1996da İsrail Kanayı vurduğunda yine çok sayıda sivil ölmüştü. Ama bu kez durum biraz daha farklıydı. İsrail sınırına çok akın bir noktada bulunan Kana vurulduğunda ortaya çıkan görünüm göz yaşartıyordu. Zira tamamı sivil, üstelik 37si çocuk 60 kişi bir apartmanda saklanıyordu ve bina üç İsrail füzesi ile yerle bir edildi. Kanada sağ kalan yoktu. Aynı gün Beyrutta büyük bir gösteri düzenlendi. Göstericiler o güne kadar İsraili durduracak hiçbir karar alamayan Beyruttaki Birleşmiş Milletler binasına saldırdı. Güvenlik güçleri bir yandan Kana katliamına büyük tepki gösteriyor, diğer yandan da artık iflas ettiğini düşündükleri BM sisteminin kentteki binasını korumaya çalışıyordu.
Etnik ve dini ayrımlar unutuldu
Gösteride çok farklı kesimlerden, gruplardan, etnik topluluk ve siyasi görüşlerden binlerce insan BMye öfkesini dile getiriyordu. BM kurumsal bir karar alamıyordu, ancak genel sekreter Kofi Annan saldırıyı kınadığını duyurmak için New Yorktan açıklamalar yapıyordu. Aslında bu açıklama bile ertesi gün İsrailin hava saldırılarını 48 saat süreyle durdurmasını sağlamıştı. Biz de hemen yola çıkıp Kanaya, Ortadoğu tarihinin belki de en büyük iki katliamına tanıklık eden güneydeki bu küçük kasabaya doğru yola çıktık. Oraya vardığımızda gördüklerimi anlatmam çok güç. Ayakta kalabilen neredeyse bir tek bina yoktu. Camiler vurulmuş, namaz kılan insanlar ölmüş, evlerinde çocuklarını emziren kadınlar bile hayatını kaybetmişti. Ama o apartman gözlerimin önünden hiç gitmiyor. Tamamı sivil, bir çoğu çocuk olan Lübnanlılardan oluşan 60 kişi, bir tek bombayla yerle bir olan binanın altında kalarak hayatını kaybetmişti.
37 çocuğun acısını yaşama
Evlerden dışarı fırlayan eşyalar arasında göze çarpan oyuncaklar, hayata merhaba diyemeden ölen çocukların anısı olarak kameraların objektiflerine yakalandı. Üzerimizde hala aklımdan silinmeyen vızıltısı ile İsrailin insansız casus uçakları dolaşıyordu. Gazeteciler bölgeye akın etmişti. Dünyanın hemen her yerinden çok sayıda gazeteci bu haberi ülkelerine ulaştırmak için çaba harcıyor, attıkları her adım İsrail tarafından takip ediliyordu.
Vurulan yollarda İsrail uçaklarından kaçmak
İsrailin hava saldırılarını 2 gün boyunca durduracağını açıklaması köylerinde mahsur kalan insanları yollara dökmüştü. Binlerce insan buldukları ilk araca binmiş güneyden daha emniyetli olduğuna inandıkları Beyruta doğru kaçmaya çalışıyordu. Tüm yollar İsrail uçakları tarafından bombalandığı için birçok yerde tek şeride düşen karayolunda ilerlemek neredeyse mümkün değildi.
İsrailin vurduğu UNIFIL bölgede aciz kaldı
Bu arada Lübnanda bulunduğumuz süre içerisinde ilk kez karşılaştığımız UNIFIL askerlerinin çaresizliğine tanık olduk. Bölge öylesine karmaşıktı ve İsrail öylesine acımasızca vuruyordu ki köylerinde sıkışıp kalanlar kaçmaya bile fırsat bulamamıştı. Birleşmiş Milleler ise üzerinde UN yazan panzerlerini karargahlarından dışarı ilk kez çıkarma fırsatı bulmuştu. Zaten İsrail daha önce 4 BM askerini de bir bombayla öldürmüştü. Tüm dünyanın gözü önünde BM askeri birlikleri bile saldırıya uğruyor, dünya İsraile karşı sesini yükseltemiyordu.
Stratejik Litani Irmağının kuzeyine geçebilenler kendilerini şansı addediyordu. Otoyol üzerindeki tüm köprüler yıkılmıştı ama en azından Dürzilerin hakimiyetindeki Şuf dağları üzerinden Beyruta hala yol vardı.
