Kanada Toronto York Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi'nde Ekonomi Politik dersleri veren Prof. Greg Albo Haziran başında bir dizi konferansa katılmak üzere İstanbul'daydı.
Öğretim üyeliğinin yanı sıra Socialist Register ve Monthly Review dergileri için de yazmakta olan Albo'yla Avrupa Birliği'nde (AB) referandumlarla birlikte girilen yeni süreç, küreselleşme ve ulus devlet, Kuzey Amerika emek hareketi ve emek emperyalizmi, yeni toplumsal hareketler ve sol siyaset üzerine bir söyleşi yaptık.
Albo genel olarak, bugünün dünyasını anlamlandırmak için emperyalizmin hala kilit kavram olduğunu; sermayenin küreselleşmesi sürecinde ulus devletin etkin bir araç olarak varolduğunu ve yeniden yapılandırılarak varolmaya devam edeceğini; emek hareketinin ve solun da kendini bu koşullarda yeniden yapılandırmasının zorunluluğunu ve AB'deki son durumu ve yükselen yeni toplumsal hareketleri bu açıdan değerlendirmek gerektiğini savunuyor.
Batı'dan gelen bu yorumların, Batı'ya dair olur olmadık "yerli(?)" analizlerle mağdur edilmiş Türkiyeli okura iyi geleceğini düşünüyoruz.)
Fransa ve Hollanda'da Avrupa Anayasasının reddedildiği referandumların ardından, Avrupa Birliği projesinin geleceği hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Bence Fransa'da geçen hafta alınmış olan sonuç özellikle AB'deki demokrasi eksikliği ve AB içinde yataklandırılmış olan neo-liberalizme karşı duyulan hoşnutsuzluğun bir yansımasıdır. Bu tüm AB çapında, halk sınıfları arasında yaygın olan bir AB'ye karşı yabancılaşma hissiyatıdır.
İşçiler ve genel nüfus arasında yapılmış olan tüm kamuoyu yoklamaları AB'ye karşı güçlü bir yabancılaşma ve hoşnutsuzluk sergilemektedir.
Yani Fransa'daki referandum oylaması AB konusunun, Danimarka, Avusturya'da ve İsveç'te Euro konusunda yapılan ve yine reddedilmiş olan referandumlardan bu yana ilk kez, doğrudan doğruya halkın onayına sunulmasını temsil ediyordu.
Ama bu kez AB ile ilgili olarak daha yaygın bir hoşnutsuzluk ifade edilmiş durumda. Öncelikle bence, Fransızların hayır oyu, AB yapısı içinde yataklandırılmış olan neo-liberalizme hayır niteliğini taşımaktadır.
Elbette içinde, oyların hem sağdan hem de soldan gelmiş olması nedeniyle, bir dizi başka özellik de bulunmaktadır. Ama bu oyun ilk anda temsil ettiği şey neo-liberalizme karşı duyulan hoşnutsuzluktur. Bu AB açısından tam olarak ne anlama geliyor?
Bence açık seçik olan şey anayasal sürecin, özellikle de Hollandalıların da bu hafta verdikleri oylardan sonra; hatta çok küçük ve oldukça AB yanlısı bir Avrupa Birliği ülkesi olan Lüksembourg gibi bir ülkenin bile hayır oyu verebileceğinin belli olmasından sonra önemli bir süreliğine engellendiği.
Elbette Britanya'da da oylama yapılsa hayır oyu egemen olacaktı. Yani eskiden mevcut olduğu biçimiyle AB anayasası bitmiştir. Ancak bunun AB sürecinin bitmiş olduğunu ya da dağılıp gittiklerini söylemekle aynı şey olduğunu düşünmüyorum.
Bence şimdi sorun bu denli büyük bir içsel farklılığa sahip olan bir pazarda tek bir döviz kuru uygulanmasının; ayrı ayrı döviz kurlarının varlığının olanaklı kıldığı bazı avantajları ortadan kaldırarak yarattığı; bazı ülkelerin daha az, daha düşük gelişme düzeyleri yaşaması ya da maliyet-yapı sorunları gibi sorunlara sahne olmasıyla birlikte ortaya çıkan makro istikrar gibi, AB'de neo-liberalizm koşulları altında derinleşen eşitsiz gelişme sorunları gibi sorunlardır.
