TGC Seçici Kurulu, Ragıp Duran'ın kişi düzeyinde ödüle değer görülmesine ilişkin gerekçesini şöyle açıkladı:
"Seçici kurul Ragıp Duran'ı gazeteci olarak meslek ilkelerini koruma ve geliştirme çabalarını, düşünce ve ifade özgürlüğünün geliştirilmesi yönündeki yazıları ile gazetecilerin temel hak ve özgürlüklerinin korunması yolundaki mücadelesi, basın sektöründe gazetecilerin editoryal bağımsızlığı ve tekelleşmenin önlenmesi konusundaki uyarıcı ve süreklilik gösteren yazıları, barış yanlısı ve savaş karşıtı görüşleri, ayrıca Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi ve öteki eğitim kurumlarında genç gazetecilerin meslek ilkelerini ifade özgürlüğünü benimsemiş, basın özgürlüğünün önemini kavramış gazeteciler olarak yetiştirilmesindeki katkıları nedeniyle ödüle değer buldu."
Duran ile Türkiye'de sansür/oto-sansür, medyada tekelleşme, gazetecilik ve etik, düşünce ve ifade özgürlüğü üzerine konuştuk. Öncelikle Duran'ın aldığı ödülden başladık. Ödülün bir şey ifade edip etmediği üzerine...
"Aslında bu ödül çok şey ifade ediyor. Bir tanesi Cemiyet açısından bakıldığı zaman. Gazeteciler Cemiyeti, özel olarak Nail Güreli'nin başkanlığı döneminde ve bugün de Orhan Erinç'in başkanlığı döneminde eskiden yapmadığı şeyleri yapmaya başladı. Bunların başında, Nail Güreli'nin, Metin Göktepe'nin neredeyse bütün duruşmalarına, Anadolu'nun çeşitli kentlerinde katılması bana önemli geliyor.
Türkiye'de aslında hepimizin de şikayet ettiği çok çeşitli medya sorunları var ve bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de aslında kötü bir medya ile muhatap yurttaşlar. Ama çok kısıtlı olanaklarına rağmen iyi bir Cemiyet, iyi bir meslek örgütü var.
Bu meslek örgütünün iyiliği bana göre, kendi mensuplarına hem siyasi hem fiziki anlamda sahip çıkması. Fikir özgürlüğü nedeniyle başı derde giren her insanla Cemiyet tek tek uğraştı, ki ben de bunların arasındaydım vakti zamanında. Yani güç koşullarda olan insanlar açısından Cemiyetin maddi manevi her türlü desteğini almış olmak sevindirici.
Cemiyet eğitime de önem veriyor. Özellikle bazı vakıflarla birlikte çeşitli taşra kentlerinde düzenlediği eğitim faaliyetleri var.
Benim Cemiyetin çalışmaları içerisinde açıkçası en fazla önem verdiğim tekelciliğe karşı, savaş zamanında, Amerika'nın işgali sırasında gazeteciliğin temel ilkelerinden biri olan savaşa karşı, barışçı bir anlayış sergilemesi.
Onun için bu ödülü şöyle düşünüyorum: Türkiye'de basın özgürlüğü için yazı yazan, mücadele eden, ders veren, bir şekilde duruş sergileyen binlerce olmasa bile yüzlerce insan vardır; onların arasından beni seçmiş olmaları tabii ki çok sevindirici; ben ayrıca bu ödül yüzünden bazı çevrelerin çok sevindiğini de biliyorum. (gülüyor) Onları da sevindirdiler. Onların sevinmesi beni ayrıca sevindiriyor. (Kim bu çevreler sorusuna yine gülüyor Duran ve "Onlar kendilerini biliyor" diyor.)
Bu duygumu iki aks üzerine kuruyorum. Gerekçe metninde de belli ölçüde belirtilmiş bu. Tekelci medya mülkiyeti ile özellikle savaş döneminde Amerikan işgaline karşı - hem siyasi hem teknik ve mesleki olarak - gazeteciliğin temel ilkelerini savunmak önemliydi. Adamların uydurdukları "embeded"ler v.s.ye karşı olmak... Bunu hakikaten biraz da inat ve ısrarla; derslerde, üniversitelerdeki toplantılarda, radyo ve televizyonlarda, tabii ki bianet'teki yazılarda, başka yerlerdeki yazılarda da ifade ettim. İnsanın kendi yaptığı bir işin başkaları tarafından tahrip edilmesi, başkaları tarafından çok garip ve tersine bir şekilde yapılması, haliyle rahatsız ediyor.
