Kral III. Riçırd’dan: "Râviyân-ı ahbâr ve nâkilân-ı âsâr ve muhaddisân-ı rüzigâr şöyle rivâyet ve bugüne hikâyet ederler ki, kainatın teşkil olmasından 6812 yıl, İsa Peygamber’den 1587 yıl ve Hicret’ten ise 911 yıl sonra, Rafayel adında bir vakanüvis yaşardı. İspanyol bir anadan doğma, İngiliz bir babadan olma bu Rafayel çocukluğundan beri krallara, hükümdarlara ve onların hayatlarına merak duyardı. Nitekim yaşı kemale erdiğinde kaleme aldığı Vakayiname adlı eserin namı tüm dünyayı sarıp sarmalamıştı. Eserinde kralların, hükümdarların bize kötü durumda bıraktıkları bu dünyayı nasıl idare ettiklerini, saltanat günlerinin saadetle nasıl gelip geçtiğini, onların başlarından geçen vakaları ve feleğin onlara karşı nasıl davrandığını bir bir anlattı.”
Tiyatrotem ne zaman, nasıl bir anlayışla kuruldu? Şimdiye kadar kaç oyun sahneye koydunuz?
Ayşe Selen: Bir tarih vermek gerekirse 2000 yılında kuruldu ama 1994 yılından beri gölge oyunu ve kuklayla ilgileniyoruz. Tasvir yapmayı deneme yanılma yöntemiyle öğrendik. 1996 yılında ilk gölge oyunumuzu yaptık. 1999'da bir tane daha yaptık ve baktık ki bu yolda gidebiliyoruz, bu kez 2000 yılında Tiyatrotem çatısı altında yürütmeye başladık. Esas itibariyle istediğimiz gibi, ikimizin de içinde yer alabileceği bir tiyatro yapmak istiyorduk.
Şehsuvar Aktaş: Oyuncu merkezli, icracının hünerinin merkezde olduğu bir tiyatro yapmak istedik. Metni tamamen göz ardı etmek söz konusu değil, ama metin ağırlıklı olmaktan çok, bildiğimiz anlamda Batı'dan gelen dramatik tiyatrodaki oyunculuğun yanı sıra ondan biraz sıyrılıp geleneksel türlerden esinlenerek bir tür hüner gösterme anlayışı üzerine kuruldu diyelim.
A.S.: Geleneksel türlerden esinlenmekten de öte oldu. Birden fark ettik ki, her şey elimizin altında, yakınımızda. Belki eğitimle, belki alışkanlıklar nedeniyle başka yerlerde, uzaklarda bir yerlerde aramışız mutluluğu, oysa çok yakınımızdaymış ve iyi bildiğimiz, bize çok iyi gelen bir şeymiş bu aradığımız şey. Öyle yola çıktık ve şimdiye kadar dört oyun hazırladık: "Lahana Sarma", "Böyle Devam Edemeyiz", "Âlem Buysa Kral Übü", "III. Riçırd Faciası".
Kendinizi hangi geleneklere bağlı hissediyorsunuz?
A.S.: Bu coğrafyada var olan geleneklere.
Ş.A.: Aslında örneklerini izleme şansını bulamadık. Karagöz’ün örneklerini görebiliyoruz ama biz anlatı dolayısıyla meddah, ortaoyunu, tekerleme diye ayrıca ele alıyoruz, üzerinde en çok durduğumuz şey de kukla.
A.S.: Ve tabii bütün halk tiyatrosu türlerinde olduğu gibi güldürü geleneği.
Ş.A.: Kendimizi oradaki gülmece anlayışına yakın hissediyoruz ama bu sadece buraya özgü değil, biraz inceleyince bütün halk gelenekleri sanki ortak bir mecradan besleniyor. Seyirlik oyunlar da var tabii. Tüm bunlar bir oyun çalışırken dönüp tekrar baktığımız kaynaklar. Bunların çoğu günümüzde devam etmiyor ya da bu biçimde devam etmiyor. Biz biraz arkeolojik bir çalışma yapıyoruz aslında. Var olan, derlenmiş metinlerden veya aktarımlardan, anekdotlardan yola çıkarak bunların nasıl bir gösterim sanatı olduğunu keşfetmeye çalışıyoruz, çünkü Batı'da ve dünyada olduğu gibi metne ya da köklü bir edebiyata dayalı bir gelenek değil bu, daha çok söze dayalı ve o kişilerin ağzından aktarılarak bugüne kalan metinler söz konusu. İlk bakışta bir edebiyat geleneğine bağlı gibi görünmüyorlar ama nasıl seyredildiklerine dair birtakım ipuçları içerdiklerini düşünüyorum. Onlardan yola çıkarak bugün de o ifade biçimlerini nasıl kullanabiliriz? Amacımız aynen almak değil çünkü bugün sıkça yapılan bir şey bu. Derdimiz o gösterim anlayışını anlamaya çalışmak.
