Kayıtlı katılımcıların yarısından fazlası, başta Hindistan olmak üzere Asya'dan. Bugüne kadar hareketin büyük ölçüde Latin Amerika ve Avrupa hareketlerinin hakimiyetinde olduğu göz önüne alındığında, küresel direniş hareketi açısından bu durum önemli bir gelişmeye tekabül ediyor.
DSF'de toplam bin 200 kadar forum, toplantı, tartışma, panel, seminer, atölye ve kültürel etkinlik gerçekleşecek. Etkinliklerin her biri, küresel kapitalizme ve Amerika Birleşik DevletlerABD'nin hegemonya savaşlarına karşı, savaşsız ve daha adaletli "başka bir dünya" arayışına sahne olacak.
DSF altı gün boyunca aşağıdan küreselleşme aktivistlerinin diyalog zemini, stratejilerin tartışıldığı bir alan ve evrensel bir üniversite olarak işlev görecek. Bu anlamıyla Forum, bir yandan küresel sermayeye karşı bir meydan okuma olurken, aynı zamanda da aşağıdan küreselleşme hareketinin aktivistleri açısından önemli bir olanak.
Geçen yıl Brezilya'nın Porto Alegre kentinde gerçekleşen üçüncü DSF, o sırada yaklaşmakta olan Irak savaşına ve işgale karşı bir direniş alanına dönüşmüştü. Bu yıl Hindistan'da güçlü bir antiemperyalist ve anti ABD ruh halinin hakim olması bekleniyor.
Son seçimlerde Cumhurbaşkanı seçilen, göreve başladıktan sonra neoliberal politikaların uygulanmasını sürdüren Lula'nın ve Venezüella Başkanı Chavez'in damgasını vurduğu, Porto Alegre'de gerçekleşen geçen yılki DSF'den farklı olarak, bu yıl özellikle Asya'dan katılacak olan militan grupların sayısı, daha radikal ve daha politik bir DSF'nin işaretlerini veriyor.
DSF dört yıllık bir süreci geride bırakmaya hazırlanırken, süreci yakından izleyen veya bu sürece bilinçli bir şekilde uzak duran çok sayıda kişi ve kurum açısından önemli bir çok soru işareti de var olmaya devam diyor. Biraz uzun olması ve dolayısıyla okumayı zorlaştırması tehlikesini göze alarak, bu yazıda DSF sürecine dair bazı önemli başlıklarda tartışmalara yanıt aramaya çalışacağım.
DSF'nin öncülleri
1990'lı ve onu izleyen yıllarda, kapitalist küreselleşmeye karşı bir direnişin dalga dalga yayıldığına tanık olduk. Bu dönemde bir biriyle ilişkisiz gibi görünen bir çok neoliberalizm karşıtı radikal mücadele, derinlerde bir şeylerin kıpırdamakta olduğunu gösteriyordu.
1990'da neoliberalizme karşı kurulan Sao Paulo Forumu, 1994'te Zapatista başkaldırısı, 1995'te Fransa'da kamu emekçilerinin milyonları sokağa döken neoliberal reformlara karşı direnişi, 1997-98'de Endonezya, Filipinler ve Güney Kore'de yaygın direnişler ve başkaldırı, 1998'de MAI karşıtı etkinlikler ve ATTAC'ın kuruluşu, 1999'da Seattle direnişi, 2001'de Dünya Sosyal Forumu'nun örgütlenmesi ve Cenova'da G8'lere karşı direniş...
Bundan sonra küresel direniş eylemlerinde adeta bir patlama yaşandı. Küresel kapitalizmin tüm uluslararası kurumları, hareket tarafından mercek altına alındı ve her bir toplantısı aktivistler tarafından basılmaya başlandı.
Küresel sermayenin neoliberal politikaları bir yandan muazzam bir küresel yeniden yapılanmayı gündeme getirirken, aynı zamanda da çok büyük yıkımlara neden oluyor. Sermayenin çıkarları doğrultusunda sürdürülen bu program nedeniyle milyonlarca insan yoksulluğa ve açlığa mahkum edilirken, küresel sermayenin paylaşım savaşları militarist boyutta da yayılıyor.
Neoliberalizm, yoksulluğu, açlığı ve hegemonya savaşlarını küreselleştiriyor. Yıkım ekonomik ve askeri alanın ötesinde, kültürel ve çevre boyutlarıyla da sürerken, tarihte ilk kez tüm dünya nüfusunun refah içinde yaşayabileceği bir gelişme aşamasına gelen insanlık, aynı zamanda da bir barbarlık sürecine, gezegen üzerindeki tüm canlılarla birlikte toptan bir yok olmanın eşiğine doğru hızla sürükleniyor.
İşte bu gelişmeler; bir yanda küçük bir azınlık elinde biriken muazzam bir servet, krizler, petrol uğruna savaşlar ve katliamlar, diğer yanda daha adaletli bir dünya isteyen milyarlar arasındaki çelişki, 21. yüzyılın sosyal mücadelelerinin dinamiğini belirleyen olgular olarak karşımıza çıkıyor. Sosyal forum hareketi bu çatışmanın belirlediği dinamikler üzerinden yükseliyor ve ancak bu boyutuyla ele alındığında anlaşılabilir.
DSF nasıl kuruldu?
DSF başlangıçta neoliberalizm karşıtı birkaç aktivistin fikri olarak gelişti. Ancak bu fikrin gelişmesinin önünü açan ve bu düşüncenin olgunlaşmasını olanaklı kılan, dönemi daha önceki liberalizm karşıtı mücadele tarihinden radikal olarak farklılaştıran, yukarıda değinilen bir dizi gelişme vardı.