Bir de tabii ben bağımsız Türk medyasında herhangi bir yayın yapan, egemen medyanın bir yerinde çalışmadığım için fikirlerimi, görüşlerimi derslerde, konferanslarda, televizyonlarda, bireysel - paylaşan insanların olduğunu da biliyorum - daha rahat bir şekilde söyleyebiliyorum. Zaman zaman köşe yazarında da ortaya çıkıyor, bu tekelciliğe karşı ve savaşa karşı görüşler. Aslında egemen medyanın gösterdiği kadar azınlıkta değil bu görüşler; ama bugünkü yapı itibarıyla sanki çoğunluk hem tekelcilik, hem savaş konusunda onlar gibi düşünüyormuş gibi gösteriliyor ki işte bu ödül de aslında çoğunluğun - her halükarda mesleki çoğunluğun - öyle düşünmediğini gösteren bir kanıt olması açısından sevindirici benim açımdan.
Bilmem ne medya holding böyle bir ödül verseydi bana, zaten kabul etmezdim. Ödülü alan kadar ödülü veren kurum da önemli. Jüriye de bakıldığı zaman, belirli ölçüde bir temsil niteliği olması açısından beni bu ödülde tabiidir ki rahatsız eden bir şey yok.
Cemiyetin son 15 yıl izlediği çizgiye bakıldığında, aralarında benim de fikri olarak, mesleki olarak mücadele ettiğim karşı çıktığım insanların da vakti zamanında ödül almış olduğunu görüyoruz. Bu beni rahatsız etmiyor. Aksine Cemiyetin oralardan buralara gelmiş olması özel olarak sevindirici.
Ödül töreninin 24 Temmuz'da oluşunun sembolik bir anlamı var. TGC, ödüllerin "l908 yılında basında sansüre gazeteciler tarafından ilk kez son verilişin yıldönümü olan ve Basın Özgürlüğü için mücadele günü olarak anılan 24 Temmuz'larda sunulduğunu" açıklıyor. Basında sansür kalktı mı sizce?
Teorik bir şey tabii bu. Kalkmadı. Sadece Türkiye'de değil, dünyanın hemen her yerinde basın özgürlüğüne yönelik resmi, gayrı resmi ideolojik, ekonomik çok çeşitli baskılar, sınırlama girişimleri var; sürüyor sürecek.
Üstelik sansür genellikle yanlış kullanılan bir sözcük. Çünkü sansürün özünde yayınlanmadan herhangi bir bilginin, haber yorum görüşün medya dışında bir güç tarafından engellenmesidir sansür; yoksa editörün, gazetecinin yöneticisi veya sayfa sekreterinin bir yazıyı gazetenin politikasına uygun bulmaması sansür değildir, editör sansür etmez. Dış güçler, bu askeri olabilir, hükümet olabilir, sansür eder.
Bugün bakıldığı zaman, Abdülhamit dönemi anlamındaki sansürün çok güçlü bir şekilde uygulandığını görmüyoruz. Ama sansür sadece bu değil. Gazetecilerin, yurttaşların, akademisyenlerin, bir şekilde görüş belirtmek veya bilgi iletmek isteyen insanların görüşlerini yaygınlaştırılmasının farklı şekillerde engellenmesi olarak anladığımız zaman, tam bir basın özgürlüğünün hiçbir zaman olmayacağını biliyoruz.
Bugün benim görebildiğim kadarıyla, ideolojik sansürün hala belirli ölçüde resmi devlet tabuları itibarıyla varlığını sürdürdüğünü görüyoruz. Tekel medyası, tekelci holding gazeteciliği nedeniyle, özel çıkarlar, yani ticari ve ekonomik gerekçeler nedeniyle belirli ölçüde sansürün hala sürdüğünü görüyoruz.
Yani çok da somut örnek vermek gerekirse, ulusal çaptaki tabular konusunda, 6-7 tane bence önemli tabu var onlar belirli ölçüde kırılmaya yüz tutsa da Türkiye'de hala Kürt, Ermeni meselesi, siyasi İslam, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Türk siyasetindeki ve Türk toplumundaki yeri, Atatürk gibi konular hakkında gerçek anlamda bir basın özgürlüğü, fikir, düşünce ve vicdan özgürlüğü olduğunu söylemek güç.