Yani AB içinde gelişme, işsizlik, neo-liberalizmin gideceği istikamet gibi, ortaya çıkmakta olan gerilimlerden bazılarının devam edeceğini düşünüyorum.
Alternatif bir anti neo-liberal bloğun geliştirilmesine yönelik planlar ise daha belirsiz. Hala bu yöndeki bir politik kaymaya yönelik geniş bir taban mevcut değil. Tüm bu hoşnutsuzluğun AB içinde anti neo-liberal bir kopuş biçimini aldığına işaret edebileceğimiz tek bir devlet mevcut değil.
Halk oyunu kontrol altında tutan ve AB çapında seçmenlerin desteğine sahip olan sosyal demokrat partiler hala entegrasyonist bir pozisyonda kalmaya, neo-liberalizmin sınırları içinde iktidar etmeye devam ediyorlar ya da neo-liberal yapısal uyum programları uygulama niyetindeler.
Yani bu proje, AB çapında ek bir destek olsa da olmasa da devam edecek. O halde sorun, bir başka, alternatif anti neo-liberal bir bloğun Avrupa çapında oluşup oluşmadığı sorunudur.
Ve bence hayır oyları bir anlamda soldaki güçler arasında gerçekleşmekte olan yeni bir ittifakın bir başka ifadesidir; Fransa'da bir grup sendika, üyeleri tarafından neo-liberalizme verdikleri desteği geri çekmeleri yönünde güçlü biçimde iteklendiler.
Bazı büyük Fransız konfederasyonları koptu, üyeleri liderlikten koptu, Avrupa'daki bazı radikal partiler, hem komünist hem Troçkist partiler arasında kampanyada işbirliğine gitme açısından farklı türden bir işbirliği oluştu.
Yine farklı olan bir başka boyut Attac-Fransa gibi, Jose Bové'nin etrafındaki tarım işçileri gibi büyük sivil hareketlerin bu daha geniş örgütsel yapıya sundukları destek oldu.
Şimdi bu durumun Almanya ve İtalya'da yaşanmakta olan gelişmelerle birlikte paralelleri de oluşuyor. Refundazione Comunista (İtalya) etrafında oluşan yeni kutup, yeni sivil hareketler içinde genişleyen bir tabana sahip, bunlar aynı zamanda yeni türden bir gelişme biçimi sergileyen ve İtalya'nın Irak'a yönelik müdahalesine muhalefet eden, kendi politik temellerini güçlendirerek politik bir kaldıraç yaratan Refundazione etrafında kutuplaşıyorlar.
Ve tüm üç koalisyona da katılmaya zorlandıktan sonra Berlusconi'nin gelecek yıl yapılacak olan seçimleri kaybetmesi ile birlikte muhtemelen yeni hükümetin kurulmasında etkili olacaklar.
Yaşanmakta olan bir başka gelişme elbette Almanya'daki gelişme, yani PDS ile Batı Almanya'da oluşan yeni sol koalisyon arasındaki işbirliği. Lafontaine'in, eski Alman maliye bakanının Sosyal Demokrat Parti'den (SDP) atılması ve nihayet ayrılması ile birlikte, bu durum Almanya'nın en güçlü politikacılarından birisini bu yeni gruplaşmanın yanına çekiyor, yani burada yeni bir radikal solun gelişmesi yönünde çok güçlü bir potansiyel var.
Bu tür gelişmeler Avrupa'daki başka yerlerde durdurulmazsa yeni bir anti neo-liberal bloğun yapısal oluşumunu görmeye başlayacağımızı düşünüyorum.
Peki Avrupa'da ulus devletin ve ulus ötesi politik organların geleceği ne olacak?
Ulus devlet sisteminin kapitalizm ile aynı şey olmadığını düşünüyorum. Ancak ulus devlet kapitalizmin iktidar yapısının merkezi bir parçası olageldi. Eskiden feodal tipteki toplumlarda birleşik durumda olan ekonomik sömürü ilişkileri ile politik ilişkiler arasındaki özel ayrışma biçiminin kapitalizm koşulları altında yapısallık kazanmasının yolu oldu ulus devlet.