A.S.: Biçimsel olarak da örneğin Karagöz’ün bölümlemesinden çok besleniyoruz. Birçok oyunumuzda buna rastlarsınız. Giriş, fasıl, muhavere, mukaddime, bitiş gibi şeyler.
Karagöz esasında usta merkezlidir. Oyun bir usta üzerinden yürür ve onun maharetlerine dayanır. Übü ve Riçırd'da ise birden fazla usta var. Bu, oyunu kurarken ve oynarken bir probleme yol açtı mı?
Ş.A.: Problem olmadı çünkü az önce sözünü ettiğimiz türlerin temel özelliğinde bir yanılsama, sürekli oyun kurup, sonra da bunları kırma niteliği var; sürekli halden hale geçiş durumu. O yanılsamayı, illüzyonu kırıp başka bir oyun kurmak, sonra onu başka bir şeyle kırmak ve bunu da göstererek, ima etmeden ya da başka bir şeyle saklamadan yapmak var. Dolayısıyla beş tane anlatıcının olması işimize yaradı.
A.S.: Bizim ilk iki oyunumuzda herkesin birer perdesi vardı. O perdelerden çıkıp ortak bir alan olan ortadaki masaya geldik. Böyle yola çıktık. 3. oyun Übü'de ortağım perdede kaldı ben anlatıcıya çıktım. Ama bunlar önceden planlamış şeyler değil, böyle bir yolculuk oldu bu.
Ş.A.; İki ayrı perde varken, iki ayrı tasvir oynatanın rekabeti üzerine kurulmuştu bir anlamda. Bu rekabet çekişme, birbirinden oyun çalma üzerinden değil de yine bir oyun üzerinden yapılıyor.
A.S.: Karşı tarafın oyununu oynama üzerine kuruluydu demek mümkün.
Ş.A.: Tiyatrotem aslında bir anlamda araştırma tiyatrosu, anlatı tiyatrosu diyebiliriz. Daha çok bunları araştırmaya yönelik işler yapan bir oluşum olarak nitelemek mümkün. Onların rekabeti üzerinden, o oyundan sonra mesela yine bu mahareti iki farklı tür ya da üsluba ayırdık.
A.S.: Durum bu sefer gölge oynatıcısıyla anlatıcı arasında bir oyuna dönüştü. Bu, Riçırd’da kuklanın oynatılışında belki çok öne çıkmıyor ama bu sefer de ikimiz bir kuklada toplandık. Yol öyle gitti, bundan sonra ne olacak bakalım...
Işık, müzik, doğaçlama, metne bağlılık, kukla veya tasvir kullanımı gibi konularda Tiyatrotem’in oturmuş bir çizgisi olduğunu söyleyebilir misiniz? Bu öğelerin kullanımı her oyun için yeniden mi düşünülüyor?
Ş.A.: Belirli bir çizgisi oluşmaya başladı. Bugüne kadar yaptığımız dört oyunun hepsi de birbiriyle bağlantılı oldu.
A.S.: Her oyun bir öncekinden bir şey taşıyor. Onunla birlikte gidiliyor bir sonrakine.
Ş.A.: Ama her oyun için, örneğin gölge oyununda bir tasvir kullanıyorsak, tasvir tasarımıyla kukla ta-sarımı baştan yapılıyor. Saptanmış, Karagöz gibi değişmeyen tipler söz konusu değil. Her seferinde değişiyor, farklı şeyler oluyor ama bunların yapılış biçimi, örneğin bir gölge oyunu tasvirinden, Karagöz yapımından hiç farklı değil.
