Tufan Erbarıştan “Suzan Samancı’nın Öyküleri Üzerine Bir Deneme” kitabında Samancı’nın öykülerini derinlikli kapsamlı bir şekilde incelemiş.
“Güneydoğu eksenli öykülerin kahramanları sıradan insanlardı, onlar bölgede her an karşılaşabileceğimiz yapıda bireylerdi. Bir yazarın savaşın en yoğun olduğu dönemlerde bile yazmayı sürdürmesi, siyasi gerçekleri çarpıtmadan öykülere dönüştürmesi edebiyatın evrensel kimliğidir.” ifadesiyle, bölgede yaşanan sert gerçekliğin Samancı’nın öykülerinde estetik bir şölene dönüştüğünü anlatıyor. Erbarıştıran’ın bu kitabı, yazmak isteyenler ve edebiyat öğrencileri için başucu kitabı olacağını düşünüyorum.
Tufan Erbarıştan ile incelemesini, edebiyatı, hikayeyi konuştuk.
Sizi, Samancı'nın öykülerine dair kapsamlı incelemeyi yazmaya iten nedenler nelerdir?
Bir yazar ülkesinin sorunlarına ışık tutmalı, ayrıca kendi politik söylemini de yazılarına yansıtmak zorundadır. Kuşkusuz bunu her yazdığı şiir/roman/öykü için yapmayabilir. Ancak genel bakış açısı ve yazınsal bütünlüğü bu yönde olmalıdır. Suzan Samancı, yaşamını bu yönde doğrulamış, her yazısında, öyküsünde ve romanlarında öncelikle yaşadığı coğrafyadan başlayarak, işlediği konuları insana dair olanı evrensel bir ruha dönüştürebilmiştir.
Onun duyarlı, yüksek düzeyli ve bütünlüklü metinleri beni her zaman derinden etkilemiştir. Öykü kitaplarında okura doyumsuz coğrafi güzellikler sunmakla birlikte, yaşanan savaşın tanıklığını da yansıtmıştır. Bir aydın/yazar olmanın edebiyat açısından üstüne düşeni fazlasıyla yapmıştır. Bu yaşamsal önem taşıyan, içeriği yüksek metinlerde, yarattığı karakterleri okudukça, satırların gözünüzde canlandığını söyleyebilirim. İşte bu nedenle, böylesine değerli, ülkesi için bir kıvanç kaynağı olan, Suzan Samancı’nın öyküleri üzerine bir inceleme kitabı yazmanın önemli olduğunu düşündüm. Hatta Samancı’nın neden yeterince değerlendirilmediğine dikkat çekmek istiyorum.
Samancı’nın öykülerine yansıyan konular için yerelden evrensele uzanan gökkuşağı gibidir diyorsunuz. Anı yazarken, güncelliğin tehdidi de söz konusu olabilir mi?
Şöyle ki; Suzan Samancı’nın öykülerinde devletin yarattığı politik baskıyı, yargısız infazları, sıradan insanların acılarını/düşlerini ve o eşsiz coğrafyayı görürüz. Öykülerinin yetkinliğinin bir özelliği de sıradan insanları tıpkı Rus yazarlarının kahramanları gibi, onların yitmiş hayallerini, yaşamsal isteklerini, sevinçlerini ve acılarını insana dair olanı içtenlikle vermesidir. Onun öykülerini okurken, Tolstoy, Dostoyevski, Gorki, Aytmatov gibi yazarların öykülerini anımsarsınız. Yaşadığı coğrafyayı öylesine derin bir anlayışla edebiyat metinlerine döküyor ki, orada anlattığı hemen her olay ve kahramanların kişilikleri, gerçekliğin ta kendisi olsa da, gerçekliği kurgulamada ve estetik bir dile dönüştürmede oldukça ustadır.
Yazarın öykülerinde biçimsel arayışlar yerine, hikâyenin içerdiği konunun ön plana çıkmakta olduğunu ifade etmişsiniz. Kitaptaki konu başlıkları ilgi çekici: “renk, koku, ses, korku” sizi bu başlıklara götüren temalar nelerdi?