Yolumuzun üzerinde yine bombalanan diğer bir kent Sayda vardı. Burada hastanelere giderek durumun ne olduğunu öğrenmek istedik. Hizbullahın kontrolündeki bir hastanede İsrailin fosfor bombaları kullanmış olabileceğini öğrendikten sonra, bu kez Kızıl Haç tarafından kullanılan CHS Hastanesine uğradık. Hastanenin morgunda bulunan cesetler doktorlara göre İsrailin bölgede kimyasal silah kullandığının kanıtıydı. Bu hastanede günlerdir İsrail sınırından gelen yaralıları tedavi eden Doktor Ali Mansur önce hastaneye gelen yaralılar hakkında genel bir bilgi verdi. Daha sonra ise morga kaldırılan İzzeddin ailesinden söz etti.
Kararan cesetler kimyasal silahın kanıtı mı?
11 kişilik İzzeddin ailesi bireylerinin cesetleri 17 Temmuzdan bu yana morgda tutuluyordu. Yani bombardımanın başlamasından 5 gün sonra ölmüşlerdi ve hastane kimyasal saldırı şüphesi ile cesetlerin gömülmesine izin vermiyordu. Morgun kapısını açarak içerideki cesetleri gösteren Dr. Mansur, İzzeddin ailesinin tüm bireylerinin ise tuhaf bir biçimde yok olduğunu söyledi. Daha sonra bir hastabakıcı tarafından ceset torbaları açılınca Dr. Mansurun ne demek istediğini daha net görmek mümkün oldu.
Cesetler tamamen kararmıştı. Kararan deri üzerinde en küçük bir yanık izi, her hangi bir yaralanma belirtisi yoktu. Ayrıca deri altında da her hangi bir yanık belirtisi olmadığı yapılan otopsi sonucunda anlaşılmıştı. Ayrıca bir konvansiyonel silahın atıldığı noktada mutlaka yoğun bir ateş oluşacağını belirten Dr. Mansur, böyle bir durumda mutlaka önce saçların, sakalların ve vücuttaki tüylerin yanıp yok olacağını, oysa İzzeddin ailesinin kararan vücudundaki tüm tüylerin yanmadan durduğunu söylüyordu. Gerçekten de hayatını kaybeden aile bireylerinin saçları, sakalları ve bıyıkları bile yanmamıştı.
Prof. Cham : Bu fosfordan çok daha güçlü bir kimyasal silah
Paris Üniversitesi öğretim üyesi, Lübnan asıllı Fransız doktor Prof. Beşir Cham da o günlerde tatil için geldiği ülkesindeki CHS Hastanesinde gönüllü olarak çalışıyordu. Prof. Cham, İsrail uçaklarının insanları kimyasal silah ile öldürdüğüne emin olduğunu söylüyordu: Bu kez atılan bombalar daha önce de örneklerine rastladığımız fosfor içerikli kimyasal silahlardan farklı. Fosfor atıldığında vücutta parçalı yanık izleri olur. Ama burada farklı bir durum var. Herhangi bir bomba olsaydı vücudun tamamının kararması mümkün değildir. Çeşitli yanıklar olabilir, hatta ailenin bazı bireylerinin kurtulması bile mümkün olabilirdi. Ancak bu aile 11 kişi ve tamamı aynı şekilde ölmüş. Bu kimyasal silah kullanımının kanıtıdır .
Prof Cham, cesetlerin laboratuarda tutulduğunu, burada bombalardaki etkin maddenin ne olduğunun araştırıldığını söyledi. Cham, Otopsi sonucu aldığımız öreklerin bazılarını da yurt dışına yolladık. Bir süre sonra etkin maddenin ne olduğu ortaya çıkacaktır diyordu.
Türk askeri gelse de gelmese de...
Savaşın tüm acısını yaşayan Lübnanlılar, Hizbullah taraftarı olsun olmasın İsrail bombalarının hedefi oldu. Ateşkesin sağlanmasının ardından da acılar unutulmadı. Sadece artık savaşın bitmesi ile birlikte normal hayata yeniden dönmeye çalışan Lübnanlıların çabası kaldı. Ancak sedir ağaçlarının ülkesi, yüzyıllardır olduğu gibi etnik, mezhepsel, dini ayrımların, aykırılıkların, çatışmaların merkezi olmaya devam edecek. 1948den bu yana önce Filistin sorunu ile bölgedeki çatışmaların merkezi durumuna gelen Lübnan, Osmanlıdan bu yana süren etnik çekişmelerin merkezi olmaya devam edecek. Öte yandan hayat Lübnanlılar için savaşa herkesten biraz daha yakın olmanın tedirginliği ile sürüp gidecek. Beyrut ise besbelli bu çatışmanın merkezinde, dünyanın en etkileyici ama en çok yıkıma uğramış şehirlerinden biri olarak kalacak. (MU/EK)