A.S.: Bir de uygulamaya yönelik genel bir şey var. Yola ilk çıktığımızda da kolay taşınabilir, kolay kurulabilir, kolay toplanabilir, az yer tutar bir yapı oluşturmaya çalıştık. Giderek de küçülüyoruz, Riçırd en küçük halimiz, bir masaya kadar indik. Ses, müzik, ışık... Hep sahne üzerinden bizim kumanda edebileceğimiz işler peşinde koştuk. Bunun hem oyunların başı ve sonu itibariyle önemli bir rolü var hem de çok pratik bir işlevi var; gittiğimiz yerde salonun tekniğine muhtaç olmadan çalışabiliyoruz.
Ş.A.: Bu, başta olanakların sınırlılığından kaynaklanan bir durumdu, başka bir fırsata dönüşebileceğini zamanla gördük. III. Riçırd'da sadece bir masa ve bir kuklanın kullanılmış olması, artık hiçbir şeyimiz kalmadı bari bir masayla idare edelim mantığıyla değil, daha en başından, yaşadığımız deneyimden yola çıkarak seçilmiş bir şeydi. Çok az dekor, ışık tasarımı, hatta yok denilebilecek bir düzenleme var sahne üzerinde. Bu, performans ağırlıklı bir çalışma için özellikle seçilmiş bir şey. Dikkat ederseniz, oyuncunun kaçabileceği ya da sığınabileceği hiçbir şey yok. Kulis yok, dekor yok, müzik değişimi, ışık değişimi yok. Dolayısıyla oyuncu, zaman ve mekânı tamamen kendi oyunu ve bedeni üzerinden kurmak durumunda.
A.S.: Bu anlamda oturmuş bir şey var. Hemen her oyunumuzda kullandığımız, umuyorum öyle oluyordur, bir tür alameti farikamız haline gelmiş seçimlerimiz var ama tabii bunlar her oyunda baştan üretiliyor. Bir karikatür gördüğünüz zaman, imzayı görmeseniz de onun kime ait olduğunu bilirsiniz ya, bu bana çok keyifli gelen bir şey. İmza görünmese de, bu onların işi dedirtmeyi isterim.
III. Riçırd Faciası’nda ve Kral Übü’de perde arkası ya da sahne gerisi seyirciye açılıyor. Örneğin; Kral Übü’de yardak bu niteliğini oyuna dönüştürürken, tasvirler perde önünde yer alabiliyor. III. Riçırd’da ise kuklaları insanlar oynadıklarından, mekân kullanımında oynatıcının gizlenmesini gerektirecek bir mekân kısıtlaması olmuyor. Bu düzenlemelerle ne amaçlanıyor?
Ş.A.: Biraz önce sözünü ettiğimiz şeylerle bağlantılı. Bunlar biçimsel olarak farklı görünseler de özünde, sözünü ettiğimiz bir oyun kurma; bir zaman mekân açısı oluşturup, bunu dekor ya da özel efektler kullanmadan oyunculukla ya da seçilmiş çok az malzemeyle gerçekleştirmek ve istenildiğinde dramaturjisinin gereği olarak tamamen bozup kaldırarak başka bir yer, başka bir alan açmak ama hepsini yine aynı yerde, sahne üzerinde yapmak.
A.S.: Bütün halk geleneklerinde olan bir şey belki de bu. İllüzyon kurmak ve kırmak. Ve tekrar kurup, yeniden kırmak gibi bir şeyi de amaçlıyoruz.
Ş.A.: Bizce çok tiyatroya ait, yalnızca tiyatroda yapılabilen ve de anlam kazanan bir özellik bu, çünkü başka mecraların, sinema, televizyon, video gibi türlerin, apayrı kulvarların gerçeklik ya da gerçekçilik anlayışının tiyatrodakiyle bir olmadığını ve maalesef tiyatroda da, sadece Türkiye’de değil dünyada da buna yakın, özellikle teknoloji kullanılarak yapılan işlerin tiyatro olmaklığının tartışılır olduğunu düşünüyorum. Bizim yaklaşımımız izleyiciyi sıkmıyor, diri tutuyor. Amacımız da buydu.
Perde gerisini seyretmenin seyircide uyandırdığı tedirgin edici bir yan da var. Siz o tedirginliği hissediyor musunuz?
