Olayı tam da o şaşmaz iktidar diliyle "provokasyon" olarak nitelendirdi. Bu bıktırıcı klişe senelerden beri tekrar edilir. Kulaklarımız yeni bir şey duymuyor. Polisin "adli vakalar" dışındaki o kemikleşmiş tavrını meşru kılan, örtbas etme geleneğini sürdüren bu klişeye yabancı değiliz yani.
Elbette o küçük hacimli silahsız gruba, yalnızca savunduklarını o meydanda açıklamak, bağırmak için toplanan insanlara girişen polisler değil hedeftekiler. Başka bir geleneği sürdürme gayreti içinde olan bir söylemin hedefi ise belli: basın ve özellikle televizyon kuruluşları.
Hiçbir eylemciyi kaçırmayan toplu ve itinalı bir dayak, tekmeleme, coplama, gaz kullanma değil; bu olayları "...adeta Türkiye'yi Avrupa'ya, dünyaya ihbar eden" medya asıl suçlu olan.
Kolay bir yol neticede. Kolay, kaçak ve zahmetsiz bir dil. Ancak bir yandan da medyanın bu tip olaylardaki tavrı ile ilgili yargımız zamanı yekpare görecek şekilde gelişme göstermedi bana kalırsa.
Örneğin televizyonların polisin kadınlara saldırması haberini büyüttüklerini düşünmediğini ifade eden televizyon habercisi Mete Çubukçu, bugüne kadar benzer yüzlerce olay yaşandığını, konjonktür nedeniyle son olayın dikkat çektiğini söylüyor.
Ben de bu düşünceye katılıyorum. AB süreci dolayısıyla bu tip olayların kazandığı haklı! önemin aslında çok daha önce olması gerektiğini ve olayın yalnızca bu yönden alınmasının yanlış olduğunu düşünüyorum.
Emniyet Genel Müdür Yardımcısı ve Emniyet Genel Müdürlüğü Sözcüsü Ramazan Er'in haftalık değerlendirme toplantısında olaylarla ilgili bugün (11 Mart 2005) yaptığı açıklamanın bir yerinde şunları söylüyor:
"Polisin cezalandırma değil zor kullanma yetkisi var, bunu dengeli kullanmalıdır".
"Toplumsal duygusallık"
Yasanın verdiği yetkiye dayanarak pek çok şey yapılabilir elbette. Dengeli, soğukkanlı ve ayarı kaçmamış şiddet olasılığı anlamına mı gelir bu ya da ben mi yanlış anladım acaba?
Bu açıklamanın da yer aldığı haberi mynet.com sitesinde de okudum. Sayfanın altında o anda bu konu için 88 kişi yorum yapmıştı. Bu yorumcuların büyük bir çoğunluğu -büyük bir ihtimalle çoğu erkek- kısaca polise hak veriyor, alkışlıyor, kendilerinin de orada olmadıklarına hayıflanıyor, yapılanları da yetersiz buluyorlardı.
Gene daha önce NTV Radyo'da "Halkın Sesi" adlı programda bir erkek dinleyici "Eğer oradaki polisler vurmasaydı ben kendim gidip döverdim onları" gibi bir cümle sarf ederek yere düşmüş bir kadına bir tekme de kendisinin savuramadığı üzüntüsü ile kıvranıyordu sanki.
Aslında toplumun geniş bir kesiminde de canlanıp vücut bulan ve kendini gösteren bu düşmanca taraftarlık, heveskar şiddetli dil bu olayda ve geçmişten bugüne gelen benzeri olaylarda iktidarın yalnız olmadığını gösteriyor bize.
Onun için endişelenmesinler bence. Elbette "polisin duygusal davrandığı anlar" olabildiği gibi sivil duygusallıklar da her an hazır ve kendilerine bir fırsat verildiği takdirde seve seve aynı şeyi yapabilecekler.
Türkiye'de "8 Mart Kadınlar Günü"nün ne anlama geldiğinin bilinmemesi, hediye alıp vererek nemli gözlerle kutlanan o içi boş günlerle karıştırılması bir yana; her alanda istenildiği gibi kullanılıp, orasından burasından alınan manasız ısırıklara maruz kaldığı gerçeğini de -"provokasyon" diline zinhar düşmeden- kişisel olarak kabul ediyorum.
Her anlamda iç yakıcı bir bıktırıcılığı olan bu görüntülerdeki hakikaten haklarını aramak için seslerini çıkarmaya ısrarlı kadınlara hadlerini bildiren azimli duygusallığı da göğüsleri gururla kabaran çoğunluğa ve özellikle de erkek çoğunluğa havale ediyorum. Ne de olsa duygusal bir milletin evlatları onlar.(TBÖ/EÜ)