Dünyanın efendileri konumundaki çokuluslu şirketlerin, uluslararası finans kurumları ve devlet yöneticilerinden oluşan elitlerin İsviçre'nin sayfiye kenti Davos'ta bir araya gelerek, kapalı kapılar arkasında altı milyar insanın kaderini doğrudan ilgilendiren konuları tartıştıkları Dünya Ekonomik Forumu (DEF), 20 yıldan fazla bir süredir düzenlenmekteydi.
Ancak yavaş yavaş bazı neoliberalizm karşıtı aydın ve aktivistler, döneme damgasını vuran "protestocu" karakteri aşmanın, karşı çıkılan düzenin alternatiflerini de sunmanın ve böylece hareketin pozitif bir karakter kazanmasının gereğini tartışmaya başlamıştı.
Çeşitli tartışmaların sonunda, bir karşı-Davos zirvesiyle dünyanın efendilerinin düzeninin tersine, ekonominin kâra değil, insanlığın hizmetine tabi olacağı, "Başka bir dünya mümkün" mesajının daha güçlü bir şekilde verilebileceği fikri ortaya atıldı.
Bu fikir ilk olarak Brezilyalı Oded Grajew tarafından dile getirildi. Grajew, bu fikrini arkadaşı, Brezilyalı aktivist Francisco Whitaker'e (Brezilyalı Piskoposlar Adalet ve Barış Konseyi Komisyonu Sekreteri) açtı. İki Brezilyalı, bunun gerçekçi olup olmadığı konusunda fikrini almak üzere Le Monde Diplomatique'in o zamanki Genel Yayın Yönetmeni ve ATTAC'ın kurucularından Bernard Cassen'e danışmaya karar verdi.
Cassen, bu fikri destekleyerek, bunun Brezilya'da yapılmasını önderdi. Brezilya, sosyal hareketlerin çok güçlü olduğu, altyapı açısından da ekonomik gelişmişliği yeterli olan bir ülkeydi.
28 Şubat 2000'de Sao Paulo'da, ilk girişimi başlatmak üzere, bugün Brezilya Komitesi olarak bilinen sekiz örgütün delegeleri bir araya geldi ve Dünya Sosyal Forumu'nun düzenlenmesi doğrultusunda anlaşmaya vardı. Bu anlaşma doğrultusunda ilk DSF 25-30 Ocak 2001'de, Davos'a paralel olarak Porto Alegre'de düzenlendi.
DSF nedir?
DSF, ekonomik ve askeri neoliberalizme karşı mücadele eden aktivistler ve sosyal hareketleri bir araya getiren açık bir alan, politik bir süreçtir. Bu sürece katılım herkese açık olmasına karşın, DSF ilkeleri "neoliberal ekonomik politikalara ve emperyalizme karşı olma"yı bir önkoşul olarak önümüze koymaktadır.
Sosyal hareketlerin pratikleri incelendiğinde, sosyal forum hareketinin küresel sermayenin dayattığı neoliberal küreselleşmeye ve bunun sonucu ortaya çıkan yoksullaşmaya, ayrımcılığa ve dışlamaya, savaşlara karşı net bir duruşa sahip olduğunu görüyoruz.
DSF'nin zaman içinde "Hareketlerin hareketi" olma özelliğini kazanması ve uluslararası düzeyde sosyal hareketlerin bir araya geldiği bir diyalog ve politika zemini olarak konumunu pekiştirmiş olması, onun en büyük başarılarından birini oluşturdu.
Sosyal Hareketler Çağrısı Porto Alegre II'de, "Bizler farklıyız... Bu farklılıklarımızı ifade etmemiz, bizim birliğimizin ve gücümüzün temelini oluşturuyor" deniliyor. Sosyal forum sürecine katılanlar, ortak düşman olarak gördükleri neoliberalizme karşı olmak konusunda anlaşmalarına karşın, "nasıl bir dünya" sorusuna verilecek yanıtlarda birbirlerinden son derece farklı görüşlere sahip olabiliyor. Bu nedenle sosyal hareketler süreci "birlik içinde çeşitlilik" olarak tanımlıyor.
DSF'ye dair tartışmalar, bu olguyu dikkate almak zorunda. Yani, fikirlerde anlaşmış, ortak bir geleneği olan homojen bir yapılanmanın söz konusu olmadığını, birbirinden çok farklı mücadele ve örgütlenme geleneklerine sahip çevrelerin birlikteliğinden söz edildiğini göz önüne almak durumundayız.
Dünya Sosyal Forumu neoliberalizme karşı çıkan tüm örgütlere ve çevrelere, bir araya gelmeleri, tartışmaları, mücadelelerinin deneyimlerini birbirlerine aktarmaları, ortak mücadele takvimleri oluşturmaları ve alternatif öneriler getirmeleri için bir alan, bir zemin oluşturuyor. Bu, radikal bir demokrasi için mücadele verenlerin, küresel düzeyde direnenlerin ve isyan edenlerin bir araya geldikleri bir zemin.
Forum, aynı zamanda, içinde diğer aşağıdan küreselleşme mücadelelerinden öğrenebileceğiniz ve bu mücadelelere katılma olanağı elde edebileceğiniz, öğrenme ve katılım için evrensel bir alan niteliğinde. Bu zeminde bir yandan da, küresel sermayenin aramıza ördüğü kültürel duvarlar yıkılıp, başka coğrafyalardaki ezilenlerin dünyasına girme şansı elde edilebiliyor.
DSF ne değildir?
DSF bir örgüt değil. Sosyal Forum, neoliberalizme özel olarak bir karşı duruş biçimi veya eylemin doğrudan kendisi de değil. DSF'nin tek ideolojik duruşu, DSF İlkeleri' nde ifade edilenlerle sınırlı. Bunun dışında özel bir ideolojik duruşa ve siyasi bir önermeye sahip değil.
