“Rahat rahat, yayıldığın bir alan değil dünya, kıvrılıp, bükülerek anca sığışabiliyorsun. Tersi olsa bunca savaş, kıyım, katliam, vahşet olur muydu?”
Masalından Göçen Kuş ve Huzursuz Özne isimli kitapları NotaBene Yayınevi’nden çıkan Hanife Altun’la kendi kitaplarına, edebiyata, gündeme ve hazırladığı projelere dair konuştuk.
Her iki öykü kitabınıza da baktığımızda, çocukluğumuzdan taşıdığımız yaralar, aile içi şiddet, yoksulluk, delilik, intihar gibi temalara rastlıyoruz. Özelikle Masalından Göçen Kuş’un ilk yarısında çocuklukta yaşanan travmaları anlatıyor, ikinci yarısında ise bu çocukların ileriki yaşlarda topluma sığışmaya çalışan bireylere dönüştüğünü görüyoruz. Bunca hikâyeyi nasıl ve neden topladığınızı anlatır mısınız? Acıyı anlatan bir yazar mısınız? Girişteki paragrafta da belirttiğiniz üzere insan hep çocukluğundan mı kanar?
Nasıl ve neden topladımın somut bir cevabı yok. Çünkü bu, bir amca yönelik ve bilinçli bir biriktirme değil. Hayatın bütünü içinden ayırt edebildiğin minik öykü parçacıkları ve fotoğraf kareleri istemsizce birikiyor. Bu kayıtlar senden bağımsız, fakat senin varoluşunla bağlantılı bir biçimde birikiyor. Tortunun dibe çökmesi gibi, bu an kırıntılar da yaşamının içinde birikiyor. Elbette bunlar salt, bizzat deneyimlediğin hadiselerden oluşmuyor. Okuduğun, dinlediğin, izlediğin, tanıklık ettiğin hatta duyduğun her şey seni besliyor ve bu beslenme kanallarıyla meydana gelen çağrışımlar, imgeler de söz konusu birikime dâhil oluyor.
İlk Kitap için, hemen hemen istisnasız “Çocukluk travmaları” tanımını kullandı herkes. Ben bu çıkarıma çok katılmıyorum. Şöyle ki; “Masalından Göçen Kuş” üç bölümden oluşuyor ve bu üç bölümü birbiriyle ilintili kılma çabamda tam tersi bir kurgu mantığı var. Çocukluktan başlatmıyorum. Yaşamın içinde çeşitli biçimler, etkinlikler ve ruh hallerinde gördüğümüz yetişkin kimlikler vardı ilk önce. Bu kimliklere birer hikâye uydurup, onlardan birer karakter yaratmaya çalıştım. Sonrasında bu karakterlerin hikâyelerinin geçtiği zaman diliminden geriye gelerek, çocukluklarına ilişkin tahminlerde bulunmaya çalıştım ve bu tahminlerden yola çıkarak, o karakterin çocukluğunu da yazmaya çalıştım. Çocukluğun içinden bakan bir görüş alanından, travmatik öyküler kurmak değil de yetişkin bireylerin, yetişkin anlarına ait sahnelerden hareketle, onlara muhtemel çocukluk hikâyeleri uydurdum. Dolayısıyla, travmalarla dolu bir heybeyle yola çıkmadım. Olsa olsa; üç, beş travma hikâyesi uydurdum hepsi bu, benim açımdan bakıldığında.
Dramatize etmek ve acıklı hikâyeler kurmak, ağlak bir dille anlatmaksa kast edilen, bu anlamda, asla acıyı anlatan bir yazar değilim. Bu olmak isteyeceğim en son şey. Bizzat acıyla dalga geçen bir dille, yarayla oynayan bir üslupla, yaranın üstündeki kabuğu her seferinde “şerbetlenmiş” bir umarsızlıkla yeniden yeniden tırnaklayıp kaldırarak yazıyorum. Acı, elbette bir hikâye malzemesi ve hayatın içinde de bolca var. Bu malzemeyi ortaya boca etmekten imtina ediyorum.