Bunu engelleyen bir yandan kanunlar var. Kanunları değiştirmek siyasi iradenin meselesidir, ama bir yandan da 80 yıldır Türkiye Cumhuriyeti toplumunda toplumsal bir baskı var. Yani "okurun kabul edemeyeceği yazılırsa, okur gazeteyi protesto eder" şeklinde. Toplumda da bazı alanlarda belirli ölçüde birtakım gerici gelenekler, halk içersinde yerleşmiş toplumsal baskılar da var, milliyetçilik mesela bunların önemli tezahür alanlarından birisi.
Biraz önce "Özünde editoryal bir sansür söz konusu değil" dediniz. Aslında tüm tabu olarak bahsettiğin konularda editoryal bir oto sansürden söz etmek mümkün değil mi Türkiye'de bugün?
Tabii ki kılık kıyafet değiştiren bir sansür bile bugün kendini en çok mesleki alanda oto sansür olarak gösteriyor. Editör veya editörden bir önceki aşamada muhabir, bazı şeyleri yazarsa ilk başta editörle, gazete yönetimiyle veya toplumla başı belaya gireceği için ilk baştan kendisini kısıtlıyor. Habere en yakın olan muhabirin toplumsal düzeyde çözmesi gereken bir filtre var. Ama bu filtre, muhabirin kendi kafasından çıkan bir şey değil. O filtreyi de sonuç olarak resmi, toplumsal ve mesleki tabular oluşturuyor.
Bugün, özellikle bu tekel medyası için söylemek mümkün, büyük ölçüde oto sansür mekanizması yurttaşları çok çeşitli bilgileri almaktan men ediyor. Bir meslektaşın ilginç bir lafı vardı: Türkiye'de yazı işlerinde konuşulanların yüzde 50'si gazetelere yansısa insanlar çok daha fazla bilgi sahibi olurdu diye.
Kürt meselesine ilişkin 1999'dan beri bu zaman zaman ortaya çıkıyor. 28 Şubat'a dair bugün bazı bilgiler ortaya çıkıyor. Bunlar yeni bilgiler değil ama, o zaman çıkmamıştı.
Bizde ne yazık ki haberin yayınlanıp yayınlanmama kararı okuru bilgilendirmek temelinde değil, o gazetenin iktidarla olan ilişkileri temelinde alındığı için çoğu zaman bir sene,iki sene,6 ay önce öğrenmemiz gereken şeyleri geç öğreniyoruz.
Gazetecilik etiği açısından günümüz Türkiye'sinde medyanın durumuna bakarsak nasıl bir değerlendirme yaparsınız?
Bu etik meselesiyle ben uzun bir süre uğraştım.(*) Etik dendiği zaman işin içine etik kuralları, ombudsman, okur editörü gibi başka kurumlar da giriyor. Oysa ki burada birkaç tane sorun var. Bugün medyanın olumsuzluğunun altında birtakım muhabirlerin veya köşe yazarlarının etik kuralları bilmemesi, yahut onlara riayet etmemesi yatsa, etik devreye girip halledebilir.
Etik benim görebildiğim kadarıyla nispeten düzgün çalışan, işleyen bir mekanizmayı biraz daha iyileştiremk için bir araç, bir destekleyici olarak anlamlı. Ama zaten herhangi bir kuralı olmayan, özel çıkar savunuculuğuna soyunmuş bir ortamda, etik kuralların uygulanıp uygulanmaması çok da önemli değil. Ayrıca Özellikle Amerika'daki tekeller kendilerine has birtakım etik kurallar icat ettiler bile.
İkincisi sadece Amerika'da değil, batıda da her büyük gazete, radyo, televizyonunun kendine has etik kuralları var. Bizde de mesela Hürriyet kocaman kitap yayımladı. İlk bakışta çok da kötü olmayan şeyler. Ama uygulamaya baktığımızda, özellikle Hürriyet Grubu son 10 yılda, her üç yılda bir özel kurallar üretti ama kendi kurallarını kendisi çiğnedi; ki o kurallar kasıtlı olarak evrensel gazeteciliğin kurallarının tümünü içermiyor.
Bir başka sorun daha var. Bu etik kurallar, haberi üreten, yazıyı yazan, muhabir, yazar, karikatürcü, mizanpajcı için geçerli. Ama gazete üretimi, radyo, televizyon, Internet tek başına gazetecilerle yapılan bir iş değil. Diyelim ki çalışanın bir etiği var, işverenin de bir etiği olması lazım.