Peki bu DSF'nin ideoloji-dışı bir alan olduğu anlamına mı geliyor? Hayır, sürecin, İlkeler'de belirlenen dışında özel ideolojik bir duruş tarafından belirlenmediği anlamına geliyor. Yani, süreç içinde yer alan her çevre ve kişi, kendi öznel ideolojik duruşunu bu alan içinde özgürce ifade edebilir.
Bir başka ifadeyle, bu alanda farklı ideolojik duruşlar arasında tartışma, çatışma ve paylaşma olanağı söz konusudur. DSF bu farklı ideolojik duruşların homojenleşmesi ve ortak bir duruş olarak sergilenmesi yönünde bir sorumluluk taşımamaktadır. Ancak bu olanağı kullanan çok farklı siyasi duruşlar, kendilerinden çok farklı diğer çevrelerle bir araya gelerek ortak ideolojik bir duruş sergileyebilmektedir. Savaş karşıtı hareket bunun en önemli örneklerinden birini oluşturuyor.
DSF'nin ideolojik bir duruş sergilememesi, Sosyal Forum'un kendisinin neoliberal küreselleşmeye, militarizme veya ayrımcığa karşı mücadelenin liderliğini üstlenmediği anlamına da gelmektedir.
DSF sadece bu mücadeleleri yürüten sosyal hareketlerin buluşması için bir zemin oluşturmaktadır. Forum'un, neoliberalizme karşı mücadele eden sosyal hareketlerin buluştuğu bir zemin, bir alan olması, onun en önemli özelliklerinden biri.
Örgütsel bir yapı, bir federasyon veya kongre, ya da benzeri bir formata sahip olmayıp, bir süreç olması, sosyal foruma iki boyutlu bir zenginlik katıyor. Birincisi, yerleşik yapılaşma olmaması, iktidar ilişkilerinin kendisini yeniden üreteceği bürokratik ve hiyerarşik bir kurumsallaşmayı bütünüyle önlemesinin garantisi olmasa da, en azından bunu zorlaştıracağı anlamına geliyor.
İkincisi, forum hareketinin kurumsallaşmaması, bir süreç olarak ilerlemesi, daha çok çevrenin bu sürece katılmasını olanaklı kılıyor ve katılımı kolaylaştırıyor. Süreç, kuramsal olarak, yeni katılanların da eşit ölçüde katkıda bulunmasının, dolayısıyla da sürecin zenginleşmesinin önünü açık tutuyor.
Bir tartışma kulübü mü?
DSF'ye yönelik, somut eylemlerin örgütlenmediği entelektüel bir tartışma kulübü olduğu yönünde eleştiriler var. Bu eleştiri, hem neoliberal küreselleşme taraftarı olanlardan, hem de radikal Sol çevrelerden gelmektedir.
Neoliberal küreselleşme cephesi, sosyal forum hareketine "ayakları yere basmayan, hayalperestler" olarak saldırırken, Sol'da yoğunlaşan eleştiriler ise, hareketin yeteri kadar radikal olmadığı şeklinde. Her iki tarafın eleştirisi de ortak bir noktada kesişiyor: Şayet bu kadar çok sayıda insan düzenli olarak bir araya geliyorsa, niçin bu buluşmalar, ortak açıklamalar, eylem planları ve "başka bir dünya" önermesi yönünde somut adımlar atılmıyor?
Bu eleştirel yaklaşım bir çok yönden yanlış ve eksik. Öncelikle DSF'nin dünyadaki sosyal mücadelelere "liderlik" etmek üzere tasarlanmış olduğunu öngördüğü için yanlış. Eleştirinin eksik yanı ise, DSF'nin kendisi olmasa da, açmış olduğu alan ve oluşturduğu zeminde bunun gerçekleşiyor olduğunu görememesi.
Somut mücadeleler bizzat DSF tarafından değil, ancak bu zeminde yer alan çok sayıda sosyal hareket tarafından, yine bu zeminin sağladığı olanaklar kullanılarak örgütleniyor. Örneğin 15 Şubat 2003'te gerçekleşen ve onlarca ülkede milyonlarca insanı sokağa döken uluslararası "Savaş Karşıtı Eylem Günü", 2002 yılının kasım ayında Floransa'da gerçekleşen Avrupa Sosyal Forumu'nda (ASF) kararlaştırılmıştı.
27 Eylül 2003'te 40 ülkeden yüz binlerce kişinin katılımıyla gerçekleşen, "Irak'ta ve Filistin'de İşgale Hayır" eylemi de yine ASF süreçlerinde kararlaştırıldı. DSF'nin açtığı alanda buluşan sayısız sosyal hareket tarafından savaşlara, NATO'ya, G8'e, Dünya Ticaret Örgütü'ne (DTÖ) ve benzeri bir çok neoliberal kuruma karşı mücadele takvimleri oluşturuluyor.
"Başka bir dünya"nın hemen bugünden hayata geçirilmesi beklentisi ise bir düş. İdeolojik kurumları, özel mülkiyet ilişkileri, şiddet aygıtlarıyla küresel kapitalizmin çevrelediği bir dünyada, bu ilişkilerin tümü parçalanıp, ortadan kalkmadığı sürece, kapitalizm-dışı bir yaşam alanı açmak olanaksız. Ancak bu başka bir dünyaya dair düşüncelerimizi ve beklentilerimizi tartışmaya ve bu uğurda mücadele etmemize engel değil.