“Çocukluğundan kanamak” meselesine gelecek olursam da “kan/kanamak” burada mecaz. Bunu şöyle de kurabilirdim, “İnsan hep çocukluğundan yeşerir” muradım; insan bir ürünse, çocukluğun bu ürünün çekirdeğine denk geldiğini ifade etmekti. “Kan bu tümcede başka bir maksatla kullanılmamıştır” diye bir dip not düşmüş olayım, bu vesileyle.
İkinci kitabınız Huzursuz Özne’de de “sığışamayan” “tutunamayan” “rahatsız” insanları anlatıyorsunuz. “Pencere kenarından bir kurtulsam” diyenleri, intiharın eşiğindekileri... Sizin için insanı anlatmanın önemi nedir? Edebiyat hayat kurtarıyor mu, acıyı azaltıyor mu?
Dünyanın sığışılabilecek denli geniş bir alan olduğunu düşünmüyorum, nihayetinde sınırları belli, kısıtlı. Dörtte üçünün de suyla kaplı olduğunu varsayarsak, insanın boy göstereceği alan daha da daralıyor. Dünyayı büyük ölçekte bir rahime benzetiyorum. Çevreleyen, kuşatan, kısıtlayan bir yapı, her kıpırdanışta, kafan, gözün; kolun bacağın bir yerlere çarpsa da yaşam ancak bunun içinde var olabiliyor. Az kıpırdanmaya yeltenip, çerçevenin kenarlarına çarpınca da kendi içine kıvrılıyorsun. Rahat rahat, yayıldığın bir alan değil dünya, kıvrılıp, bükülerek anca sığışabiliyorsun. Tersi olsa bunca savaş, kıyım, katliam, vahşet olur muydu?
Rahatsız insan meselesine gelirsem, yukarıda anlattığım koşullarda rahat olmak mümkün mü, diye sormak gerekir. Rahatı ve konforu çok sevmiyorum. En azından sürekli olanını, alttan alta; içten içe bir şeyler dürtmeli. Bir sinek vızıltısı, bir çakıl taşının sivriliği, bir çalının dikeni… Velhasıl minimal ölçekte de olsa, bir şey o kusursuz konfor alanımı hasarlamalı. Hasarlamalı ki, çatışma çıksın. Dingin, kıpırtısız bir zemini hikâye kurmaya olanaklı görmüyorum. Mücadele yoksa hikâye de yok benim için, hatta yaşam da.
İnsanı anlatmanın önemi, insanım ve en iyi insanı biliyorum. Neyi anlatsam da yine insandan hareketle ve onun görüş alanından gördüğüm kadarıyla anlatabileceğim. Bu insanı öncelediğim ve onu anlatmaya değer yegâne “şey” olarak gördüğüm anlamına gelmiyor. İnsansın ve insana anlatıyorsun biraz el mahkûm gibi. Hatta buraya bir “kahretsin” bile gelebilir.
Edebiyat hayat kurtarıyor olsa şimdiye kadar kurtarmış olurdu. Kaç milyar yıllık dünya, kurulalı beri can çekişiyor. Ne Âdem’in acıklı sonu, ne Gılgamış’ın korkusu, ne de Cervantes’in paranoyasından bir paye çıkarabildik. Ömür kavramı bir süreyi işaret etmekte ve bu süre içinde bizi oyalayacak bir şeylere muhtacız. Edebiyat da bu muhtaçlığımızı gideriyor hepsi bu. Bin Bir Gece’den, Decameron’dan tut da bugüne kadar, hep aynı motivasyon, aynı refleks, bize sirayet eden. Pek değişen bir şey yok günün sonunda.
