan zirve var, yanılmıyorsam 16-17'sinde, orada bir karar çıkmayacak büyük ihtimalle. "İlerleme Raporu'nu bekleyelim, ama Türkiye iyi yoldadır. Bu son Demokrasi Partisi (DEP) milletvekilleri, anadilde yayın gibi kararlar çerçevesinde Türkiye reformlar yolunda kararlılıkla ilerliyor. İlerleme Raporunu bekleyip Aralık ayında karar vereceğiz" diyecekler, başka bir şey diyemezler zaten.
Ama şu da önemli bir faktör, bu seçim sonuçları Avrupa hükümetlerinin tavırlarını değiştirebilir diye düşünülebilir, çünkü örneğin Schröder paniğe kapılıp "AB konusunda biz adım atmaya çalışıyoruz, her attığımız adımda da güç kaybediyoruz" diye AB genişlemesi ile ilgili tavrını değiştirebilir -mi?" diye sorabilir insan. Ama şu aşamada zannediyorum seçim sathı mahallinde değil çoğu ülke, ne Fransa, ne Almanya, ne İngiltere'de bir erken seçim olasılığı yok gibi görünüyor.
ÖM: Onun için de fazla paniğe fazla mahal yok.
Aİ: Hükümetler ve hükümet politikaları seviyesinde çok büyük değişiklik beklememek lazım. (ÖM/Aİ/BB)