Suzan Samancı'nın öykülerinde, Güneydoğu coğrafyasının tüm renklerini görebilirsiniz. Sadece bununla da yetinmez, hiç kimsenin dikkatini çekmeyen, sıradan birinin gözünden öyle bir öykü yazar ki hayran olmamak elde değildir. Errrik Adam ve "İtirafçı" adlı öyküsü, özelikle "Suskunun Gölgesinde" kitabı bence edebiyat tarihimizin köşe taşlarından biridir. Neden tiyatro ve sinema yapılmadı hâlâ anlamış değilim.
Öykülerinde renkler, sadece coğrafyayı yansıtmakla kalmaz, aynı zamanda ilginç karakterleri de tanımamıza neden olur. Bazen esmer tenli, mavi gözlü, kurbağa bakışlı… Vb. gibi tanımlamalarla, kahramanı okurla karşı karşıya getirir. Her öyküsünde yaşanan dram, politik baskı, bölgenin gelenekleri, masallar, dengbejler, yoksulluk, kaybolan hayaller, gençlerin yaşamdan beklentilerini, helikopter ve telsiz seslerini, köprü altında ve yol kenarındaki cesetleri, ikide bir arkalarına dönüp bakanları biraz burnunuzu çekerek okursunuz. Cesetlerin kokusu, insanların bazen isyanı, bazen de suskunluğu, edebiyat açısından bakıldığında, Onun öyküleri yerelden evrensele uzanan bir gökkuşağı gibidir.
Suzan Samancı romanlarında ve öykülerinde, gerçekliğin yaratıcı estetiğini çarpıcı bir şekilde veriyor. Sıradan insanların hikâyelerini yazdığını söylüyorsunuz, sıradanlığa ve ötekiliğe dair neler söylemek istersiniz?
Aslında bunu şöyle yorumlayabiliriz. Öykülerdeki sıradan insanların düşleri, beklentileri, acıları, sevinçleri sadece o bölgeye ait değildir. Bir insan olarak tüm toplumu etkileyen ve üzerinde düşünmeye yönlendiren felsefi/sosyolojik bir derinlik içermektedir. Her insan, bir dünyadır sözünü anımsayalım. İnsan olmanın koşulları, onun karşısındaki engeller, beklentiler nelerse, bu durum dünyanın her yerinde aynen geçerlidir.
Öykülerindeki insanları alın ve başka bir coğrafyaya koyun, yine aynı edebiyat tadını alırsınız. Bu açıdan son derece başarılıdır. Yazarın dikkat çekmek istediği konu şudur: Sıradan bir insanın da ötekinden (varlıklı, eğitimli olsa bile…) hiçbir farkı yoktur. Yazar, edebiyat ölçüsünü kaçırmadan şunu imliyor bize: Ülkedeki ayırımcılık, bir bölgeye karşı önyargı, politik dayatma gibi konuların üzerinden öykülerini yazıyor. Ancak benzer konular dünyanın birçok bölgesi için de geçerlidir.
Metinler kısaldıkça yazımın zorlaştığı bilinen bir gerçek, bu anlamda Samancı'nın kullandığı dili ve üslubu nasıl değerlendiriyorsunuz? "Ötekiler"i özgün metinler yazdığı ve dili daha iyi kullandığı söylenebilir mi?
Öykü yazma sanatı kısa metin oluşu nedeniyle bir hayli zordur diyebiliriz. Öykü metinleri ansızın başlamalı, metin içinde okurların kişisel duygu ve düşünceleriyle dolduracağı boşluklar olmalıdır. Okurun katkısı için bu önemlidir. Metnin sonu ise, tamamen kapalı olmamalıdır. Yani bir öykü her okunuşta, tıpkı bir sanat eserine her bakıldığında, nasıl farklı bir algı söz konusuysa, öykü de bunun bir benzeridir.
Dünya edebiyatına ve Türk edebiyatına bakıldığında, farklı kültürlere tanıklık eden, iki üç dilli yazarların dili çok daha iyi kullandıkları ve daha özgün metinler yazdıkları söylenebilir. Edebiyatı ve sanatı bir bütün olarak görürsek, dilin müzikalitesinin, ritminin ya da matematiğinin oluşması o çok kültürlülüğün artırıcı verimidir diyebiliriz. Bu açıklamadan yola çıkarak, Suzan Samancı’nın öykülerini anlatım, biçem ve edebiyat düzeyini çok kültürlü bir coğrafyada yaşamasına o acılara tanıklık etmesine borçlu olduğunu düşünüyorum.
