“Unutamayacağım bir gündü. 15 yaşındaydım. Hatırlıyorum. Bir gece naralar atarak Taksim tarafından gelen bir grup bizim evin altındaki Bay Petro’nun bakkal dükkanının önünde toplanmaya başladılar.
"Biz o gece sinemaya gitmiştik. Gittiğimizde bir şey yoktu. Hiç unutmuyorum 18:45 matinesiydi. 21.00’de eve geldik. Yemek yedik, Ada Palas Apartmanının birinci katında oturuyorduk. Altımızda Macar bir terzinin terzihanesi, yanında da Bay Petro’nun bakkal dükkânı vardı. Gece yarısı saat 22.30-23.00’de bir güruh ellerinde sopalarla geldiler ve camları kırmaya başladılar.
"Babamın bir tabancası vardı. Masanın üstüne koydu. Walter marka küçük bir tabanca. Almanya’dan getirmiş. Her ihtimale karşı, çıkardı. Çünkü adamlar kırıp dökmeye başladılar. Panjurları açtılar, camları kırdılar içeri girdiler. Bütün kumaşları ceketleri sokağa attılar. Biliyorlar nerede yabancı oturuyor. Daha önceden hesaplamışlar her şeyi.
"Bay Petro biraz ilerde oturuyordu. Petro’nun dükkanına girdiler. Küçük bir dükkân. Arkasında da kileri var. Bütün malzemeyi, buzdolabı gibi bir şey vardı onu da kırmışlar. Kaşar peyniri rulosu vardı. Kaşar peynirlerini Defterdar Yokuşu’ndan aşağıya attılar. Yağma yapmadılar tahribat yaptılar. Babam çok sinirli bir adam.
"Anneme dedi ki ‘sen Ediz’i al odaya götür.’ Ben gitmek istemedim. Korktum ağlamaya başladım. Babamın yanında koluna girdim. Üstten görebiliyoruz hemen altımızdalar. Babam bağırdı ‘Ne yapıyorsunuz? Çıldırdınız mı?’ ‘Abi sen karışma, sen karışma!’ diyorlardı. Film şeridi gibi gözümün önünde.
"Pata küte her şeyi attılar, kırdılar. 25-30 kişi vardı. Sopalar vardı. Kazmalar vardı. Tüfek ve tabanca görmedim. Çekiçler vardı ellerinde. Mahvettiler ve başka yerlere dağıldılar, gittiler. Sonra Petro geldi. Saat 24.00 gibiydi. Ağlamaya başladı. Böyle bir rezillikti. Macar terzi daha yaşlı bir adamdı. O da ağlıyordu. Adam cinnet geçirecek. Babam indi aşağıya adamları teskin etmeye çalışıyor. Ama imkânı var mı? Ben pencereydim. Büyük bir rezillikti. Herkes pencerelerdeydi ama kimse korkudan balkona çıkmıyordu. Perdelerin arasından bakıyorlardı. Tam bir şok hali. Travmatik bir durum. Olacak bir şey değil.”
Sözler Yeşilçam’ın romantik jönü Ediz Hun’a ait. Bir dönemin kahramanı olan Hun Beyoğlu Emek’te, yaz günlerinde açık hava sinemalarında, zaman zaman da televizyon ekranlarında yıllarca konuk olmuştu hayatlara.
Onu hep canlandırdığı karakterlerle beyaz perdeden izlemiştik ama işin bir de perde arkası vardı. Ediz Hun bu kez kurgu değil gerçek bir hikaye anlatmıştı.
Hun, nehir söyleşi yaptığı Rıza Oylum’un “Film Gibi Geçti” adlı kitabında Türkiye siyasi tarihinin utancının tanığı olduğu gecesiyi ilk defa getirdi. Daha önce hiçbir röportajda sorulmayan o sorunun cevabını Oylum’a vermişti.
6-7 Eylül’ü sormak
*Gülşen İşeri, Ediz Hun ve Rıza Oylum...
Yazar ve Film Eleştirmeni Rıza Oylum, İnkılap Yayınevi’nin koordinatörü Gülşen İşeri’nin Türkiye sinemasının kilometre taşı isimleriyle nehir söyleşi yapma teklifini memnuniyetle kabul eder. Çünkü amacı sadece Yeşilçam filmlerinin ardına düşmek değildir.
