Bir yandan "dün" müş gibi hafızamı yoklayıp bir sıralama yapmaya ve yaşadıklarımı anımsamaya çalışıyorum, öte yandan "şimdi"ymiş gibi heyecanla Yoğurtçu Parkı'na gitmeye hazırlanıyorum.
Hey gidinin Mustafa Durmuşu
Bizimle birlikte tarihe geçen (!) Çankırı Asliye Hukuk Mahkemesi hakimi Mustafa Durmuş, "Kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin!' atasözünü 4 Nisan 1987'de karara geçirirken nasıl bir fitili ateşlediğini elbette bilmiyordu.
12 Eylül ülkenin üzerine çöktüğünde en büyük travmayı yaşayan kadınlar, (Hep öyle olmaz mı? Özellikle savaşlarda ve tarihin kaotik dönemlerinde en büyük tahribatı hep kadınlar yaşamaz mı?) sorgulama alanlarını genişletip çoktan kendilerine varmışlar, örgütlenebilmenin koşullarını yaratmaya çalışıyorlardı.
Hey gidinin Mustafa Durmuş'u! Nereden bilecekti "sırtımızdaki sopanın" bir kader olmadığını haykıracak olan yüzlerce kadının 17 Mayıs 1987'de Yoğurtçu Parkı'nda toplanabileceğini!
İlk kez kendimiz için politika
Elbette Durmuş(lar) sadece bir simgeydi ve elbette Türkiye'de kadınların şiddete maruz kaldığını, bunun çok da meşru bir şekilde yürütüldüğünü ilk kez keşfetmiyorduk.
Kampanyanın önemi, ilk kez örgütlü bir biçimde bunun yüksek sesle ifadelendirilmesinde ve "Dayağa Hayır!" denmesinde yatıyordu. İlk kez kendimiz için politika yapıyorduk. İlk kez, erkek şiddetinin diğer şiddet biçimlerinden ayrılmasını haykırıyorduk.
Çoğumuz bunu haykırırken henüz 'kadınlık bilinci' içinde bile değildik. Kendimizi var'lamak, tarihimizi elimize almak ve erkek egemen ideolojinin yapı taşlarını yerinden oynatabilmek iradesinin ancak feminist politikalarla mümkün olabileceğini çoğumuz ilk kez orada duydu, sonrasındaki kampanyalarla öğrendi.
Sonrasında Mor Çatıyla
Ben kişisel olarak neler anımsamıyorum ki: Ayrımcılığa Karşı Kadın Derneği'nin o küçücük salonunda, çocuklarımızı bir köşede uyutup, sabahlara kadar yaşadıklarımızı birbirimize aktarırken nasıl salya sümük ağladığımızı, her deneyim aktarımında aslında bunun nasıl da aynı şeyleri barındırdığını, yani aslında nasıl da politik olduğunu, hayatımızda bir şeyleri değiştirebilmenin kadın dayanışmasına ve örgütlülüğüne çok bağlı olduğunu...
Ben, Ayrımcılığa Karşı Kadın Derneği'nde oluşan ve bugünlere kadar gelen o derin dostluklarımla ve dayanışmayla çok şeyin üstesinden geldiğimi sevgiyle ve gururla söylemeliyim. Sonrasında Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı sürecinde yaşadığım sarsıcı ve yakıcı deneyimlerin, yoğun politik tartışmaların, bu farkındalığı kaçınılmaz olarak feminist bir duruşa taşıdığını...
Ancak geriye dönüp baktığımda, eleştirel bir iki sözün söylenmesinin de önemli olduğunu düşünüyorum: Kampanyaların bütün kazanımlarını teslim etmekle birlikte, ortak bir feminist politika ne yazık ki oluşturulamadı.
Durağanlaşma
Pek çok kadın bugün, çeşitli alanlarda, küçük gruplar halinde veya tek tek mücadele ediyor. "Durağanlaşma" olarak kendini gösteren bu dağınıklığın arka planında, daha kampanyanın ilk günlerinde ortaya çıkan ve pek çok kadının küsmesine yol açan bir anlayışın yattığını söylemek gerekiyor.
Politika "yapanlarla" politika "taşıyıcıları" arasındaki mesafenin kapatılamamış olması -bence- diğer örgütsel alanların olduğu gibi kadın hareketinin de en önemli handikabıdır. Bunun üzerinde düşünülmesi gerekiyor.
Umarım, Dayağa Karşı Kampanya'nın yirminci yılı bütün bunları yeniden düşünmek için fırsatlar yaratır. Ve umarım kadınların çeşitliliği, Serpil Çakır'ın dediği gibi, "Kadınları tarih içinde görünür kılmak, onlara kendi tarihlerini kazandırmak," için ayrışmaya değil, birleşme ve dayanışma yoluna yeni taşlar döşer. (EB/BA)
* Emine Başanın yazısı Dayağa Karşı Kampanyanın 20. yılı dolayısıyla Feminist Kolektifin çıkarttığı bültende yayımlandı.