Ş.A.: Tekinsiz bir yanı var. Tekinsizlik bir yanıyla tercih ettiğimiz bir şey çünkü bizim derdimiz bir oyunu temsil edip, gösterip, seyircinin bundan kendince bir sonuç çıkarmasından öte, bir anı birlikte dene-yimlemek. Gizlenip, bir şeyi gösterip arkasından öne çıktığınızda onun nasıl yapıldığını da fark ediyorsunuz, ortaya koyuyorsunuz. Hatta çevre size tamamen kapalı değil, Karagöz’de olduğu gibi birçok açıdan arkada neler olup bittiği görülebilir ve buna rağmen orada bir oyun kurabilmek, yanılsama yaratabilmek ve sonra oradan çıkıp, orayı başka bir sahne gibi gösterebilmek bizi de zorlayan, riske sokan ama diğer taraftan da izleyicinin ezberini bozan bir durum.
A.S.: Seyir alışkanlıklarına dokunuyor tabii. Onun da payına düşen bir şey var. Ben neden orada tek başıma debeleneyim. O zaman neden karşılıklı duruyoruz? Bir de bu alıştığımız dramatik türde, klasik tiyatroda seyirci yokmuş gibidir ve o, 4. duvar olarak tabir ettiğimiz, tercih etmediğimiz bir şey. Hiç kimse birbiri yokmuş gibi davranmıyor.
Ş.A.: Bir kuklacının, yanılmıyorsam Tacettin Diker’in hoş bir tanımı var. "Tiyatronun tiyatrosudur" diyor kukla tiyatrosu için. Bizim de yapmaya çalıştığımız, çevresinde dolandığımız şey bu. Sadece doğrudan tiyatroya, tiyatronun kendisine işaret eden, kendisine göndermede bulunan, onu mesele eden ama onun üzerinden, III. Riçırd ve Übü’de olduğu gibi iktidar meselesine de kafa yoran işler.
A.S.: Ben 82 yılından beri profesyonel oyuncu olarak çalışıyorum. Bunca seneden sonra fark ettim ki, kendimi çok iyi hissettiğim asıl alan buymuş.
"III. Riçırd Faciası kalabalık bir oyun. Oyuncuların birden fazla işlevi var; kuklayken Shakespeare'in karakterlerine dönüşüveriyorlar. Oyuna başlamak için ustanın uyanmasını beklemelerine rağmen usta onların ellerinde canlanıyor. O ise hem anlatıcı, hem oyunun karakterlerinden biri, hem de izleyici. Bu sürekli geçişlilik hali ve bütün değişimlerin seyirci önünde olması, yani perde arkasının göz önünde olması seyirciyi zorluyor ama aynı zamanda diri tutuyor. Geleneksel tiyatro kavrayışı, metne bağlı tiyatroyu tam orta yerinden yakalıyor. Biçimsel öğelerin kullanılmasından çok daha derin bir etkisi oluyor. Bunu hangi düşünsel süreçlerden geçerek yakaladınız?
A.S.: O kadar güzel soruyorsunuz ki! Biz bir şey söylemesek çok daha iyi. Bir izleyicinin bunları söylemesi o kadar mutlu edici bir şey ki...
Ş.A.: Sizin düşündüğünüzden çok farklı değil. Kral Übü’de olsun, III. Riçırd Faciası’nda olsun, bir karakterin peşinden gitmek gibi bir şey söz konusu değil. Edindiğiniz seyir alışkanlıklarıyla bir karakterin peşine takıldığınızda onunla bir yere gidemiyorsunuz. Bütünüyle sosyal psikolojik jestlerle donanmış, doğalcı bir biçimde oynanan dramatik bir oyun söz konusu değil. Çünkü onun sağlayabileceği kolaylıklar ya da tuzaklar da var bizim açımızdan. Dolayısıyla bizim bir derdimiz varsa ve ona bağlı bir dramaturji kuruyorsak, o bağlamda bu tür bir oyunculuğun bizi hem etkilemediğini hem de ileri götürmediğini düşünüyoruz. Çünkü o tarz bir tiyatroda oyuncu benim sevmediğim bir tabirle ki, bu taltif olarak kullanılıyor, "aktör’’e, sahne üzerinden bir iktidar imgesine dönüşebiliyor. Hayran olunan bir figüre dönüşüyor ki, seyirciye şunu söylüyorlar aslında; şu oyuncu, bu yönetmen bütün meseleyi çözmüş, anlamış sen de anla! Dolayısıyla arada bir hiyerarşi doğuyor.
