Bu bir banka reklamı mıydı hatırlamıyorum ama öyle olsa gerek. Çünkü bu ülkenin insanları iyi şeylere layık olsalar da bu iyi şeyler, böyle yukarıdan bir ifadeyle onlara yöneticiler tarafından sunulur olmadı hiçbir zaman.
Bu, ancak bir finans kuruluşunun müşteri çekmek için kullandığı bir ifade olarak yerini alabilir tarihimizde. Bana bu sözü hatırlatan ise ilginç bir şekilde, Türkiye Yayıncılar Birliği'nin Düşünce ve İfade Özgürlüğü ödül töreni oldu.
Geceden ayrıldıktan sonra sürekli kafamda bu sözle dolaştım durdum. Türkiye Yayıncılar Birliği çok yerinde bir kararla Düşünce ve İfade Özgürlüğü ödülünü yargılanan tüm yazarlar adına Prof. Dr. Baskın Oran ve Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu'na verdi.
Hiç hak etmedikleri onca baskıyı ve mahkeme süreçlerini yaşayan bu iki değerli insan, devletin kurduğu ve yöneticisi oldukları Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu'nda hazırladıkları Azınlıklar ve Kültürel Haklar Raporu nedeniyle yaşadılar bütün bunları...
Kim hak eder ki diyebilirsiniz, doğru. Ama bir yandan da gerçekten trajikomik olan bir durum vardı onların yaşadıklarında.
Kendi kendilerine yaptıkları ya da bir sivil toplum örgütünün onlardan hazırlamasını istediği bir rapor değildi söz konusu olan. Bu durumu ve kendilerine zaman zaman basın yoluyla da yöneltilen saldırıları ise konuşmalarında çok güzel ifade ettiler.
Törende ayrıca, özellikle düşünce özgürlüğü alanında sağladığı iletişim ağı ve haberleriyle bianet şükran plaketi alırken, gazeteci Nadire Mater, Bianet'in bir kolektif olduğunu söyleyerek bütün arkadaşlarını kürsüye davet etti.
Tekirdağ'da 33 yıldır kitapçılık yapan Tekirdağ kitabevi sahibi Şakir Tunalı'nın aldığı ödül Yayıncılar Birliği'nin bir başka hakkaniyet ve kadirşinaslık örneğiydi. Yılların yayıncısı ve "daimi düşünce suçlusu" Sırrı Öztürk'e de ödülü yargılanan tüm yayıncılar adına verildi.
Ödül törenini sunan Yayıncılar Birliği Sekreteri Metin Celal en eski müvekkillerimden ve müvekkil ötesi bir dosttur artık.
Pazartesi dergisinin "Ayıp Köşe"si nedeniyle, müstehcen yayından dolayı yargılanmakta olduğum bir dönemde, kendisi bana sanık olmanın yanı sıra "müstehcen yayın avukatı" da olma, kitaplarını ve ifade özgürlüğünü savunma şansını vermiştir!
Ayrıca Leman dergisinin, zaman zaman duruşmaları da komik geçen karikatüristlerinin, tükenmek bilmeyen basın davalarının avukatı olarak, duruşma kapılarında bize sıra bekleten sevgili Fikret İlkiz'le dost olma şansını da...ki o da ödül töreninde, katkılarından dolayı Bianet'ten bir teşekkür ödülü aldı.
Gecede bir başka "yeni beraat" Pınar Selek de vardı. O her zaman ki heyecanlı haliyle "Amargi dergisini gördün mü" sorusunu belki üç kez tekrarladı. Ve kardeşi gepgenç avukat, ablasının beraatını nefesini tutarak izleyen Şeyda... ve babaları, her gördüğümde artan bir sevgiyle sarıldığım, o sakin, ışıklı ifadesiyle Alp abi.
Farkındayım bu yazı giderek "gecede daha kimler yoktu ki" şeklinde devam edecek bir "magazin programı" sunumuna benzedi. Ancak ödül töreninden sonra içimde tekrar eden bir başka söz de şu oldu: Biz birbirimizi sevdiğimizi söylemezsek kim söyleyecek?
Evet kim söyleyecek: Yine "İyi şeylere layıksınız" diyen bir başka banka mı? Bizim ünlülerimiz de böyle oluyor işte: Bir kısım "düşünce suçluları" ve onların, her zaman "düşünce suçlusu" olma potansiyeli taşıyan destekçileri...
Ödül töreniyle aynı gün Radikal gazetesinin manşeti Işık Üniversitesi Rektörü Prof. Ersin Kalaycıoğlu ve Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Ali Çarkoğlu'nun "Türkiye'de Sosyal Tercihler Araştırması"nın sonuçlarını veriyordu.
Ülkede vatandaşların yüzde 49'u askeri yönetimden yana; yüzde 54'ü iftardan önce lokantalar açılmasın diyor; yüzde 31'i kızlarla oğlanlar ayrı okusunlar buyurmuş!
Bunu törendeki meslektaşlarımla paylaşırken "Bize bir yer ayırsınlar bari orada yaşayalım" dedim ve içlerinden biri "Öyle bir yer ayırırlarsa orası ancak toplama kampı olabilir" cevabını verdi.
Evet aynı soruya dönersem "Biz birbirimizi sevdiğimizi söylemezsek ya da övmez, methetmezsek kim yapacak bunu"?
Askeri iktidar isteyenler mi, iftarsız lokanta açmayanlar mı yoksa ellerinde her daim bir bayrak, ne için olduğunu bile bilmeden birilerini linç etme psikolojisiyle ortalıkta dolaşanlar mı?
Bana bütün bunları yazdıran biri daha vardı gecede: Çocukluk arkadaşım Feyhan. Yıllardan sonra onunla ve gençliğimde göreyim diye hep peşinden koştuğum oğlu Hasan'la karşılaşmak, sanırım beni biraz da görece daha özgür olduğum 1970'li yıllara götürdü.
Hasan'ın küçüklüğünü hatırlamak kendi oğlumu düşündürdü. Oğlum bu yıl ilkokula başlayacak. Kayıt için gittiğimiz okulda yanına yaklaşan öğretmen "Yoksa sen benim sınıfıma mı geleceksin" diye sorduğunda oğlum, sanki karar vermek sadece onun düşünmesiyle olabilecekmiş gibi "Henüz karar vermedim düşünmem lazım" cevabını verdi.
Kendim için korkmadığım bir şeyden bazen onun için korkuyorum: Oğlum düşünsün mü düşünmesin mi? (FK/BA)