Donalt Kuspit "Sanatın Sonu" adlı kitabında popüler kültürün ve "şöhretimsi"lerin sanata hâkim olduğunu dile getirirken, ciddi bir sanat eleştirisinin olmadığına dikkat çeker. Bu anlamda Türkiye'deki sanat ve edebiyata eleştirel bakışı yeterli buluyor musunuz, edebiyatta da bir mafyalaşma var diyebilir miyiz?
Sorunuza en sondan başlayarak yanıt vereyim. Ne yazık ki yanıtım evet olacaktır. Dağıtım şirketleri, korsan baskılar, perakendecilerin bazı istekleri (?) nedeniyle her kitabın vitrinde öne çıkmaması gibi sorunları sayabiliriz. Ayrıca bu işlere girmiş ajansların çeşitli bağlantıları da bu oranda gerçek edebiyatı silmeye yöneliktir.
Sanki gizli bir el bizlere edebiyat yerine kurusıkı doldurulmuş, bir avuçluk barutu olan, ipe sapa gelmez, bir çırpıda okunduğunda yazarın ismini unuttuğumuz sözde edebiyat kitaplarını yutturmaya çalışıyor. Ajans, ilan ve medya, yayınevi üçlüsü güçlüyse, bir yazarın kitabı o oranda satıyor. Gerçek ve has edebiyatçılar ise neredeyse tu kaka edilip, görmezlikten geliniyor. Eh, bunun sonucunda eleştiri diye bir şey olabilir mi?
Çok ünlü diye lanse edilen yazarların kitaplarındaki mantık ve dilsel hatalarını saymaya kalksam, inanın dehşete düşersiniz. Kaç yazarla aram bozuldu, kaçı bana küstü saymakla bitmez. Söylediğiniz gibi, günlük tüketime yönelik, okuru düşünmeye itmeyen, sıradan ve basit, okunması bittiğinde hemen unutulacak kitapların yaygınlaşması, ülkemizin edebiyat geleceği açısından da kaygı verici bir tehlikedir. Bunun bir diğer nedeni de çok kitap basmak zorunda olduklarındandır. Yani kitap basımı ve kitap sayısı artacak ki para kazansınlar. Ancak ortada edebiyat alanında kalıcı metinler maalesef çok az. Bir araştırma yapılsın, güncel olan kitaplar "Piar"larla çalışıp, hiç bir edebi değeri olmayan dil çöplüğü kitaplarıyla, para ve popülerlik derdindeler.
Son olarak bugünün Türkiye edebiyatının gidişatını nasıl değerlendiriyorsunuz, kararlı ve bilinçli bir okur kitlesinden söz edebilir miyiz?
Okunun bilinç düzeyini yükseltecek, ülke gerçeklerini yansıtacak, Anadolu’yu ve başka bir coğrafyada olan gelenekleri, politik çatışmaları, felsefi derinliği, insanın tanımlanmasına yönelik edebi metinleri yeterince özgün bulduğumu söyleyemem. Böyle olunca da okurun bilinçli olmasını beklemek fazla hayalcilik olur.
Suzan Samancı, kendi alanında örnek alınması gereken bir yazardır. Masa başı üretim yapan, içine bolca cinselliği ve siyaseti koyan, estetikten yoksun, günlük konularla yazılan kitapların çok satmasına yönelik bir anlayışla yazanlar yazar değil, yazıcıdır! Suzan Samancı, aydın bir edebiyatçıdır.
Tufan Erbarıştıran hakkında
1957 İzmir doğumlu. Halen İzmir'de yaşıyor.
Uluslararası bir holdingde uzun yıllar çalıştı. Şirket yöneticiliği yaptı. Bir yerel ve iki ulusal yayınevlerinde yayın yönetmenliği ve editörlük yaptı. Yayınlanmış dört kitabı ve yayına hazır iki kitabı var.
Lise sonrasında uzun yıllar felsefe ve teoloji dersleri aldı. Birçok gazete kitap ekinde ve edebiyat dergilerinde kitap eleştiri ve tanıtım yazıları yazdı. Halen Berfin Bahar dergisinde, Cumhuriyet ve Şalom gazetelerinde sanat yazıları yazıyor. (DM/AS)