Seyirci de bu söyleme katılır genelde, kendini aşağıya kolaylıkla yerleştirir. Biz belki bu anlamda tedirgin ederek bunu kırmak istiyoruz ve bunun için en sağlam gereçler de, biraz tarayınca geleneksel tiyatroda var.
Seyreden açısından tip-karakter, karakter-tip, tip- anlatıcı, anlatıcı-tip geçişleri çok hızlı. Ayrıca beni en çok zorlayan şeylerden biri, kuklalar oyunun başlaması için kuklacıyı beklerken, oyunun onlarla başlaması oldu. Kuklacı hem onların altında yer alıyor, hem de düşünsel olarak üstünde. Oyunu haç biçiminde gibi düşündüm, yatay olan beni çok zorlamadı ama dikey olan daha çok yordu. Yormayı negatif anlamda kullanmıyorum.
Bu amaçlanmış bir şey miydi, yoksa bir noktadan sonra böyle mi oluştu?
Ş.A.: Bu amaçlandı ama öncelikle bir baş aktör ve onun çevresinde oluşan bir yan kadroyla yapılmış bir oyun değil, beş kişinin ortak oyunu. Burada birtakım zorlamalar oluyorsa, bu galiba bizden kaynaklanıyor, çünkü geçişler hepimiz için riskli ve birinde zamanlama problemi olursa, bambaşka bir şey okunuyor. Sanırım teknik problemlerden kaynaklanıyor. Çünkü bu çok hızlı ve evet zorlayıcı bir şey, bizim için de zorlayıcı ama bunu başardığımız zaman çok etkileyici oluyor, çünkü olanlar çoğunlukla sahne üzerindeki anlatıya dayalı. Bir insanı anlamlandıran sosyal psikolojik jestler kullanılmadan bambaşka bir devinim kodlamasıyla yapılan bir şey. Bunun sıkıcı olmamasını öncelikle istediğimiz için...
A.S.: Kukla meselesi, masa başına ilk oturduğumuzda çıkış noktamızdı. Kim kimi oynatıyor? Böyle bir derdimiz vardı. Dolayısıyla böyle bir iç içelik oldu.
Ş.A.: "Aslında hepimiz kuklayız" diye beylik bir laf vardır. Tamam, öyleyiz de nasıl kuklayız? Bizi ne oynatıyor? Hangi koşullar? Hangi durumlar? Çünkü durumlar ve koşullar insanın iradesinden çok daha güçlü olabilir. Bir de hırsın varsa, nereye sürüklenirsin, nasıl olursun? Bu anlamda, bir oyuncuyu oynatan şey nedir? Ayşe'ye o oyunu oynatacak güdü ya da etki nereden geliyor? Çünkü aslında bir oyuncunun çalışma sistemiyle bir kuklanın oynatılması arasında çok bir fark görmüyorum. Çünkü onun da belli olanakları var, onların içerisinde devinmek durumunda ve bu bir anlamda onun özerkliğini ve kaderini belirleyen bir durum.
Oyunculuk geçmişinizde Karagöz ya da kukla oynatmışlığınız var mı?
Ş.A.: Ben Ayşe'ye nazaran oyunculuğa geç başladım, 87-88'den bu yana yapıyorum fakat yaklaşık 96 yılına gelene kadar ne kuklayla ne de Karagöz ve gölge oyunuyla uğraşmışlığım vardı ama çok iyi, çok seven bir izleyicisiydim. 96'dan itibaren belki tiyatroya ilişkin birtakım kaygılarımın farkına varıp yavaş yavaş bu yolda bir...