Yani bence ulus devlet sistemi kapitalizmin vazgeçilemez bir parçasıdır. Ortadan kaldırılamaz. Ve bence insanlar ulus devlet sistemi hakkında, üretimin uluslararasılaşması nedeniyle ulus devlet sisteminin de ortadan kaldırılacağını tartıştıkları zaman, yanlış bir sorun tartışıyorlardı; bu varsayım açıkça yanlıştır.
Tarihin hiçbir anında ulus devletin yok oluşunun yaşandığını gördüğümüz bir dönemde yaşamıyoruz. Yani bu yalnızca saçma bir ampirik sorundur. Ve aynı zamanda yetersiz bir bilimsel gözlemdir.
Bu tezler tek yanlı nostaljidir. Ulus devlet düzeyinde artık yeniden yaratılamaz olan sosyal demokrasiye yönelik bir nostalji.
Öte yandan bence özellikle Michael Hardt ve Antonio Negri'nin, bir ölçüde de John Holloway'in yazılarında görülen, politik ilişkilerin uluslar arası düzlemdeki olası yapılanışına ve kapitalizm koşulları altında belirli egemenliklerin ötesine ulaşan bir şeyin oluşumuna dair vahşi fantezilerdir.
İktidar ilişkilerinin tabiatı elbette açık seçik biçimde böyle değildir. Aynı zamanda bu egemenliğin sonu, ulus devlet sisteminin sonu tezlerini öne sürdükleri anda elbette biz ulus devlet sisteminin Amerikan devleti adı altında inanılmaz biçimde ortaya konulması ile uğraşıyoruz.
Elbette aynı sorunla bir başka yerde Çin devleti olarak uğraşıyoruz. Yani bence bu görüşler ulus devlet sistemi ve kapitalizme özgü iktidar ilişkileri kavramlarını karşılamıyor; ulus devlet sisteminin hem ulus devlet sistemine bağlı olan sınıf oluşumlarının; işçi sınıfı oluşumunun yapılanma biçimini hem de sınıflar ve ulus arasındaki belirli ilişkilerin oluşumunu karşılamıyor.
Bana aynı zamanda bunlar ulus devlet sistemi içinde ne tür transformasyonların gerçekleştiğini, egemen sınıf iktidarının nasıl bir kaymaya uğradığını da açıklamıyor gibi geliyor.
Elbette egemen sınıfın iktidarı daha uluslararasılaştı; elbette kendi içinde yeniden örgütlendi, ama bunu ulus devlet sistemine yönelik bir saldırı ile değil, ulus devlet sistemi sayesinde gerçekleştirdi. Yani kapitalist devlet şimdiye dek küreselleşmeye tercih ettiğimiz uluslararasılaşma projesinin bütünsel bir parçasını oluşturdu.
Ama aynı zamanda da devletlerin içindeki sınıf ilişkilerinin yeniden yapılandırılmasında mutlak anlamda temel bir rol oynadı. Son yirmi yıllık neo- liberalizm koşulları altındaki sömürü artışını ve tüm bir neo-liberal projeyi ulus devlet sistemi olmaksızın düşünmek bile oldukça zor.
Refah sistemine yönelik saldırılar böyle yaşanmıştır, ücret ilişkilerindeki değişiklikler böyle gerçekleşmiştir, toplu sözleşmelerdeki değişiklikler böyle olmuştur, yani tüm bunların bu zaman dilimi açısından gerçekten temelden hatalı bir ampirik yanlış okuma olduğunu düşünüyorum ve bu ampirik yanlış okuma gerçekten de anın sosyalist stratejileri hakkında düşünmemiz gerekenleri niteliksizleştirmiştir.