Burada asıl sorun, başka bir dünyanın nasıl elde edileceği sorusuna verilecek yanıtlarda yatıyor. Hareketin bu soruya birden fazla yanıtı var. Bu yanıtlar, küresel kapitalizmin daha adil ve barışçıl olabileceği şeklinde reformist düşüncelerden, kapitalizm aşılmadan, daha adil ve savaşsız bir dünya mümkün değil diyen radikal görüşlere kadar geniş bir yelpazede yer alıyor. O nedenle hareketin birden fazla "başka bir dünya" anlayışını temsil ettiğini söyleyebiliriz.
Nasıl bir zemin?
DSF'nin oluşturduğu zeminde uyumun hakim olduğu ve hiçbir çelişkinin olmadığını iddia etmek yanıltıcı olur. Peki bu zeminin içi nasıl dolduruluyor?
Daha önce de belirtildiği gibi bu politik bir süreç. Bu süreç içinde bir yandan ortak düşman neoliberalizme karşı mücadele sürerken, bir yandan da ayağımızı bastığımız neoliberalizm karşıtı bu zeminde farklı fikirler arasında kıyasıya ideolojik bir mücadele sürüyor.
Bu zemini birbirinden son derece farklı görüşler, çok farklı gelenekler ve ideolojik tutumlar dolduruyor. Elbette bu tüm farklı görüşler aynı zamanda bir birleriyle bir yarış içinde. Kapitalist küreselleşmeye karşı olmak, bu farklı çevreler arasındaki en dış sınır çizgisini çiziyor.
Ancak sorun örneğin DTÖ'ye karşı mücadelenin nasıl verileceği, diyalog yoluyla mı, yoksa mücadeleyle aşılarak mı yürütüleceği sorusu farklı çevreler tarafından farklı olarak yanıtlanacaktır. Peki DTÖ reform edilebilir mi?
Ya IMF, Dünya Bankası, NATO? Bu kurumları, sermayenin çıkarı yerine insanlığın evrensel çıkarları için çalışmalarını sağlayabilir miyiz? DSF içinde tüm bu sorulara ve daha bir çok benzeri soruya verilecek tek ortak bir yanıt yok.
Söz konusu olan farklı duruşlar, öncelikle düşünceler arasındaki farklılıklardan dolayı değil, kapitalist toplum içindeki çelişkilerden kaynaklanıyor. Hareketin içindeki tüm aktivistler olarak, kapitalist bir dünyaya gözlerimizi açıyoruz, bu toplumun değerleriyle yetişiyoruz ve bilincimiz bu toplumsal ilişkiler içinde şekilleniyor.
Öte yandan ekonomik ve sosyal ilişkilerimiz birbirinden çok farklı. Aynı zamanda kapitalist ilişkilerin ortaya çıkardığı toplumsal kırılmalar ve bölünmeler söz konusu. Kapitalist toplum bizi, coğrafyalara, cinsiyetlere, renklerimize ve her şeyden önce üretim sürecindeki konumlarımıza göre bölüyor.
Bu durum, her birimizin siyasi bilincinin de farklı şekillenmesine yol açıyor. Ancak bu farklılıklar aşılmaz değil. Ortak düşmana karşı mücadele içinde aynı zamanda ortak bir gelenek de geliştiriyor, farklılıklarımızı tartışarak çözümlerimizi de ortaklaştırma olanağını elde ediyoruz.
Şayet DSF bir örgüt olsaydı, muhtemelen bu farklılık süreç için bir zenginlikten çok, bir sorun haline gelir ve süreci işlevsizleştirirdi. Aslında tam da bu nedenle DSF bir örgüt olmamalı. Giderek genişleyen süreç ve son dönemde yerelleşen forumlar, ancak DSF'nin çeşitliliğe izin veren bu yapısı nedeniyle olanaklı olabildi. Ancak bu, süreç içindeki sosyal hareketlerin net bir ideolojik tutuma sahip olmadığı anlamına gelmiyor.
Şiddet tartışması
DSF içinde önemli tartışma konularından biri de 'şiddet' üzerine. DSF'nin İlkeleri'nin Dokuzuncu maddesi, "... askeri örgütler foruma katılamaz" demektedir. Bu ilke göz önüne alınarak DSF'nin çeşitli toplantılarına EZLN ve FARC gibi örgütlerin katılımının engellenmesine karşın, Avrupa'daki sosyal forum hareketinin tavrı DSF'den farklı oldu.
Örneğin, Kürt hareketinin sivil örgütlenmeleri ya da çeşitli Filistin örgütlerinin gerek ASF'ye gerekse Akdeniz Sosyal Forumu'na (AkSF) çeşitli düzeylerde katılımı hoşgörüyle karşılanıyor ve hatta teşvik ediliyor.
DSF'nin bu ilkesi sosyal forum hareketi içinde geniş bir tartışmayı tetikledi ve bu tartışma sürüyor. Bu ilke, şiddet uygulayan baskıcı rejimlere karşı direnişi de kapsıyor mu? Bir başka ülkenin saldırısı altındaki bir ulusun, kendisini savunması meşru görülüyor mu? Bu ve benzeri bir çok soru etrafında tartışma sürüyor.
Konuyu tartışırken şiddeti savunan bir duruşa prim vermemek gerekiyor. Ancak bir o kadar da önemli olan, konunun mutlakçı bir ahlaki yaklaşımla "evet" veya "hayır" yanıtlarına indirgenmemesi. Çünkü şiddet sorunu politik bir sorun ve bu düzeyde tartışılmalı. Şiddet konusu Zapatista ve Filistin örneklerinde görüleceği gibi, aynı zamanda çok sık geniş toplumsal meselelerle iç içe geçiyor.
