Mehmet Güreli deyince bende ilk çağrışan kelime ‘derinlik’ oluyor. Entelektüel birikimiyle aydınlık saçan, sanatın birçok dalında eser veren biri olmasının yanında meselelere bakışıyla ve yorumuyla çok derinlerde bir yerlere temas edebiliyor.
Kendisini müzisyenliği ile çoğumuz zaten yakından tanıyoruz. Ancak aynı zamanda ressamlığı, yazarlığı ve yönetmenliğiyle de çok konuşuluyor.
Çok yakın zamanlarda hem Saint Paul de Vence Günlüğü isimli sergisiyle Doku Sanat Galerisi’nde yer aldı hem de Salah Birsel’in aynı adlı romanından beyaz perdeye uyarlanan filmi Dört Köşeli Üçgen ile İstanbul Film Festivali’ndeydi. Aynı filmle Kayseri Uluslararası Film Festivali’nden üç ödülle döndü. Yani birçok alanda üretmek üzerine kurulu bir hayat onunki…
Ancak bu söyleşide edebiyatla ilişkisi ve yazma deneyimi, varoluşsal meselelere bakışı üzerinden ilerlemek istedim. Çünkü bana öyle geliyor ki edebiyat, yaşamının ve ürettiği her eserin içerisine sızmayı başarıyor.
Kitaplarından, kaygı, belirsizlik ve yalnızlık gibi derin konuların hayatındaki karşılığından konuştuk. Yaşamın anlamı ya da anlamsızlığından…
Bedrufi’nin Nefesi’ni okurken çok zengin bir birikim ile karşılaşıyoruz. İnsanı heyecanlandıran kitaplar vardır ya, bana göre öyle bir deneme kitabı… Ve bence bu heyecanı uyandırması sadece paylaştığı entelektüel birikimden değil edebiyat sevgisini alttan alta sezdirip işleyişinizden geliyor. Edebiyatın hayatınızdaki anlamını ve kapladığı yeri nasıl tarif edersiniz? İyi bir okur olmak ve yazmak sizin için ne anlama geliyor?
Evet, edebiyat, hayatın boyunca değiştiremeyeceğin ve birçok farklılıklara yol açan ya da göndermeler yaptığın kararların alanıdır. İster sevinçler yaratmış, isterse kapanamayacak yaralara yol açmış olsun, şifa ile ölümün arasına bir çizgi çekebilmek demektir. Bir anlamda, belirsizliğin ele geçirilemez tuhaf büyüsünü bozmak için yola çıkmaktır, ya da anlamsızlığın gizeminde kaybolup gitmektir.
Philippe Sollers bir yerde derin bir metafizik sürgünden söz eder. Edebiyatçıların kelimeler içindeki bir mabedinden… İnsanın, insanların arasında sürgün olması gibi... Yazarlar için söylenmiş özel bir alan. Bir kelime, bir cümle nelerin çıkış noktasıdır, nelerin sonu olabilir? Bir hikayenin ulaşabileceği nice mağara, ev ya da çıkmaz sokaklardaki bir çınlama, bizi nerelere sürükler? Bağlantılar ve çabalar; bilebilir miyiz? Gerçeği aşan bir olgudur bu, zaten çizgilere basmadan yürümek hem cesaret gerektirir hem de şart mıdır bilinmez. Yazmak benim için çok geniş bir alanı kapsıyor. Okumayı, not almayı, çizmeyi içine alıyor.
Jung’un bir sözü var: “Anlam çok şeyi, belki de her şeyi tahammül edilebilir kılar” diyor. Okumak ve yazmak hayatı anlamanın/anlamı bulmanın bir yolu olabilir mi? Derinliği yaratan yazmaya ve okumaya olan tutku mudur?
Galiba kendini seçmekle başlayan serüven bir anlamda hayata tutunmanın belirgin öğelerini de gözlerimizin önüne seriyor.
Sabah hangi soruyla başlarsa başlasın hayat, kendine çizdiğin dünyanın içinde seni binlerce ağacın ortasında, milyonlarca yaprakla baş başa bırakır. Ancak aşk ve tutku seni bu ormanda yalnız bırakmayacaktır. Sisler içinde, yeşil ya da sarı renkler içinde kaybolmamış acılar, yürek parçalayıcı bir düşüşten kurtulmayı deneyecektir. Her nokta, her kelime anlam aramaktan çok, nasıl yaşamak gerektiği üzerine gitmeyi seçecektir.