Geçen ay Kim Spices'in Monthly Review'da tartıştığı "emek emperyalizmi" kavramına gelirsek, AFL-CIO'nun ve ETUC'un Kuzey Amerikan ve Avrupa emek hareketleri içindeki konumları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Kuzey Amerikan emek hareketinin yapısı işçilerin içsel tabakalaşması ve göç akımları tarafından derinden etkilenmiştir. Aynı zamanda Kuzey Amerika'daki yerli halkların fethi de ırkçılık eşliğinde gerçekleşti. Ve emek hareketleri tarihsel olarak işçi sınıflarının sahip oldukları farklılıklara nasıl hitap etmeleri gerektiği sorunları ile karşı karşıya kaldılar.
Ve bazen tarihsel konjonktürlerde önemli ırk-ötesi, etnisite-ötesi ittifaklar oluşturdular, ama egemen sınıfların işçi sınıfları arasındaki böl ve fethet stratejisi aynı zamanda ırkçılığı da kullanarak Kuzey Amerikan ve özellikle de kölelik tarihi ile de birlikte ABD işçi sınıfı arasında derin bir ırkçı tabakalaşma yarattı.
Bu bağlamda, Amerikan sendikaları bu tabakalaşmadan, bu oldukça karmaşık ırkçı dışlama süreçlerinden ve 20. yüzyılın başındaki Amerikan Emek Federasyonu (AFL) ve Samuel Gompers'in işverenlerle işbirliği içindeki işyeri sendikacılığı tipine yönelik farklı biçimlerdeki güçlü eğilimlerinden doğdu.
1930'larda kitlesel endüstriyel sendikalar Congress of Industrial Unions (Endüstri Sendikaları Kongresi) altında oluşurlarken siyah işçilerle ve diğerleri ile derin ilişkilerin olduğu bir an yaşandı; bu olasılıkla farklı türden bir birlik anıydı.
Ancak bu yenildi ve 1940'lardaki birleşme ile birlikte ortaya çıkan karma AFL-CIO sendikasının tabiatına egemen olan, işyeri sendikacılığı oldu. Bu bağlamda, halk cephesi döneminde hükümet ile yapılan işbirliğinin ardından savaştaki hareketsizleşme ile birlikte Amerikan devletini yeniden inşa etmeye yönelik güçlü bir eğilim oluştu.
Amerikan devleti Soğuk Savaş döneminde McCarthyciliğe doğru hızla yol alırken, bu durum AFL-CIO siyaseti üzerine de bir basınç bindirdi, AFL-CIO bu stratejiye yanıt olarak Amerikan devleti ile komünizme karşı savaşta işbirliği yaparak Soğuk Savaş sendikacılığına doğru yöneldi. Bu ilk anda uluslararası politikalarla çok fazla ilgili değildi çünkü 19. yüzyılın sonunda Kuzey Amerika'da ortaya çıkmakta olan sosyalist harekete yönelik olarak gerçekleşen saldırılarla benzer bir nitelikteydi.
Bu durum Amerikan sendikalarını 1950'ler ve 1960'lar boyunca özellikle Latin Amerika'da ama aynı zamanda Batı Avrupa'da da oluşmuş olan komünist sendikalara karşı Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ICFTU) içindeki pozisyonu itibarıyla da Amerikan devleti ile işbirliğine zorladı. Yani berbat bir söylence ortaya çıkardı.
Uluslararası ilişkiler departmanı aracılığıyla Amerikan emperyalizmi ile sürekli olarak Güney Amerika yanlısı hükümetleri devirmek için işbirliği yaptı.
Uzun süren kampanyaların ardından AFL-CIO uluslar arası departmanı, eski önderliğin yeni yönelimler önderliği adı verilen şey tarafından silinip süpürülmesinin ardından AFL-CIO'nun şimdiki başkanı John Sweeney'in önderliği altında 1990'ların başlarında bir kopuş yaşayacak gibi görünüyordu. Yeni bir istikamette ilerleyecekler gibi görünüyordu. Adil olmak gerekirse, başlangıçta böyle de yaptılar.
Uluslar arası ilişkiler departmanı ile ilgili farklı uygulamalar gerçekleştirdiler ama uzun vadede Venezüella ve bazı birkaç Latin Amerika ülkesinde olup bitenlerle ilişkili olarak baktığımızda AFL-CIO'nun uluslararası ilişkiler departmanının henüz yapısal bir kopuş içinde olmadığını görüyoruz.