“Gülşen eski bir gazeteci olarak bu alandaki literatür eksikliğini keşfetmişti. Yeşilçam’ın yaşayan en önemli jönlerinden birinin 50 yıla yaklaşan kariyerinin dehlizlerinde dolaşırken kuşkusuz sadece melankolik filmlerin izini sürmeyeceğimi biliyordu.
"Çerçeve bu şekildeyken; Ediz Hun’la görüşürken sinema tarihinin yanında toplumsal dönüşümlerin, şehrin yaşadığı tahribatın, darbelerin, azınlıkların ve dahi kıyımların izini sürmeyi planlamıştım.
"Zira İstanbul’un orta yerinde 1940’ların Beyoğlu’nda doğup büyüyen bu şehirli, orta sınıf, eğitimli insan, esasen Cumhuriyet sonrası Türkiye tarihinin bütün dönüşümlerinin canlı tanığıydı.
Doğum tarihi ve doğduğu yeri gördüğünde Oylum’un aklına gelen ilk soru 6-7 Eylül olur. Soruyu sormak için fırsat beklerken Hun’un ilk aşkının bir Rum kızı olduğunu söylemesi işini kolaylaştırır, 15 yaşındayken yaşadığı, hiçbir gazetecinin ona sormayı akıl etmediği iki günlük kıyım günlerinde yaşadıklarını ilk aşkını anlattığı sırada sorar: 6-7 Eylül olaylarını hatırlıyor musunuz?
“Yüzünde o ilk aşkın heyecanıyla tatlı bir tebessüm belirmişken bir anda tebessümü kaybolmuş ağır bir kasvetli hava belirmişti. Anlattıkları, anlatamadıkları, yaşadığı travmanın etkileri ve gözyaşları, yazın olanca sıcağı altında Büyükada’nın serin rüzgarına rağmen bizi bir süre kendimize getirememişti.
"Sustuk ve 15 yaşında bir çocuğun pencerenin camından gördüğü evlerinin altındaki dükkânı yağmalayan organize kötülüğün yeniden kulaklarına dolan seslerinin Ediz Hun’un kulaklarından yitip gitmesini bekledik.
"Ediz Hun’a azınlık çocuklarının yanında utandığından okul değiştirten, ilk âşık olduğu Rum kızını göç ettiren, İstiklal Caddesi’nde o gece gördüğü trajediyi 80 yaşında dün gibi anlattıran 6-7 Eylül kıyımı, Türkiye sinemasının en önemli jönlerinden birinin kişisel ve bir o kadar da toplumsal travması olarak ömrünün son döneminde bu kitapla gün yüzüne çıkmış oldu.”
Kent daha gri, daha hüzünlü ve suçlu
Aradan 67 yıl geçmesine rağmen toplumsal travması devam eden, Ara Güler’in fotoğrafladığı kareler, kitaplar, tanık aktarımlarından oluşan belgeseller ve sinema filmleriyle hafızalara kazındı 6-7 Eylül.
Yaşamla ölümün, sevgiyle nefretin, vefayla ihanetin, dayanışmayla yağmanın kesiştiği iki gündü. Geriye tahrip edilen, yağmalanan bir İstanbul kaldı.
Kent daha gri, daha hüzünlü ve daha suçluydu. O iki günden sonra tarih bir kenti, bir milleti zan altında bırakmış, İstanbul’un değişen kimliğiyle birlikte renkleri de solmuştu.
Ediz Hun hakkındaSinema oyuncusu ve eski milletvekilidir. İstanbul’da Avusturya Lisesi orta okulunu bitirdi ve Atatürk Erkek Lisesi’nden mezun olduktan sonra dört sene Almanya’daki Würzburg Üniversitesi’ne Diş hekimliği tahsiline devam etti. Son sınıftayken yaz tatili için ailesinin yanına İstanbul’a geldiğinde 1963 yılında Ses derginin açtığı yarışmaya katıldı ve birinci oldu. |
(BD/EMK)