Dedemin Evinin odaları Annemin İçindeki Boşluk’ta çocukluğunu anlatan karakter “zamanın geriye doğru aktığını, her şeyin geriye doğru hareket ettiğini hayal ettim,” diyor. Genel olarak öykülerine baktığımızda da zamanı ileriye doğru, belleği ise geriye doğru akan karakterlerin geçmiş anılarında sıkışıp kalmış olduğunu görüyoruz. Burada şunu sormak istiyorum. Hafıza insanlığa bir armağan mı yoksa bir lanet mi? Belleksizliği tercih etsek daha mı “huzurlu” öznelere dönüşeceğiz?
İnsanın akıl kayıtları anlamında, bellek elbette bir lanet, akıl denen bir yükle geliyoruz hayata ve aklın hamallığından çok da fazlası değil insanın konumu, durumu. Belleksizliği tercih etmek gibi bir seçenek ya da imkân olsaydı keşke. Dipsiz bir kuyuya benzetiyorum aklı, hafızayı ve hatırlamayı ân be an kıyısında doladığımız ve ansızın içine yuvarlanıp yuvarlanıp çıktığımız. Bundan kaçış ve kurtuluş olduğunu da düşünmüyorum.
Bugün bizim normal diye tanımladığımız çemberin içinden bakarak; normal olmayan, aklın yükününden özgürleşmiş diye düşündüğümüz; “deli, meczup” diye adlandırdığımız kişileri, bu halden azade zannediyoruz. Onlarda, bizden farklı bir akıl işleyişinin olduğu gibi bir hakikat var ki, bu aklın ve belleğin yükü hakkında hiçbir fikre sahip değiliz, buna rağmen kurtuluşu orada sanıyoruz. Özetle akıl ve hafıza başka başka formlarda da olsa, yaşam boyunca gölge gibi hep ensemizde.
Huzursuzluğun, benim şahsi talebim olmasına rağmen; bunu bir kenara bırakacak olsam bile, huzur kavramının işaret ettiği anlamın içine sığmak ve orada kalmak diye bir şey mümkün değil ki. Olsa olsa huzurlu ân parçacıkları vardır, o devasa akışın içinde ara sıra üzerine tırmanıp tutunduğumuz. Sonrası yine o büyük akışın içinde sürüklenme, ta ki yeni bir huzurlu ân parçacığı bulup bir müddet tutunana kadar. Huzur diye, mütemadi bir sürecin olmadığı konusunda ısrarcıyım, özetle.
Dil cambazı diye nitelendirebileceğimiz bir yazarsın. Öykülerinde sadece kurgu değil, çoğu zaman dil de ön planda. İliştirme isimli öykünde değişik bir teknikle zamanı dil üzerinden ileri geri sarıyorsun. Genel olarak dille kurduğun ilişkiyi sormak istiyorum. Senin edebiyatında ne kadar önemli dil? Yazar dil kurmakta ne kadar özgür?
Açıkçası böyle tanımlanmak benim için biraz sıkıntılı bir hale dönüşmeye başladı. Şöyle ki, bu bir eksikliği ya da kusuru dillendirmek maksadını da içeriyor.
Ben yazıyorum ve yegâne malzemem de dil. Bu aynı zamanda insan türünün de yegâne iletişim vasıtası. Ben dili herkesten farklı kullanıp; eğip, büküp ona beni işaret eden bir üslup giydiremeyeceksem, ne anlamı var? Ayırt ediciliği nerede? Ses rengi, parmak izi gibi bir şey dil benim için.
Dili bir olgu bağlamında düşünüp, ele alıp, bileşenlerine ayırdığımızda, sonsuz bir ses ve söz yığını çıkıyor ortaya. Bu yığının içinden kullanabilecekleriniz, sadece sizin elinizdeki parçanın kırıklarıyla uyum, sağlayıp örtüşenler kadarıyla sınırlı. Bu bir puzzle ve rastgele bir söz parçasını alıp anlatınızın içine koyamazsınız. Ne anlattığınız, konunuz, temanız, kurgunuz elbette önemli ama farkı yaratan ve onu sizin kılan, nasıl anlattığınız. Biçim ortada duran ve müşterek kullanıma ait bir şeyken; biçem şahsi olanı, seni inşa etmeni sağlayan şey ve ben bunu çok önemsiyorum.