Ancak ABD'de tabandaki sol bu duruma karşı, AFL-CIO'nun uluslar arası ilişkiler departmanındaki Soğuk Savaş artıkları hakkında ABD çapında bir kampanya yürütüyor; bu gelişmelere karşı yaşanan öteki taban hareketleri de var.
Ve aynı zamanda farklı yerlerde farklı meydan okumalar da gerçekleşiyor; örneğin kamu çalışanları sendikalarında olduğu gibi ve önderliğin yaklaşımı da uluslar arası ilişkiler departmanı konusunda solunkine doğru kayıyor.
En harcıalem Amerikan sendikaları bile bu kaymaya katılmaya çalışıyorlar, örneğin yalnızca birkaç ay önce, Kuzey Amerika'daki Soğuk Savaş sendikacılığının temel direklerinden birisi olan çelik işçileri, üyelerinden sendikadaki komünist üyelere yönelik saldırıları hakkında resmi olarak özür diledi ve tüzüğünün, çelik işçilerini komünist olma gerekçesiyle sendikadan ihraç eden bölümünü geri çekti.
Yani AFL-CIO uluslar arası ilişkiler departmanında bazı Soğuk Savaş unsurlarının etkisi devam etse de önderlik üzerinde farklı türden baskılar sürüyor. ETUC (Avrupa Sendikalar Konfederasyonu- European Trade Union Confederation konusunun biraz daha farklı olduğuna inanıyorum.
ETUC da elbette aynı Soğuk Savaş politikalarından etkilendi; mevcut komünist sendikal hareket tarihsel olarak ETUC haricinde, ya da kenarlarındaydı. ETUC merkezi ve politik olarak sosyal demokrasinin bir organı olarak yapılandırıldı.
Politikalarına baktığınızda oldukça üçüncü yolcu ve hala piyasa-yanlısı olduğu görülür. Ancak uluslar arası komünist etkinlikler konusunda AFL-CIO benzeri türden bir mirası yok. Elbette bugün Avrupa'daki tüm sendikalar komünist olsalar da olmasalar da ETUC üyesi oldular; bu durum dış siyasete henüz yansımamakla birlikte halihazırda Avrupa Birliğine yönelik temel siyaseti yerli yerinde duruyor.
Özellikle Güney Kore ve Güney Amerika'da ortaya çıkan yeni toplumsal hareketlere gelecek olursak... bunlar devasa hareketler ancak politik iktidar konusunda net bir önderliğe sahip değiller, bu hareketlerin geleceği hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Güney Kore'de ve Latin Amerika'da oluşmakta olan yeni hareketlerin Kuzey Amerika'da ve Avrupa'da son yirmi yıl içinde oluşmuş olanlardan bir dizi farkı olduğunu düşünüyorum. Kuzey Amerika ve Avrupa'daki yeni toplumsal hareketler bir ölçüde örgütlü politik etkinlikten uzaklaşan ve bir ölçüde de yaptıkları işi yeni bir solun inşa edilmesinin değil solun bir bileşeni olarak gören hareketler.
Güney Kore ve Latin Amerika'dakilerin farkını ise buralarda ortaya çıkmakta olan yeni toplumsal hareketlerin gerçekten de kendilerini yeni bir solun ve soldaki yeni bir politik örgütlenme düzleminin önemli parçaları olarak görmeleri oluşturuyor.
Güney Kore örneğinde bu elbette hala Güney Kore toplumunun piyasalaştırılması anlamında diktatörlükten çıkış anı ve burada oluşan büyük hareketler ister KCTU, yani sendikal hareket olsun, ister savaş karşıtı hareket, isterse de amerikan askeri üslerine karşı çıkan öğrenci i hareketi hepsi de Güney Kore'de diktatörlük altında uzun süre boğazlanmış olan sol siyasetin kurumsal derinleşmesini yansıtıyor.
Ve bence genel anlamda KDLP'nin, yani oluşmakta olan Korean Democratic Labor Party (Kore Demokratik Emek Partisinin) çerçevesi içinde bulunan partiler ve hareketler mevcut.