A.S.: Bu şekilde adını koyarak olmadı, öyle geldi. Hakikaten bilmiyorum nasıl olduğunu. Bir gün evin bir odasına çarşafı gerip, arkasına ışık koyup, yağlı kasap kâğıdından bir tane balık tasviri yapıp niye orada deliler gibi eğlenmeye başladığımızı, tam o noktayı bilmiyorum ama bir şey gelişti demek ki. Oraya geldi bünye, beden. Kerameti kendinden menkul bir şey gibi anlaşılmasın ama yoksunluğun da etkisi var biraz. Ama tabii işi kitabına uydurmak gibi bir şey olmadı hiçbir zaman. Öte yandan, başka bir tiyatroda yaptığımız bir oyun vardı, yani oyuncu olarak katıldığımız "Adam Adamdır" adlı oyun. Bu, oyunculuk konusunda bir dönüm noktası oldu. Bazı bilgilerimin ya da kanılarımın artık işlemediğini, geçersiz olduğunu fark ettim. Sonra bu noktada buluştuk. Tesadüf de var işin içinde.
Brecht'in "Adam Adamdır" oyunuyla birlikte bugüne kadar gelen bir şey var ki, o da, o oyunda iki kral, iki soytarı oynamış olmamız. Beyaz soytarı, o kültürün en seçkini, okumuşu; white clown denen, Hacivat'a tekabül ediyordu. Diğeri de August'tu, yani Karagöz'e tekabül eden clown'du. Oyun metninde yoktu öyle bir şey. Biz 12 yıldır "P1", "P2", yani palyaço 1, palyaço 2 olduk. O dönüm noktası oldu bizim için.
Ş.A.: Uzun bir çalışma olmuştu. Sonra çalışmanın burada da uygulanabileceğini, gölge oyunu, ortaoyunu ve anlatıda olanaklı olduğunu, buradan bir yerlere gidebileceğimizi, daha etkili bir seyirlik oyun yapabileceğimizi düşündük.
Bugün geleneksel Karagöz oynasaydınız nasıl sahnelerdiniz? Nasıl bir dil kurardınız?
A.S.: Bu çok kazık bir soru.
Ş.A.: Hiç böyle bir şey yapmadık, ama yapmaya kalkışsak seyirci önüne çıkmamız biraz uzun bir zaman alırdı. Eski oyun metinlerini alır onları çalışırdık önce. Ama Karagöz’ün tasarımını, orada kullanılan Karagöz takımında fazla bir değişiklik yapmadan kullanırdık. Belki oynatışında biraz daha farklı şeyler denerdik, olmayan bir şeyi anlatmak biraz hayal oluyor ama dil meselesine gelince o eski tarz (kâr-ı kadim denen) dili kullanabilmeyi isterdim. Seyircinin onunla ne kadar yakınlık kuracağından ya da anlayacağından şüpheliyim ki, ben de o metinleri okurken sözlük kullanıyordum. O dilin o dönemdeki etkisi üzerine biraz çalışırdık. Bugünkü karşılığını bulmaya çalışırdım ama Karagöz'ü uzaya göndermezdim kesinlikle. İşe tekniği üzerinden başlardım.
A.S.: Bu dil meselesi üzerinden gidebilirdik herhalde. Oradan bir oyun çıkabilirdi.
Ş.A.: Karagöz'ün kendisini mesele eden bir Karagöz oyunu çekici olabilir mesela.
A.S.: Çünkü hiçbir zaman o ustalar kadar iyi oynatamayız diye düşünüyorum.
Ş.A.: O zaman ekalliyetten olan ya da Anadolu'nun çeşitli yerlerinden gelen karakterleri de çok bozmadan kullanma şansı doğabilir. O benim çok kafa yorduğum bir şeydir. En çok merak ettiğim, o adamlar bunu değişik seyirciler karşısında ya da mekânlarda, bir kahvede ya da konakta, şenlik çadırında nasıl oynatıyorlardı? Zaman makinesini bunun için isterdim. Tabii bir de yetişkinlere yönelik bir gösteri. Bugün hep çocuklara uygun olarak gösteriliyor ama kesinlikle yetişkinlere yönelik bir gösterim.
A.S.: Zaman zaman baş etmemiz gereken sorunlardan biri de bu oluyor. Gölge oyunu ve kukla dediğiniz zaman "çocuk için" diye algılanıyor. Başka bir seçenek yok. Yaşını başını almış ve bu işin içinde olan insanlar bile, "ama gölge oyunu" diyor.
