Fotoğraf: William Anthony
Sadece bilimkurgu ve fantastik edebiyatın değil, "ikircikli" fikirlerin, duru bir dere gibi akan dilin kadın kahramanı Ursula K. LeGuin 22 Ocak'ta öldü. Elimde binbir evrene ve binbir soruya açılan kitapları, onun gibi yazamayacağımı bildiğim için yazılmamış romanlarım ve bir de tam sekiz yıl önce Newsweek Türkiye'nin 66. sayısı için yaptığım röportaj kaldı.
Üniversitede Mülksüzler'le başlıyor tanışıklığımız. Nereden baksanız 30 yıl. Dergicilik zamanlarımda, çaylak muhabir olarak ona ulaşmak, iki satır soru sormak için çırpınıyordum.
Hedefime en yaklaştığım an Avrupa'dan sorumlu menajerini bulduğum andı; kadın Yugoslavya'da iç savaşın ortasındaydı, yardımcı olamamıştı. Nereden baksanız 20 yıl. Oregon'da ona ait olduğu söylenen bir posta kutusunun numarasıyla kalakalmıştım. Bu da nereden baksanız 10 yıllık hikaye. (Tabii ki birkaç kez mektup yazmış ama yanıt alamamıştım.)
Sonra Google Kitaplığı Projesi (kamuya açık kütüphanelerdeki kitapların dijital ortama aktarılması ve bir ücret karşılığında Google kullanıcılarına açılması) diye bir şey çıktı. Amerikan Yazarlar Birliği "toplu telif hakkı ihlali" gerekçesiyle dava açmıştı, Google'la anlaşmaya çalışıyordu. Bu konu çok kıyısından ilgilendiriyordu bizim coğrafyayı. (Fikir eseri sahipleri bilir, telif, nesli tükenmiş bir kuştur.) Neredeyse konuyu pas geçecektim...
Ursula K. Le Guin, 22 Aralık 2009'da web sitesinde (www.ursulakleguin.com), 37 yıldır üyesi olduğu ve "şeytanla anlaşma yapmakla" suçladığı Birlik'ten istifa ettiğini açıklamış ve Google'ın bu projesine karşı hazırladığı bir dilekçeyi sitesinde imzaya açmıştı. Ben fark edene kadar 200 yazar dilekçeyi imzalamıştı bile. Artık ona ulaşmak için bir posta kutusundan fazlası vardı heybemde: Röportaj için bir vesile.
Nihayetinde ajansı üstünden e-posta yoluyla görüşme isteğimi kabul etmişti. Sekiz soru hakkım vardı. Soruları hazırlayıp yollayacak ve ne gelirse onunla yetinecektim; yanıtlarından çıkacak yeni sorularımı asla soramayacaktım, yanıtlarken yüzünü buruşturduğunu, sesinin çatallandığını, gözlerini devirdiğini bilemeyecektim... Ama işte en azından sözleri olacaktı elimde.
Tabii bütün yüzsüzlüğümle Dokuz soru sordum ve tabii o sadece sekizini yanıtladı. (En azından Türkiye ziyaretinin bir efsane olmadığını biliyorum artık.) Hemen her yanıtının başında sabırlı bir azar tonu vardı. Her azarını kulaklarım kızararak ama memnuniyetle içime çektim. (Bugün o röportaja bakınca her birini hak ettiğimi de görüyorum.)
O dünyanın öteki ucunda yaşayan ve kimse kırılmasın diye lafı dolandırmak zorunluluğu hissetmeyen çataldilli ninemdi; ne dese haklıydı. Öyle lafın gelişi değil, gerçekten haklıydı...
"Eser herkesin ortak mülkü haline gelene kadar..."
Yazarlar Birliği'nden istifanızla sonuçlanan Google meselesi ve bir yazınızı sitesinde izinsiz kullanan yazar Doctorow'la aranızda geçen yazışmalar düşünüldüğünde, telif hakları meselesine hızlı ve net bir tepki veriyorsunuz. Ama e-dünya çok geniş, korsan dolu ve de kuralsız. Kendi "arazinizi" koruyabileceğinize inanıyor musunuz?