Orhan Pamuk, “Benim Adım Kırmızı”da (aklımda kaldığı kadarıyla) “Üslup denen şey, kişisel bir iz bırakmanıza yol açan kusurdan başka nedir ki?” diyordu. Ben, buradaki kusura talibim ve Virginia Woolf’un “Şiir olmayan herhangi bir şey edebiyata neden girsin ki” hayreti de ilkem diyebilirim.
Yazarın dili kullanmadaki özgürlüğünü de yine bu çerçevede değerlendiriyorum, özgünlüğü kadar özgürdür. Sansür, denetim, korku vs. ise başka bir konu başlığı tabii ki. Bunun da cesaretten öte, daha çok tercihle ve tamah etmekle alakalı olduğunu düşünüyorum.
Hanife Altun yabancı öykücülerden kimleri okur? Kimleri sever ve takip eder? Türkçe Edebiyat’tan esinlendiği bir öykücü var mıdır?
Okuduklarım ve severek okuduklarım şeklinde iki ayrı kategoriden bahsetmem gerekecek. Mümkün olduğu kadar bütünlüklü bir okuma yapmaya çalışıyorum. Bu ne demek? Gidebildiğim kadar geriye gitmek, oradan başlayarak bugüne gelmeye çalışıyorum. Çünkü gövde metin, ana hikâye bir ve tek. Aynı kaynaktan çoğalıp, sürgünler veriyor. Ve gövdeye ait yapı hakkında hiç olmazsa bir fikir sahibi olmadan bugünde anlatılanı çözmek olanaklı değil. Atıflar, işaretler, telmihler… Edebi bir okuma söz konusuysa, söylenenden hareketle, söylenmek istenene ulaşmak gerekir.
Batı Edebiyatında öyküyü Decameron’la başlatsak, oradan Pançatantra’ya gitmek, oradan Canterbury Hikâyelerine, oradan Cervantes’e dolaşmamız gerekecek. Bu sonsuz zincire bir halkasından tutunmaya çalışıyorum ben de olabildiğince.
Öykünün roman dairesinden kurtulup, kendine özgü ayrı bir tür olarak varlık gösterdiği 19.yy’dan itibaren iki ekol olan Maupassant ve Çehov’dan bu yana gelecek ve severek okuduğum isimlerden bahsedecek olursam da Gogol, Salinger, Kafka, Mark Twain, Marquez, Dino Buzzati, Bruno Schulz, Edgar Allen Poe, Jose Saramago (özellikle sandalye öyküsü), Viriginia Woolf’u sayabilirim.
Bizden isimleri de anmam gerekirse, öncelikle yaşdaşım genç öykücüleri takip etmeye özen gösteriyorum. Çok sevdiklerim başlığı altında sayabileceklerimse, Tezer Özlü, Leyla Erbil, Selçuk Baran, Tomris Uyar, Haldun Taner, Hulki Aktunç, Bilge Karasu, ilk aklıma gelenler. Yakın hissettiklerimse Ayfer Tunç ve Sevim Burak. Bu iki ismi şu bakımdan yakın hissediyorum.
Sezen Aksu’yu çok severim. On yaşından bu yana (şimdilerde yatışsa da bu coşkun sevgim) ciddi bir hayranıyım diyebilirim. Buradan Hareketle Ayfer Tunç’a gelmek istiyorum. Ayfer Tunç’un Sezen Aksu’nun edebiyattaki karşılığının, Ayfer Tunç olduğunu düşünüyorum. Ben, bu eşleştirmeyle keşfetmiş olsam da Ayfer Tunç müthiş bir hikâye anlatıcısı ve benim için vazgeçilmez. Sevim Burak’a gelecek olursam onu anlamam çok kolay olmadı, anlaşılmaz bulup bırakıp, bırakıp yeniden başladığım öyküleri… Sonunda anladım ki anlaşılmaz diye bir şey yok, anlaşılmaz dediğimiz yerde, yetersiz kalan bir anlama çabası var sadece. Sevim Burak’ın yazarken gözettiği hedef kitlesi, benim görüş alanıma denk geliyor diye özetleyebilirim bu yakınlığı. Ve en son olarak bir de Didem Madak’ı saymak anmak isterim. Onun şiirlerini hep öykü diye okudum ve okuyacağım. Bu iki ismi tanımayı, konuşmayı, dinlemeyi ne kadar çok isterdimiyse tarif etmem mümkün değil.