Yoksa nedenler bulmak, her zaman dinleyecek bir şeye başımızı çevirmek, eğitimin kalın çizgileri… Her yerde devam eden hayatlardan söz etmek gerekirse, kitaplarda da süren bir olgu bu, bir gün bitebilir ancak biraz da bizim ne beklediğimizle ilgili yaşam.
Öyleyse ‘anlam’ aramak beyhude bir çabadır mı demeliyiz? Ya da ‘anlam’ zaten aramakla bulunmaz mı?
Ben kelimelerle yol alan cümlelerin serüvenleri içindeki müziği, duyguyu, konuşmayı, hareketi takip ediyorum belki.
Bach’taki bir melodinin tekrarını beklerken olgunluk göstermeye çalışıyorum. Hikayenin sonunda gelmeyen kim varsa, başka bir yerde yola çıkmış olabilir...
Denemelerinizde de söyleşilerde de “İnsanın kendini tanıyamaması da bazen bir ömür sürebilir” alıntısını sıklıkla kullanıyorsunuz. Bu cümlenin sizin için ne ifade ettiğini merak ediyorum. Kendi deneyimlerinizle ilgili neler canlanıyor, kendini tanımanın yolu nerelerden geçiyor?
Kolay öğretilmiş olan hep şu olmuştur. Yıllar, istenilen noktayı size hep hazırlayacaktır. Bu da bir bekleyiş, bir sabır işi gibi sunulur kısaca. Oysa hayat, hayal kırıklıkları, hüsran, yanlış yol, yanmış yemek, kötü okul, görmeyen doktor, anlamayan okur, vefasız bahçıvanlarla doludur.
Tabii sizin kendinizi tanıyamamış olmanız, bu durumun başkaları tarafından da anlaşılmamış olmasını gerektirmez. Bir tür maxim, epigram denebilir.
Hayattan veya zamandan bir ‘güzellik’ beklemek gereksiz, kendimizi ‘oluşturmak’ bizim seçimlerimize bağlı öyleyse. Katılır mısınız?
Eğer siz bir illüzyon hayranıysanız, kendinizi oyuna daha az kaptırmalısınız. Hileleri keşfedememiş olmanızı bilmeniz bile yeter. Bir kabullenme, hızınızın yetersizliğini hissedişiniz ve güzelliklere ulaşmanız... Kendinize yeni tuğlalar eklemeniz öğretilemez; kötü bir benzetme müthiş hünerlerin arenasında cılız kalır.
Yine çalışmanın büyüsüne dönelim, sevincin kaynağını bulmak yerine önce sevinilecek olanın neler olabileceği üzerine eğilmemiz gerekir. Bir kitaptan daha fazla bir şeyle karşılaştığımızda yerimizi bilmek önemli… Belki de döneceğimiz bir yerimizin olup olmadığını düşünmek.
Metinlerinizde Kierkegaard’dan alıntılarınıza sıklıkla rast geldim. Kierkegaard deyince kocaman bir ‘kaygı’ kavramı düşüyor aklıma. Kaygı ile ilgili ne söylersiniz? Bir çağ hastalığı mıdır yoksa yaşamı canlı kılan unsur mu? Sizin hayatınızda nasıl var olur?
Kaygı, tabii sürekli her yerde sıkça duyduğunuzda sizi tedirgin edebilecek bir kavram. Yani birden bire kaygıya sürükleyebilir insanı bir anlamda. Korkularından endişe duymaya başlar, her zaman geçtiği yerlerde sıkıntı kaplar içini. Bastığı zeminden, yoldan uzak durma fikri yerleşir beynine. Bin çeşit karabasan değişik kılıklarda üşüşür eve. Oysa aklınızın otoritesine bağlanmak ve ısrar etmek gerekir. Bir Zen üstadı gibi belki de. İstemediğiniz duyguları, ışınları başka yöne çevirebilmeyi öğrenmelisiniz.
Keyifsizliği kovmak, yürekten çalışmak ve okumak...