Şiddetin, öncelikle neoliberal düzenin yürütülmesinde, bizi çevreleyen sosyal ilişkilerin sürdürülmesinde temel bir unsur olduğunu unutmayalım. Yani şiddet asıl olarak düşmanımızın bize yönelttiği bir silah.
Dünyada herkese bol bol yetecek kadar yiyecek ve refah üretilirken, milyonlarca insanın aç bırakılması ve yoksulluğa mahkum edilmesi şiddetin en büyüğü. Dünyada her yıl milyonlarca insan açlık, yoksulluk ve tedavi edilebilir hastalıklar nedeniyle ölüyor.
Çokuluslu şirketlerin kârları uğruna yapılan petrol savaşları da küresel kapitalizmin şiddeti hangi boyutlara çıkarabileceğini gösteriyor. Neoliberal medya ise, iki yüzlü bir şekilde bu şiddeti görmezden gelirken, bu sistematik şiddet saldırısına karşı direnenlerin kendilerini savunmalarını, asıl şiddet olarak göstererek, egemenlerin şiddetini meşrulaştırmaktadır.
Ancak ne yazık ki düşmanımızın silahı olan şiddet bir "taktik" olarak kapitalist küreselleşmenin karşısındaki bizim cephede de zaman zaman kullanılıyor.
Kara Blok'un bazı eylemlerinde olduğu gibi bireysel şiddet eylemleri, karşı cepheden çok bizim cephemize zarar veriyor. Bu tür taktikler, 2001 yılında Cenova'da veya 2003 yılında Selanik'te olduğu gibi, kitlesel eylemlerimizi polisin şiddetine açık hale getiriyor ve bu nedenle de daha geniş kitlelerin eylemlerimize katılmalarını olumsuz yönde etkiliyor.
Siyasi partiler tartışması
DSF ilkelerinin "askeri örgütleri" sürece katılmalarını engelleyen Dokuzuncu maddesi, aynı zamanda siyasi parti temsilcilerine de süreci kapatıyor. Bu durum DSF içinde oldukça tartışmalı.
İlkelerin ilgili maddesinin, herhangi bir ayrım yapmadan, siyasi partilerin tümünü birden yasaklayacak şekilde formüle edilmiş olmasının önemli bir sorunu var. Yasak koyan İlke, "devrimci parti", "liberal parti", "Yeşil parti", "faşist parti", "iktidarda olan parti", "neoliberal programı uygulayan parti" gibi ayrımlar yapmadan, tüm siyasi partileri bir tutuyor. Bu anlayışa göre siyasi partiler sosyal hareketlerin parçası olarak görülmüyor.
DSF ilkeleri genel olarak siyasi partilerin katılımına kapıları kapatırken, DSF'nin "Parlamenterler Forumu", Afganistan ve Balkan savaşlarına onay vermiş olan Avrupalı milletvekillerinin ve geleneksel sosyal demokratların, Forum'a arka kapıdan girmesinin olanaklarını yaratıyor.
İster resmi olarak tanınsın, ister tanınmasın, hareketin kanatlarında üst düzeyde örgütlü geleneksel reformist partilerin uzantısı olan örgütler ve onların uzantıları, kaçınılmaz olarak reformist fikirlerin de yeşerdiği sosyal forum zemininde faaliyet gösteriyor ve belli ölçüde etki alanı buluyor.
Bu geleneksel reformist yapılar, siyasi partilerin süreç içinde yasaklanmasıyla engellenemez, çünkü bu çevreler, doğaları gereği var olan yapılar içinde zaten güçlü bir şekilde temsil ediliyor ve sistemin çarkları içinde fikirlerini yayacak güçlü araçlara sahip.
Geleneksel reformist yapılar DSF içinde siyasal partilere karşı uygulanan yasağı aşacak yeteneğe sahipken, bu yasaktan en çok etkilenen, kapitalizmin adaletsizliklerine karşı en tutarlı ve tavizsiz mücadele eden devrimci partiler oluyor.
Nitekim, Üçüncü DSF'de, Brezilya Başkanı seçilmiş olan Lula ve onun partisi PT (Brezilya İşçi Partisi) tüm Forum'a damgasını vurdu, Venezüella Başkanı Chavez, ülkesinde kendisini eleştiren medyayı nasıl engelleyeceğini ATTAC'ın DSF'de düzenlediği bir toplantıda kamuoyuna duyurdu,
Bush'un savaşlarını onaylayan Avrupalı geleneksel reformist partilerin temsilcileri çeşitli toplantılarda boy gösterdi. Yasaklar bu partilerin ve parti temsilcilerinin DSF sürecini kısmen kendi çıkarları doğrultusunda kullanmalarını engelleyemedi.
Siyasi partiler, kriz durumlarına hazırlanmak ve tarihin dönüm noktalarında harekete geçmek üzere kurulmalarına rağmen, sıklıkla rutinleşir, hareketin dinamizminin gerisinde kalır ve bürokrasinin pençesine düşer, dolayısıyla da sosyal değişimin öznesine yabancılaşır. Ancak, bürokrasi tehdidi sadece siyasi partiler için değil, tüm örgütlenmeler için geçerlidir.
Asıl sorun, partiler olsun mu, olmasın mı değil; hareketin endişelerini giderecek, toplumsal dönüşüm için mücadele ederken mücadelenin öznelerinin yerine kendisini ikame etmeyecek, politik alanda totaliter bir hegemonya kurmaya çalışmayacak, hareketin tümünün çıkarlarını öne çıkarırken, demokratik bir işleyişi önemseyecek bir parti oluşumuyla ilgili.