Genel olarak Türkiye’de yapılan edebiyatı nasıl değerlendiriyorsun? Sence Türkiye’de edebiyatçılar gereken değeri görüyor mu? Yazarlar birbirini okuyor mu? Okur ne kadar bilinçlendi?
Böyle büyük laflar etmeyi, tespitlerde bulunmayı sevmiyorum. Bir gün bu yetkinliğe erişirsem severim belki. Ülkede yapılan edebiyatın, diğer birçok işte de olduğu gibi kör, sağır, dilsiz, sessiz, tepkisiz, korkak; suya sabuna dokunmaktan sakınır bir tavır içinde olduğunu düşünüyorum.
Şüphesiz içinde bulunduğumuz siyasi ortamın da bunda etkisi var. Fakat rutinimiz o kadar absürt bir merhaleye evrildi ki, bunu anlatacak yeni bir türün inşası gerekiyor belki de. Mesela, dünde distopya diye anlatılan şeyin üzerinde durabildiği bir zemin vardı, dolayısıyla “imkânsız, olmaz” sanılanın “inanılmazlık” kavramı üzerinden kurulmuş bir inanılırlığı, olabilirliği vardı.
Bugün en akla gelmez, en akıl almaz olaylar rutin yaşantımız oldu. Hayret ve şaşkınlığın sınırları kalktı, sınır ötesi olan da rutinimizin yüzölçümüne, metrekaresine dâhil oldu. Hayretin bittiği yerde, edebiyat da dâhil her şey bitiyor galiba. Bitmekten kasıt kaybolması, silinmesi değil elbette. Tatsızlaşması, yavanlaşması.
Türkiye’de hak ettiği değeri gören ne ve kim var ki, sıra edebiyatçıya da gelsin? Ben edebiyatçı olarak hak ettiğim değeri görmüyorum serzenişi bile fazla lüks geliyor kulağa. Her şey değersizleştirme ve itibarsızlaştırma üzerinden ve sırf buna yaslanarak yeniden kuruluyor. Kavramlar, anlamlarından soyulup, içi boş, süslü paketlere sarılıp önümüze fırlatılıyorken “değer” diye sunulan şeye bakınca, “değer görmek ”çok da cazip gelmiyor kulağa, vicdana ve ahlaka.
Hanife Altun’un kalemini yazının farklı mecralarında da görebilecek miyiz? Bir roman ya da tiyatro metni çalışmayı düşünüyor musun yoksa öykü yazmaya devam mı?
Doğrusu roman, benim çok kalbimi çelen bir tür değil. Fakat bir öykücü olarak, rüştünü ispat için bir roman ya da en azından novella olsun yazmam gerekiyor baskısını hissediyorum, çünkü öyle hissettiriyorlar. Bu baskının bir tezahürü olarak bir şeyler yapamaya ikna olabilirim gibi geliyor. Bir tiyatro metni yazmaksa yakın dönem planlarımda var ve buna gönüllüyüm. Masalından Göçen Kuş’ta böyle bir metne çevrilmeye elverişli olduğunu düşündüğüm bir öykü var. Tek kişilik bir oyun metni olarak tasarladım ve bunu bitirmek istiyorum. Hayat devam ettiği sürece, öykü de devam edecek.
Şu an üzerinde çalıştığın bir proje, bir öykü dosyası var mı? Meraklı okurlarımızı da bilgilendirelim.
Var, hatta birden fazla şey var. Tamamlandıkça duyulsun isterim. (İU)