Google meselesi Yazarlar Birliği'nden istifamla sonuçlanmadı, aksine başladı. Şu anda, Google Kitap Anlaşması'nı protesto edenler listemde 200'den fazla yazar var. Bunu "arazimi korumak için" yapmıyorum; dünyanın her yerindeki yazarları koruyan telif haklarına ait "araziyi" korumaya çalışıyorum. Her kütüphanedeki her eseri, telif haklarına tabi olup olmadığına aldırmaksızın, dijital ortama aktarma arzusundaki Google (belki de çok asil bir amaçla) telif hakları ilkesine saldırıp tehlikeye sokuyor. En basit haliyle, söz konusu ilke şu: Bir eser yaratan insan, emeğinin karşılığını almalı, en azından eser herkesin ortak mülkü haline gelene kadar. Çoğu Avrupa ülkesi Google'ın planını geri çevirdi bile. Benim hükümetimse maalesef savaşmakla o kadar meşgul ki, sanat ve edebiyat gibi ufak tefek meselelere ayıracak zamanı yok.
İnternette telif haklarının savunulması için olası yol ve çözümler neler olabilir?
Telif hakları veya internet konusunda uzman değilim. ABD ve diğer ülkelerdeki telif hakkı yasalarını savunmaktan başka bir şey gelmiyor aklıma. Telif meselesinin internete uyarlanması, bu yeni haberleşme ve iletişim dünyasına uyum sağlaması haddinden fazla zor ve karmaşık. Ama istersek yapabileceğimize inanıyorum.
"Aklımı kaçırmış olmalıyım!"
James Cameron'ın Avatar adlı filminde sizin eserlerinizin (özellikle de Dünyaya Orman Denir) izleri görülüyor. Bu sıralar siz ve sizin gibi ilham perilerine çok başvuru var galiba. Gösteri dünyasında öykü kıtlığı mı yaşanıyor, yoksa olağan bir postmodern durum mu bu?
Kasti intihal, hem alçaklık hem de suç. İntihal edildiğimi hissedersem, ortalığı ayağa kaldırırım. Ama sanatın sağlıklı yapıldığı koşullarda, tüm sanatçılar birbirinden ödünç alma ve çalma hakkına sahiptir.
Haydn olmasa Mozart ne olurdu, ya ikisi olmadan Beethoven? Ya da Beethoven'sız bir Schubert? Yani "Bunu ilk ben düşünmüştüm", "Kitabımın adını anmadan filminde kullanmışsınız" gibi itirazlar saçma. Ama asıl beni ne rahatsız ediyor biliyor musunuz? Bir film yapımcısı çıkıp "Kitabınızı çok seviyorum, sinemaya uyarlarken kitaba tamamen sadık kalacağım" diyor. Ben de ona inanıyorum; aklımı kaçırmış olmalıyım! Sonra da aptal bir film yapıyor; film kitabımla aynı adı taşıyor ama aslında bir tür travesti, bir uyarlama değil. Sadece benim ve kitabın adı sömürülmüş oluyor.
"İnternet yazarlar ve okurlar için harika olacak"
İnternetsiz bir dünyayı bilmeyen bir nesil var artık. Sizce internet neyi, ne kadar değiştirdi?
Peki elektrik 19'uncu yüzyılda neleri değiştirdi? Ya otomobil 20'nci yüzyılda? Lütfen bana yanıtı 300'den az sayfaya sığabilecek bir soru sorun. İnternetten önce internetsiz olmak, elektrik enerjisinden önce elektriksiz olmak gibi...
"Şu mumları yakmak ne kadar yorucu, Bay Edison ampulü icat etse de kurtulsak" diye düşünmezdi insanlar. 1957 yapımı Underwood Standard daktilomu severdim, şimdi de Macintosh Powerbook'umu seviyorum. Bilgisayar, yazarlar için harika bir teknoloji. Harfleri taşa kazımak ya da kaz tüyünden kalemlerle yazmaktan çok daha kolay artık her şey. İnternet de yazarlar ve okurlar için harika olacak... Kullanmayı öğrendiğimizde... Gerçekten nesini kullanmanın iyi olduğunu öğrendiğimizde...