Ş.A.: Bir tarz olarak sahne sanatları içinde ayrı bir yeri vardır ama "bu tiyatro değildir, tiyatro sınıflamasına girmez" gibi bir yaklaşım var ki, temel sorun da burada. Çok beğendiğim oyuncular bile böyle bakıyor ve tutunacak bir dal arıyorlar ki, bu da en başta metin oluyor. Halbuki oyuncu gereken özelliklere zaten sahip ama böyle bir farkındalık yok.
Tiyatrotem'in internet sitesinde bir Brecht alıntısı var: "(...) Eskiden beri tiyatronun işi öteki sanatlarda da olduğu gibi, insanları eğlendirmektir. (...)" Buradan Karagöz’ün neden yok olduğu sorusuna gelmek istiyorum. Günümüzde Karagöz'ün neredeyse hayatımızdan çıkmış olmasının sebebi artık insanları eğlendirmemesinden mi?
A.S.: Hayır, yapanların kötü yapıyor olmasından. Bir de sırf çocuklar için diye algılanıyor.
Ş.A.: Çocuklar için olanları da bence kötü çünkü bir Karagözcünün, oynatıcının, ustanın çok iyi bir oyuncu olması gerektiğini düşünüyorum. Tabii daha çok sesi üzerine ustalaşmış olmalı. 30'dan fazla farklı sesi çıkarabilmesi ve oynatabilmesi ve özellikle de, bu çok teknik bir şeydir, bir oyuncu enerjisi ve antrenmanına sahip olması gerekir. Bu, kuklacılar arasında yurtdışında da konuşulan bir şey. Kimi çok iyi kukla oynatıyor ama oyuncu değil yine de belirli bir yerde canı oluyor o işin. Kimi de oyuncu yanını çok öne çıkarıyor ve kukla biraz savruk kalıyor. Benim gördüğüm örneklerin çoğu, özensiz yapılmış etkisi uyandırıyor.
Ş.A.: Bir de aslını astarını kaybetti, yani taşlaması, hicvi, siyasi yanı, belden aşağı yanı, terbiyesizliği yok ki!
Ş.A.: Özellikle Batılılaşma hareketi içerisinde. Batı tiyatrosu açısından Türkiye'de OsmanIı'nın son döneminde özellikle Ermeni tiyatrocuların kanalıyla oluşmuş çok dinamik bir tiyatro ortamı var. Zaten 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başında Karagöz giderek erimeye başlıyor. Cumhuriyet'in ilk yıllarında İsmail Hakkı Baltacıoğlu boyutlarla oynayarak yeni metinler yazıyor. Fakat bu sefer geleneğe aşırı bağlı olan kesim tarafından aşırı tepki alıyor ve öylece kalıyor. Yeni metinler üretmek, tasarımı ya da tasviri çok fazla değiştirmeden ama boyutlarını büyütüp küçülterek ya da perdenin boyutlarını büyütüp küçülterek birtakım denemelerde bulunuyor ama tiyatro alanında oyuncularla yaptığı işlerde de denemelerine sırt çevrildiği için arada kaynayıp gidiyor. Karagöz’ün kendisi de 14. ya da 15. yüzyılda Karagöz ya da Hacivat olarak çıkmadı. Evrildi, biçimi de değişti ve buraya kadar geldi ama sonra özellikle Tanzimat döneminde etkisini yitirmeye başlıyor. Bu biraz da, Batı'nın burjuva dramının etkisiyle oluyor. O iyi, bu kötü demek değil mesele ama belli bir tarzın daha çok tercih edildiği, o zamanki yönetim tarafından da teşvik edildiği bir ortamda geleneksel türlerde bir gerileme oluyor. Kavuklu Hamdi'nin sonunda bu işleri bırakıp Eyüp'te kahvehane işlettiğini biliyoruz, çünkü imtiyaz alması gerekiyor. Kapalı alanda yalnızca Batı tarzında oyunlar oynanabilir gibi imtiyazlar çıkınca, iş zaten tuluat tiyatrosuna evriliyor. Güya konulu oyunlar oynanıyor ama sonuçta ortaoyununun bir başka biçimine dönüştürülüyor. Aynı etkiden Karagöz de nasibini alıyor. Cumhuriyet dönemindeki bu tür denemeler de resmi propaganda aracı olmanın ötesine gitmiyor. (PE/AA/EKN)
* Bu söyleşi 2007 yılı Nisan ayında Toplumsal Tarih’in 160. sayısında yayınlanmıştır.