Bence burada sorun farklı öğeler, özgün toplumsal hareket mücadeleleri, KCTU içinde liberalleştirmeye karşı verilen mücaedeleler, toplu sözleşme reformlarına karşı verilen mücadeleler ve KDLP'yi Güney Kore'de önemli bir politik güç haline getirme girişimi arasında nasıl bir eklemlenmenin kurulacağı sorunu.
Elbette Latin Amerika'da durum oldukça farklı. Burada açıkçası radikal solun ve onun farklı politik partilerle olan ilişkisinin uzun bir tarihi var. Ancak Latin Amerika bağlamında Guevaracılığın 1970lerde sona ermesi ile birlikte sol açısından solun yeniden oluşturması gereken büyük bir politik boşluk ortaya çıktı.
Bu yöndeki girişimlerden bir tanesi elbette yeni sosyal demokrat partiler kurma yönündeki sosyal demokrasi eğilimi oldu. Bu eğilim esas olarak, entelektüel olarak Latin Amerika'da elbette önceki Brezilya hükümetine yakın olan ve Arjantin' deki Néstor Kirscher ve Şili'den Ricardo Lagos hükümetlerinde bir temele sahip olan ve Latin Amerika'da yeni bir sosyal demokrasi için yeni bir strateji ortaya koyan Silahsızlanmış Utopya (Unarmed Utopia) isimli kitabında Castenada tarafından sergilendi.
Ancak şimdi özellikle Hugo Chavez tarafından Venezüela'da ortaya konulan kıvılcımla birlikte Latin Amerika'daki toplumsal hareketlerin yeni türden bir radikalleşmesi ile karşı karşıyayız.
Bu kısmen Latin Amerika'da yirmi yıldır gerçekleşen gerileme ile, neo-liberalizmin yaygınlaşması ile, genelde düşen kişi başına gelir ile, enformal sektörde yüzde 17-18'lere varan istihdam artışı ile ilgili. Latin Amerika'da nüfusun yarısından fazlası enformal sektörde çalışıyor. Yani bu marjinalleşmeden yeni bir radikalizm doğuyor.
Bence yeni hareketler anlamında bu radikallik en iyi iki cephede görülüyor: bunlardan birincisi topraksızlar hareketleri ve özellikle de doğrudan eylemin ilham kaynağını oluşturan Brezilya'daki MST (Topraksız Kır İşçileri Hareketi).
Ancak onlar doğrudan eylemi, doğrudan eylem stratejileri içinde gelişmekte olan rasgele çatışma stratejisine bağlamıyorlar, toprağa el koyarak bunu eğitim süreçleri yoluyla derinleşen bir politik hareketi geliştirme stratejisine bağlıyorlar.
Yani MST'nin bu hareketin inşa edilmesine katkıda bulunacak olan militanlarını eğitmek üzere oluşturduğu okulları ve kadrolarını bu yeni biçimlerde geliştirmek üzere yaptıklarını görüyoruz.
Latin Amerika boyunca gelişmekte olan bu yeni türdeki topluluk radikalizmi gelişmelerden birisi. Kritik önemdeki bir başkası yıllar yıllar sonra ilk kez Latin Amerika'nın yerli hareketlerinin, yüksek And ülkelerindeki hareketlerin politik bir güç halini almaları.
2004'de Ekvador'da Quito'da patlak veren yerli toplumsal formu Latin Amerikan yerli hareketlerinin kendi kaderini tayin hakkına yönelik bu türden yeni bir bilincini temsil ediyor; bu kısmen toprak alanları ile kısmen yerli dil hakları ile ilgili bir mücadele ama aynı zamanda da oldukça dolaysız biçimde neo-liberalizme karşı mücadele ile de ilişkili; Cochabamba'da, Bolivya'daki su özelleştirmesine karşı mücadelede, doğal gaz ve petrol üzerindeki kontrole dair kavgada, Peru'da petrol rezervleri hakkındaki mücadelede de görebileceğimiz gibi, Ekvador'da, Kolombiya'da da benzer bir mücadele görülebilir. Yani şimdi bu yeni hareketlerin Latin Amerika boyunca yeni bir radikal sol oluşumla nasıl ilişkileneceğini görmemiz gerekiyor.