Mevcut mekanizmada çok etkili ve uygulamada anlamlı olabilmesi zor. Çok iyi kurallar yapabilirsiniz ama, uygulamada medya mülkiyetine, özel mülkiyete dokunan şeyler varsa, basın özgürlüğü orada medya patronunun özgürlüğü haline geliyor.
1998'de siz Terörle Mücadele Yasası'na göre 10 aylık hapis cezası aldınız. O günden bu yana düşünce özgürlüğünü kısıtlayıcı yasalarda değişiklikler yapıldı TCK'nın 312 ve 159. maddelerinde son yapılan değişiklikler yeterli mi?
Ben 1998 yazından 1999 Ocak ayına kadar cezaevinde kaldım. O günden bu güne, benim görebildiğim kadarıyla, büyük ölçüde Avrupa Birliği (AB) müktesebatını Türk hukuk mevzuatına alıp benimsemek yolundaki çabalar sayesinde, 10-15 sene önce veya 5-6 sene önce mahkum edilen yazılar bugün mahkum edilmiyor büyük ölçüde. Son derece olumlu bir gelişme.
Ama bugün hala Atatürk aleyhinde işlenen suçlara ilişkin kanunda cezaevine giren gazeteci var (Hakan Albayrak). Bildiğim kadarıyla iki üç tane gazeteci sadece fikirleri nedeniyle hala cezaevinde. Bu tabii AB'ye hazırlanan bir toplum açısından hoş şeyler değil. Ama gelişmeye bakıldığında olumlu gelişme var.
Tabii ki bu, isteyen istediğini yazsın anlamına gelmiyor. Onun da hem mesleki, hem hukuki kuralı var. Başta ırkçılık olmak üzere her türlü ayrımcılık, bir de şiddeti kışkırtma dışındaki bütün görüşlerin serbest olması lazım. Zaten Avrupa hukukunda bu var. Bize bakıldığında ırkçılık-ayrımcılık da, şiddeti kışkırtma da resmi makamlardan geldiği zaman suç olarak telakki edilmiyor. Bu iki anlayışa karşı çıkan ve 312'den yargılanan çok yazar çizer aydın oldu.
TCK 312 ve 159'un son aldığı şekil tabii ki yeterli değil, ama yaklaşık 80 yıl boyunca büyük kısıtlamalar altında kalmış bir toplumda köklü, toplu bir alt üst oluş yaşanmadıkça bunların birdenbire değişmesi mümkün değil. Yani hiçbir şey olmamasındansa bu tür kimi zaman makyaj olarak da tanımlanan - ki bence değil - değişikler olması daha iyi. Birtakım başka dürtüler, AB ile ilişkiler iktidarın kendi iktidarını sağlamlaştırmak, rakiplerine karşı belirli bir mevzi kazanmak için yapılan düzenlemeler olabilir, ama orada niyete, amaca bakmamak lazım.
Zaten toplum mekanik bir şey değil, birdenbire değişmesi mümkün değil. İyi bir yolda gibi gözüküyor. Ama bunun hazmedilmesi, sindirilmesi, benimsenmesi kaçınılmaz olarak belirli bir zaman alacak.
Beni daha çok ilgilendiren, hukuki alanda, kağıt üzerinde yapılanın toplumda, başta bu konuyla ilgilenen hakimler, savcılar, olası sanıklar ve gazeteciler, fikir, düşünce insanları, haber üretenler, fikir üretenler tarafından nasıl algılanıp benimseneceği ve halka halka bütün toplumda yayılabileceği.. Toplumda eskiye oranla ilk başta tepki gösterilerek karşı çıkılan fikirlerin 'yaa dur bir dakika, acaba bu da doğru mu, katılmasam bile bu da onun görüşü" şeklinde bir aşamaya gidebileceğine dair işaretler var... (YS/BB)
(*) Dünyada ve Türkiye'de Medya Etiği, Medya Etik ve Hukuk, s. 103 - 125, IPS İletişim Vakfı Yayınları, İstanbul, 2003.
** Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin "Geleneksel Basın Özgürlüğü 2004" ödül töreni 24 Temmuz Cumartesi akşamı saat 19.30'da Dolmabahçe Sarayı Hasbahçe'de gerçekleştirilecek. Törende Sürekli Basın Kartı taşıma hakkını kazanan Türkiye Gazeteciler Cemiyeti üyelerine de anı armağanları verilecek.