Ama benim tarih araştırmalarım ve biyografik çalışmalarımdan çıkardığım hikayelerde, kendimle tarih arasında çıkan büyük savaşın yansımaları belki bütün bunlar. Öyle ki anlatılmamış tarihin izleri, hatta silinmiş izleri. İşte naçizane bu yolda, bir tür sezgi ve çalışma bana birçok haksızlığın, yetersizliğin ipuçlarını sunuyor. Yalanlara, tarihi çarpıtmalara karşı bazı yazı olanakları sağlıyor, yeni kapılar, değişik bakışlara ulaşmamı sağlıyor. Kaygı duyduğum ise hakikaten bir şeylere yaklaşıp yaklaşamadığım, yansımaların sahiciliği.
Kaygı da, bu üstü kapatılmış gibi duran dünyada oyuncağı elinden alınmış milyarlarca çocuğun içinde beslediği bir uyarı ipi olarak da ele alınabilir. Ayrıca içinde kaybolacağımız gelecekte yavaş yavaş bizi kemiren bir canavar gibi de düşünülebilir.
Benim bakışım, her iki olasılığın da ötesinde kendi sesini koruyabilmesi insanın; rüzgarın sesini de aşmış olan hoparlörlerden gelen korkunç sesleri dışarıda bırakabilme yeteneğini geliştirmesi. Kendine inanarak çalışmayı sürdürmesi, çünkü sandığımızın aksine, ne kapı var, ne de yol...
Denemelerinizin bazılarında bugünde sıkışmış bir insan tanımı görüyorum. Tarihinden ve geleceğinden emin olamayan. Yolu kaybetmiş. Belki en büyük düşmanı belirsizlik olan… Belirsizlikle aranız nasıl? Akışa bırakmakla kontrol etmek arasındaki dengeyi sizce nasıl kurabiliriz?
Bu belki de çıkışı arayanların ve bulamayanların öyküsü... Milyonlarca yol arasında esenlik denilen meçhul bir vadinin yolunu aramak. Oradan da rahat nefes alınacak bir araziye ulaşmak. Çeşmesi, sineması, kütüphanesi olmayan bir yerde yaşamaktan sıkıntı duymayanlarla ilgili birçok pasaj…
Bizim yazarımız da uzakta durmaya çalışıyor en azından, uyarıyor bizi. O insanların yarattıkları atmosferlerin boğuculuğu üzerine denemeler sadece. Vadinin yolu üzerine varsayımlar yok burada. Bilginin gücüne inanıyor...
Tabii tek baş edilecek şey belirsizlik değil. Yalnızlık var bir de… Örneğin Kierkegaard’ın bu konuda “Yalnızlık gereksinimi her zaman içimizde tinsel bir yan olduğunu kanıtlar ve bu tinselliği ölçmemizi sağlar” gibi söylemleri var. Yalnızlık size neler çağrıştırıyor? Sizce yalnızlığa duyulan ihtiyacın ‘tinsellik’ ile nasıl bir bağlantısı olabilir?
Yalnızlık, sizin seçtiğiniz bir tercihse bir sorun görmüyorum ben. Dayanabilmek de sizin gücünüzün bir parçası, odanın, sorunların tamamlayıcısı gibi. Karl Jaspers’in dediği gibi: İnsanın kendi kendini takip etme gücü vardır ve kendi gücüne güvenebilir.
Evet, ‘dayanabilmek’ ile istemek arasındaki çelişkili ruh hali en vurucu içsel gerçekliklerimizden biri bence… Çünkü her ikisine de sahip olabilen varlıklarız; yalnız kalmak isteyen ve yalnızlığa katlanamayan. Bu çelişki içerisinde nasıl ‘sağlam’ kalabiliriz?
Dayanabilmek de Rilke’den aldığım parçaları bir araya getirebilme çabası sadece. Bütün meselenin bu olduğunu ele almak. Parmak ucuna kalkan artık sabit duramaz. Yavaş yavaş, Tao’ya baktıkça berraklaşır dünya. Lao –Tzu’nun öğrencileri hep onun yanında oldular. Hep yazmasını istediler, ama o hiçbir şey söylemedi bile. Peki, öğrencileri onun yanında ne yapıyorlardı? Hiçbir şey. Sadece onun yakınında yaşadılar yıllarca. Hakikatin öğretilemeyeceğini susarak gösterdi belki de... (BK/EKN)
*Mehmet Güreli’nin kitapları: Bedrufi’nin Nefesi, Alope'nin Odası, Hayaller ve Sokaklar