Parti ve sosyal hareket ilişkisi nasıl olmalı? Parti, hareketin örgütlenme ve demokratik iç işleyişinde özerkliği savunmakta mıdır? Yoksa, partinin hareketin kendisi olduğunu mu savunmaktadır? Hareket içinde radikal fikirlere sahip olanlar, hareketin geriye kalanını fikirlerine kazanmayı mı savunmaktadır? Yoksa, hareketi 'devrimcileştirme'ye ve hareketin bütününü 'sosyalist' bir partiye çevirmeye mi çalışmaktadır?
Bu tür soruları önemseyen, hareketin genel çıkarlarını partinin çıkarlarının önüne koyan, partizanlığı terk eden bir çok devrimci parti, sosyal forum süreçleri içinde çeşitli şekillerde faal olarak yer alırken, bu süreçlere önemli katkıda bulunmaktadır. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, DSF, siyasi partilerin oluşturacağı bir koalisyon veya platformdan çok daha kapsayıcı ve geniş bir süreç olup, bunun böyle kalması için de kararlı olmak gerekir.
DSF ve sponsorlar
DSF uluslararası bir çok kurumdan aldığı fonlar nedeniyle eleştiriliyor. DSF'nin, etkinliklerini düzenlemek için çeşitli kurumlardan yardım aldığı doğru. Ancak DSF'nin örgütlenmesinde doğrudan alınan mali yardımlar, tüm etkinliğin içinde oldukça küçük bir orandadır.
DSF'ye on binlerce kişi katılım ücreti öderken, organizasyonun doğrudan finanse ettiği katılımcı sayısı yüzden az. ASF'de ise süreç daha şeffaf ve kolektif. Katılımcılardan alınan katılım ücretinin yüzde 10'u, Doğu Avrupa ve diğer yoksul ülkelerden katılan aktivistlerin yol masraflarının sübvansiyonu için kullanılıyor.
Paris'te gerçekleşen son ASF'de bu şekilde Dayanışma Fonu'nda 40 000 Euro toplandı ve bunlar yoksul ülkelerden aktivistlere yardım için harcandı. Böylece 1 500'den fazla aktivist, aksi takdirde katılamayacakları ASF'ye katılma şansını elde etti.
Asıl büyük harcamalar, toplantıların düzenleneceği salon ve aktivistlerin konaklaması için ayrılan yerlerin kiralarıyla, çeviri için kiralanan donanımlar için yapılmaktadır. Bunlardan salonlar ve konaklama yerleri, çoğu kez yerel yönetimler tarafından ayrılırken, örneğin ASF'de görev alan yüzlerce çevirmenin hepsi ücretsiz çalışmakta, sadece yol paraları karşılanmaktır.
Ancak DSF'nin finansmanı konusunda sorun yine de sürüyor. DSF sürecinde sponsor desteğini kabul eden ve bütünüyle ret edenler bir arada bulunuyor. Dolayısıyla DSF'nin uluslararası sponsor kabul etmesi, sponsorluk konusuna tümden karşı çıkanların bu durumu onayladıkları anlamına gelmiyor.
Aslında DSF temel altyapıyı hazırlarken, etkinliklerin bir çoğu sürece katılan örgütler tarafından finanse edilmektedir ve bu örgütler çok farklı finansal kaynaklara sahiptir.
DSF'ye katılmak için yaygın olarak kullanılan bir başka yöntem de, yerel organizasyonların katılım için kendi yerel kampanyalarını düzenlemeleri ve bu şekilde kaynak oluşturmaları.
Sonuç olarak DSF'nin finansmanı yüzlerce farklı kaynaktan karşılanmakta ve bu kaynakların hiçbiri sürecin bütünü üzerine denetim kurma olanağına sahip değil. Ancak elbette konu üzerine kalıcı bir çözüm bulmak ve bunu da aktivistlerin bütünüyle denetiminde olan alternatif kaynaklardan sağlamak asıl hedef olmalı.
Bu yıl DSF'yi örgütleyen Hindistan Komitesi'nin finansman konusunda çok net bir tutumu var:
- Böylesine uluslararası büyük bir etkinliği düzenlemek için uluslararası kaynakların kullanılması kaçınılmaz. Ancak bu kaynakların açık bir şekilde kapitalist küreselleşmeyi destekleyen pozisyonlarının olmaması gerekir. Mumbai'de yardım için özellikle başvurulmayacak olan kurumlar arasında DFID (İngiliz Hükümeti'nin Fon Ajansı), USAID (ABD Yardım Kuruluşu) ve Ford Vakfı ve Rockefeller Vakfı gibi, çokuluslu şirketler tarafından denetlenen fon kurumları ye alıyor.
- Kapitalist küreselleşmeyle işbirliği yapan büyük Hindistan şirketlerinden uzak duruluyor.
- Etkinliklerin gösterişsiz olmasına özen gösteriliyor.
- Küreselleşme karşıtı çeşitli örgütlerin dayanışma fonlarından yararlanılması için özel çaba gösteriliyor.
Mumbai'de düzenlenecek olan DSF'nin, bir yıl önce Porto Alegre'de düzenlenenin yaklaşık yarısı kadar bir bütçeye sahip olması bekleniyor. Mumbai'de, geçen yıl Porto Alegre'de yardım kabul edilen Ford Vakfı'ndan yardım alınmaması da kararlaştırıldı. Çünkü Ford Vakfı'nın kapitalist küreselleşme karşıtlarına yardım etmesi konusunda samimi olmadığı düşünülüyor.
Para konusuna ahlaki değil, politik olarak yaklaşmalıyız. Örneğin yerel yönetimlerin sağladığı destekleri, bu yönetimlerin politikalarına bakarak değerlendirmek ne dereceye kadar doğru olabilir? Söz konusu olan yerel yönetimin kendi parası değil, halkın cebinden çıkan paralar. Bu kaynakların, şirketlerin çıkarları yerine, aşağıdan küreselleşme hareketinin örgütlenmesinde kullanılmasından daha iyi bir çözüm düşünülebilir mi?