Genelde kitaplarınızda bir erkeğin yolculuğunu anlatıyorsunuz. Her zaman bir kadın da oluyor ama o çoğunlukla erkek kahramandan daha hızlı büyümüş, ya da arayışını tamamlamış oluyor ve zaman zaman da kahramana yol gösterme görevini üstleniyor. Neden hemen tüm yolcularınız, kahramanlarınız erkek?
Bu soruyla Atuan Mezarları, Tehanu, En Uzak Sahil, Hep Yuvaya Dönmek, Lavinia gibi kitaplarımı görmezden geliyorsunuz. Tüm o kitapların merkezinde bir kadın, bir kadın sesi var. Romanlarımın yayımlanmaya başlandığı 1960'ların sonlarında tüm bilim kurgu ve fantezi kitapları, erkekler hakkındaydı. Androjini üstüne bir kitap yazarak özgün bir şeyler denedim ve bu cesaret işiydi.
"1975'te Türkiye'ye birkaç günlüğüne gelmiştim"
Sizin bir zamanlar Türkiye'yi ziyaret ettiğiniz söylenir. Doğru mu? Doğru ise izleniminiz nedir?
Evet, 1975'te birkaç günlüğüne gelmiştim. Ülkeniz hakkında çok az bilgim var, kusura bakmayın. O dönem sıradan turistler olarak ziyaret ettiğimiz İstanbul'da turistlerin yaptığı en sıradan şeyleri yapmıştık. İki çocuğumuzla birlikte, ikinci sınıf bir otelde kaldık.
Güzel camiler gezdik. Restoranlarda güzel yemekler yedik. Ama biraz sıkılmıştım, çünkü kentte çok az kadın görmüştüm; gördüklerimin de neredeyse tümü yaşlı ve yoksuldu. Yıpranmış ayakkabılar, soluk siyah elbiseler giyiyor ve sokağa atılmış kediler gibi ürkek ürkek dolaşıyorlardı.
Biz turistlerin karşılaştığı herkes, otel görevlileri, garsonlar, hep erkekti; yakışıklı, kendine güvenen, yüzlerini örtmeyen erkekler. Boğaz'da bir tura katıldığımızda biraz içim rahatladı. Çünkü rehberimiz bir kadındı; üniversiteli, güzel, kendine güvenen, yüzünü örtmeyen genç bir kadın. Ama tanıştığım ya da gördüğüm bu tip tek kadındı.
"İnsan en çok dövüşmeyi sevmiştir"
Bir keresinde, uzaylılar bizi ziyarete gelse ve Dünya'yı anlamalarını sağlayacak bir canlıyı incelemek üzere isteseler, yaşlı bir kadını temsilci seçeceğinizi (çünkü onun üç doğumu -kendi doğumu, çocuklarının doğumu ve menopoz- yaşamış tek varlık olduğunu) söylemiştiniz. Şimdi o kadınsınız ve ziyaretçiler sizi kendi gezegenlerine götürecek. Temsilcimiz olarak Dünya hakkında onlara ne anlatacaksınız?
Önümüzdeki yüzyıl ve belki de biraz daha uzun bir süre, buraya gelmeden önce dikkatle izlemelerini önerirdim. Çünkü burada işler çok da iyi gitmeyecek gibi görünüyor. İnsanlar hastalanacak, aç kalacak, korkuyla sinecek; insanlar toprak, yiyecek ve su için savaşacak.
Ve onları şöyle uyarırdım: İnsan en çok dövüşmeyi sevmiştir; akılsızca üreyen ve açgözlülüğünün önüne geçilemeyen insan, dünyayı yağmalayıp yoksullaştırmadan ve dengesini bozmadan önce bile. Ama bizim umutsuz vaka olduğumuza karar verip Dünya'nın kapısına "GİRİLMEZ" yazılmadan önce, onlardan şunu da rica ederim:
Durun, bir de müziğimizden örnekler dinleyin, bazı şiirlerimizi okuyun, bir bahçede kan ter içinde çalışan ya da çömlek bir kap yapmak için özenle toprağı şekillendiren bir insanı izleyin, ya da küçük bir insan ailesinin huzur içinde gülüşmelerine ve konuşmalarına tanıklık edin. (ÇÖ/PT)
Not: Bu söyleşi Newsweek Türkiye dergisinin 66. sayısında, Ocak 2010'da yayınlanmıştı.