Chavez tarafından yakılan kıvılcım radikal sol açısından Guevaracılıktan farklı bir strateji geliştirme ve sosyalist politika anlamında yeni bir politik örgütsel temel oluşturma yönünde bir meydan okuma ortaya koydu. Yani Venezüella'da Sandinistalar, Kübalılar, Venezüellalılar arasında yeni ilişkiler gelişiyor; bir dizi başka ülkede de radikal solun öğeleri arasında farklı ilişkiler gelişiyor; örneğin Evo Morales'in MAS'ında olduğu gibi.
Yani oluşmakta olan bu radikal topluluk hareketleri ile yeni radikal politik örgütlenmeler arasında yeni bir eklemlenme var; bu hala çok başlangıç anlarında; ilk evrelerinde, ama Venezüella'da devlet üzerindeki gerçek denetim, üretim araçları üzerindeki gerçek denetim, toplumsal ilişkiler üzerindeki gerçek denetim ona bütün bunların ötesinde bir momentum sunuyor.
Son olarak Türkiye'deki politik durumla ilgili yorumlarınızı alabilir miyiz?
Bence Türkiye'nin kendisini bulduğu yer aslında kısmen Latin Amerika'da yaşanmakta olan gelişmelerle ve kısmen de Kanada'dakilerle ilişkili. Farklı nedenlerle. Bence Latin Amerika kıyaslaması elbette neo-liberalizmle, Uluslararası Para Fonu (IMF) ile, Türkiye işçi sınıflarını etkilemekte olan yapısal uyum politikaları ile ilgili.
Türkiye'deki çalışanların yaşam standartlarına bakıldığında bunların neo-liberalizm altında muazzam biçimde kötüleştiğini, sendikalı işçilerin ücretlerindeki azalmanın rezalet boyutlarda olduğunu görüyoruz.
Bu durum da Türkiye devletinin alternatif bir gelişme planı oluşturma kapasitesine yönelik inanılmaz saldırılarla birlikte pekişiyor. Ulusal kalkınmacılık projesini beğenirsiniz beğenmezsiniz ayrı ama Türkiye halkının bir başka istikamette ilerleme yönündeki demokratik kapasitesi neo-liberalizm ve yapısal uyum tarafından ciddi biçimde yaralanmış durumda.
Latin Amerika ile olan bir başka korelasyon Amerikan militarizmini ve Türkiye toplumuna yönelik Amerikan müdahalesinin sonucu. Amerikan ordusu Türkiye'de böylesine büyük bir rol oynadığı sürece Türkiye soluna ve Türkiye'deki demokrasiye yönelik dolaylı bir engel oluşturuyor.
Bence Türkiye ordusu da hem Türkiye toplumu hem de bölgedeki daha geniş gelişmeler açısından olumsuz bir güç çünkü ABD'nin bölgede disiplin altına almak isteği diğer ülkeler açısından önemli bir rol oynuyor.
Yani bence Latin Amerika ile güçlü paralellikler var ama Türkiye ile Kanada arasında da paralellikler bulunabilir. Aslında oldukça küçük sol hareketlere sahibiz ve sol her iki ülkede de nasıl daha büyüyeceğini düşünmek durumunda.
Bu sorun kısmen kültürel, eğitsel kaynaklar oluşturmakla, işçi sınıfları arasında sosyalist ve Marksist fikirleri geliştirme yolları bulmakla, sivil örgütlerle ilişki kurma yolları bulmakla, stk'larda çalışanlarla iyi yoldaşlar olarak birlikte çalışmakla, onlar ve kendimiz için sosyalizmi savunan argümanlar geliştirmekle ilgili. Benzerlik taşıyan bir başka yön de hem Türkiye'de, hem de Kanada'da solun kendisini yeni baştan inşa etme görevine sahip olması. (BA)
* Greg Albo söyleşisi sendika.org sitesinde 3 Haziran 2005'te yayımlandı.