Belirleyici olan paranın kendisi değil, paranın etrafında oluşan sosyal ilişkiler. DSF'nin finansmanı konusunda bu ilişkiler sürecin bütününü veya bir bölümünü belirlemediği sürece, ciddi bir sorun yok demektir.
Hareketin neresindeyiz?
1990'lı yıllardan günümüze kadar giderek yayılan, kitleselleşen ve radikalleşen muazzam bir hareketin gelişmesine tanıklık ediyoruz. Bu öylesine muazzam bir hareket ki, Financial Times gibi kapitalist küreselleşmenin en ateşli savunucusu bir gazete bile, hareketi ABD'nin karşısında diğer bir "süper güç" olarak tanımlıyor.
Peki biz bu hareketin neresinde duruyoruz? Hareketle bizim ilişkimiz ne düzeyde? Tüm kıtalarda milyonlarca insan bir araya gelerek, kapitalist küreselleşmeye karşı tüm olanaklarını birleştirip, mücadele ederken, biz geri çekilip, kuşkuyla izliyor muyuz?
Yani politikamızdan, siyasi duruşlarımızdan ve fikirlerimizden bu kadar mı kuşku duyuyoruz? Farklı ideolojilerle yan yana gelmekten böylesine mi çekiniyoruz? Sesimizi milyonların kolektif sesine katmak konusunda bu kadar mı yetersiziz?
Bu kadar mı başkalarından öğrenme özürlüyüz? Yoksa asıl sorun, milyonlarca aktivistin başkaldırısının yanlış, kendimize sakladığımız fikirlerimizin ise doğru olduğunu düşünmemiz mi? Soruların yanıtı ne olursa olsun, şayet DSF sürecinin dışında duruyorsanız, küresel kapitalizme karşı mücadelede yanlış yerdesiniz demektir.
Burada sürece dair bilgimizin yetersizliği gibi naif mazeretlerse, ancak kapitalist küreselleşme savunucularını güldürebilir.
DSF'ye yöneltilen eleştirilerden biri de, bu sürecin "sermayenin denetiminde" olması veya kapitalist küreselleşmeye karşı "reform" çizgisini temsil etmesi, devrimci bir süreç olmaması.
Bir çok Sol örgüt, kolluk kuvvetleriyle çatışmayı, gerilla mücadelesini veya genel olarak şiddet içeren mücadeleleri devrimcilik olarak algılarken, kişinin söylemi ne kadar keskin olursa, o kadar devrimci olacağını varsayıyor. Bunun sonucu kendi pratikleri dışında, üstelik de şiddete başvurmayan bir 'devimci' durumu tasavvur edemiyor.
Oysa DSF süreci, çeşitli sivil toplum kuruluşlarının yanı sıra binlerce radikal örgütün katılımıyla hızla genişliyor. ATTAC, çeşitli sendikalar ve barış hareketi gibi unsurların yanı sıra, küresel kapitalizme radikal bir karşı duruşa sahip oldukları kuşku götürmez olan radikal
Latin Amerikalı köylü hareketleri, sosyalistler, anarşistler ve benzeri bir çok radikal unsur da aynı sürece katılıyor. Ayrıca süreç o kadar büyük bir çekim gücü oluşturuyor ki, örneğin Ortadoğu'daki oligarşik iktidarlara karşı direnen bir çok radikal unsur da bu sürecin içinde yer alıyor.
Öte yandan devrimcilik tartışmasını soyut olmaktan çıkarmak gerekiyor. Evet, kim daha devrimci? Birkaç yüz kişilik militan (!) güçleri ve bireysel terör yöntemleriyle çatışarak, kendi gündemini yaratmaya çalışanlar mı, yoksa petrol kârları uğruna Nijerya'da yerli halkı yok etmek üzere hükümetle anlaşan Shell'e karşı, bu çokuluslu şirketi dize getirene kadar direnen aktivistler mi?
Savaşa karşı oturdukları yerde ilke tartışmaları yapan seçkin devrimciler mi, yoksa ABD'nin hegemonya savaşlarına karşı ilk kez sokağa, eyleme çıkarak, sonuna kadar mücadele eden sıradan insanlar mı?
Yazı boyunca bir çok kez belirtildiği gibi, bu çok geniş kesimlerin katılımına açık bir süreç. Bu farklılıklar bir çok kez zenginlik olarak görülürken, zaman zaman hareketin zaafı olarak da karşımıza çıkabiliyor. Savaş karşısındaki tutumlara ilişkin tartışmalar buna bir örnek.
Savaşla ilgili olarak iki temel tutum söz konusu. Bunlardan birincisi, ATTAC'ın liderliğinin tutumu. ATTAC'ın Onursal Başkanı Bernard Cassen, kendisiyle New Left Review dergisinde yapılan bir söyleşide konuya ilişkin görüşünü şöyle ifade ediyor: "[Irak'ta] savaş patlak versin veya vermesin, B-52'ler ve özel kuvvetler Brezilya'daki yoksulluğu veya Arjantin'deki açlığı ortadan kaldırmayacaktır."
Bu tutum ekonomizmdir. Yani ekonomik sorunlarla, siyasi sorunlar arasındaki ilişkiyi göz ardı etmektedir. Nitekim Cassen ve yandaşları son dönemde hareketin gereğinden fazla radikalleştiğini ve 'savaş takıntısı'nın, liberal gelişmeleri gölgeleyeceğini ileri sürerek, sosyal sorunlara daha çok eğilinmesini ve ATTAC tabanının bu radikalleşmeden uzak durması gerektiğini ileri sürmektedir.
Bunun karşısında ise Vietnam Savaşı'ndan bu yana görülmemiş bir yaygınlığa ve kitleselliğe ulaşmış, insanlık tarihinin en büyük eylemlerini örgütlemiş olan savaş karşıtı hareketin radikalliği ve uluslararası mücadelesi var.
Bugün ABD'nin hegemonya savaşlarını durdurmadan daha adil ve eşit bir dünyayı kazanmak mümkün değil. Savaşlar, neoliberalizmin"askeri yüzü".
Bugünlerde Türkiye'de pek sevilen ABD'li gazeteci Thomas Friedman'ın dediği gibi, "Piyasanın gizli eli, gizli bir yumruk olmadan asla işlemez: F-15 uçaklarını imal eden McDonnel Douglas olmadan, McDonald's büyüyemez. Ve dünyayı Silikon Vadisi'nin teknolojileri için güvenli kılan gizli yumruğun adı ise, ABD Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri ve Deniz Piyadeleri."
Friedman savaşlarla, siyaset ve ekonomi arasındaki ilişkiyi bu birkaç cümlede mükemmel özetlemiş. Alman askeri kuramcı Clausewitz de, savaşın, politikanın farklı araçlarla devam etmesinden başka bir şey olmadığını söylüyor. Bütün bunlar bize bir gerçeği gösteriyor: Bush'un savaşlarını durdurmadan, ne yoksulluğu ne de açlığı durdurabiliriz.
Burada durup, sorumuzu tekrarlayalım: Peki siz bu tartışmanın neresinde yer alıyorsunuz? Bu sürecin dışında kalmak, yeni şekillenen bir mücadele dinamiğini uzaktan izlemek anlamına geliyor.
Dinamiği belirleyenlerse, siz ister reformist deyin, ister devrimci, doğrudan mücadelenin içinde yer alacak olan unsurların olacağı açık.
Buradan sonrası?
DSF, tek bir sürecin veya birkaç akıllı insanın tasarımının sonucu şekillenmedi. Neoliberal küreselleşmenin ortaya çıkardığı sayısız farklı dinamiklere verilen yanıtların oluşturduğu, sayısız mücadele süreçlerinin bütünü DSF'yi şekillendiriyor.
2001 yılında düzenlenen ilk DSF, Davos'a karşı bir tepki olarak düşünülmüştü. Ancak zaman içinde yaygınlaşan ve radikalleşen mücadeleler sürecin şekillenmesinde etkili olurken, bu gelişmeler sürecin geleceği üzerine bir çok tartışmayı da gündeme soktu.
Tartışılanlardan biri, DSF'ye katılım. İlk DSF'ye katılan aktivist sayısı 20 000 civarındaydı. Onu izleyen yıllarda 50 000 ve daha sonra 100 000'e ulaştı. Ancak bazı Batı Avrupa ülkeleri ve Kuzey Amerika haricinde, dünyanın geri kalan kısımlarından katılım sınırlı kalmayı sürdürdü.
Örneğin dünya nüfusunun üçte ikisini barındıran Asya ve Afrika'dan katılım çok düşük kaldı. Bu durumu dikkate alan organizatörler, kıtasal ve yerel forumların örgütlenmesine karar verirken, dördüncü DSF'nin Hindistan'da düzenlenmesini kararlaştırdı.
2002'de başlayan bu yatay genişleme, süreci çok daha geniş kitlelerin katılımına açık hale getirdi. Günümüzde Asya'dan Afrika'ya, Akdeniz'den Karibik Bölgesi'ne, Kuzey Amerika'dan, Amazonlara yüzlerce ve hatta binlerce kıtasal, bölgesel, ulusal ve tematik forum düzenleniyor.
Sosyal forum sürecinin dinamiğini artan oranda, yılda bir kez düzenlenen küresel Forum'dan çok, bu yereller belirlemeye başladı. Bu gelişme, nicellik yerine içeriğe, daha çok renkliliğe, daha çok gencin ve daha çok kadının katılımına açık olmayı, kısaca niteliğe önem verilmesi gereğini tartışarak, gündemimize soktu.
Ancak bizim gibi şovenizmin ve üçüncü dünyacılığın yaygın olduğu ülkelerde aynı zamanda, enternasyonalizm ve uluslararası dayanışma gibi uzun bir süredir içi boşaltılmış başka önemli silahlarımızı da yeniden kuşanmamıza yardımcı oluyor.
Bu hareket, yaşadığı tüm sorunlar ve tartışmalarla birlikte eski bütün alışkanlıkları yıkıp, küresel devrimci bir altüst oluş yönünde kesin adımlarla yürürken, bu yürüyüşün karşısında muhafazakar tüm yapılar sarsılıyor. Bu sarsıntıdan, uzun zamandır başlarını yerellik ve milliyetçilik kumuna gömmüş Sol yapıların da nasibini alacağı hiç kuşkusuz.
Dünya yeniden şekillenirken biz de yerimizi almalıyız. Artık tribünlerden tarihin şekillendiği sahneye inmenin zamanı geldi. (LŞ/NM)
* Bu konuda daha ayrıntılı bir tartışma için bkz. Dünya Sosyal Forumu - Aşağıdan Küreselleşme Hareketi ve Küresel Direniş, F. Levent Şensever, Metis Yayınları, 2003.
Kaynaklar
- Dünya Sosyal Forumu - Aşağıdan Küreselleşme Hareketi ve Küresel Direniş, F. Levent Şensever, Metis Yayınları, 2003.
- "What is the World Social Forum?", Amit Sen Gupta, Probir Purkayastha, Global Peace Movement Mail Listesi'nden gelen mail.