Son haftalarda herkesin “barış” dediği çatışmasızlık günlerinden, kalabalıkların “katliam” diye bağırdığı, parti binalarının, medya kuruluşlarının saldırıya uğradığı, yakılıp yıkıldığı karanlık günlere geri döndük.
Türkiye’de yaşanan katliamlar, linçler hafızalarda halen tazeliğini korurken, yeni linçlere zemin hazırlayan açıklamalar, göz göre göre yaşanan saldırılar, saldıranlara değil mağdurlara açılan soruşturmalar, sokağa çıkma yasakları, sivillere yönelik devlet şiddeti ve saymakla bitmeyen onlarca gelişme karşısında toplumda bir şaşkınlık hali hakim. Bu şaşkınlık yerini kimi zaman öfkeye, kimi zaman çaresizliğe bırakıyor.
Peki bu çaresizlik hissiyle nasıl başa çıkabiliriz? Kiminin yasını abluka altında, cenazeleriyle aynı evde oturarak yaşadığı, kimininse yakarak, yıkarak, saldırarak dışa vurduğu bu durum ne anlama geliyor? Bir çocuğun ölümüne dünyayla birlikte üzülenler, kendi ülkelerindeki çocuk ölümleriyle ilgili nasıl bu kadar düşmanca davranabiliyor? Yaşananların duygusal ve ruhsal arka planında ne yatıyor?
Tüm bu soruları İstanbul Bilgi Üniversitesi Psikoloji Bölümü Klinik Psikoloji Yüksek Lisans Programı Direktörü, psikoterapist Dr. Murat Paker’e sorduk.
"Çatışmasızlığı sevmiş toplum, kanlı bir tabloya yuvarlandı"
Geçtiğimiz günlerde bir gece Twitter’ı açtık ve binaların yakıldığını, “katliam istiyoruz” diye yürüyen kalabalıkları gördük. Evlerinden yaşananları izleyenler, bir gecede tekrarlanmasını istemediğimiz günlere geri dönüldüğünü hissetti. Toplumda ya sürekli bir şaşırma hali ya da sürekli düşmanlık hali var. Bir anda böyle bir ruh haline nasıl geldik?
7 Haziran seçimlerinden beri birkaç şey üst üste bindi ve kırılmalar yarattı. Öncelikle başkan olmayı kafayı koymuş kişi, olamayacağını görünce çok öfkelendi ve bunun sorumlularını saptayıp, bu “hata”yı bir an önce düzeltmek istedi. Bunun için bir mizansen sahneye kondu. Bu Türkiye siyaseti için çok büyük bir kırılmaydı. Bununla birlikte iki, iki buçuk yıldır çatışmasızlığa alışmış ve çatışmasızlığı sevmiş olan Türkiye toplumu, 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin çıkışıyla barışçıl çözüm konusunda parlamentonun da dahil olabileceği yeni bir umut belirmişken, çatışmasızlığın yok olduğu çok kanlı bir tabloya yuvarlandı.
Çok gergin bir seçim kampanyası geride bırakılmış ve yeni parlamento seçilmişken, Erdoğan’ın başkanlık hırsı, bunun olamayışı, bunu oldurmak için sahneye konan mizansen ve çatışmasızlık sürecinin bitişi birden toplumun kucağına düştü. Ve bu noktada toplumun bütün sigortaları attı. Ne umuyorduk ne bulduk, dedi herkes.
Bu noktadan sonra sınır tanımama, kurallara uymama, yasaları ve Anayasayı kendine göre eğip bükme konusunda olaylar iyice şirazesinden çıktı. “İktidarda kalmak için her şey mubahtır” moduna geçildi. Bunun duygusal arka planında ölüm-kalım hissiyatı yatıyor. Yani Erdoğan ve etrafındakiler biliyor ki, iktidardan düştüklerinde hukuki, ekonomik ve sosyo-psikolojik bedeller ödeyecekler. Bir sürü insan özgürlüklerini de kaybedebilir, hapse girebilirler. Dolayısıyla o iktidardan düşmemek için her türlü işin yapılabileceği moda geçtiler.
Evet, şaşırıyoruz. Çok acayip şeyler yapılıyor. Daha da yapılabilir. Sadece yasaların yanından geçme, olmayan yetkileri kullanma, medyanın gücünü kullanma, polis gücünü kullanma değil, ağırlıklı olarak sosyal medya ve medya üzerinden giden bir hakikat bükücülüğü sektörü gündeme geliyor. AKP’nin geniş bir ekibinin muhalif gördükleri, sakıncalı gördükleri herkesin peşine takıldıkları, itibarsızlaşmaya çalıştıkları, haber manipülasyonu yaparak olanları olmamış, olmayan şeyleri olmuş gibi gösterdikleri ve bunu her geçen gün arttırdıkları bir döneme girdik.
Öyle bir şey oldu ki, Erdoğan köprüden önceki son çıkışları tüm uyarılara rağmen geçti, bundan sonra yavaşlaması halinde düşeceğini biliyor. Dolayısıyla sonuna kadar gitmek zorunda. Partisini dikensiz gül bahçesi haline getirdi, çevresinde ona hafiften eleştiri yapabilecek bile kimse kalmadı. Orada akli, rasyonel bir şey kalmadı. Bu çok tehlikeli ve umarım çok uzun sürmeyecek bir dönem.
"Yüzleşme mekanizmaları işletilmediği için linçci kalabalıklar tekrar ortaya çıktı"
“Her şeyi mubah görme” dediniz. Buna siyasi arenada sürekli şahit olmaya başlamıştık. Birkaç senedir sosyal medyada da vardı bu. Ama son birkaç haftadır “her şeyi mubah görme” sokağa da linçlerle yansıdı. Bu linçler, bir yeri yakmaya-yıkmaya gitmek nasıl bir ruh halidir?
Linç dediğimiz şey, genel fanatizm haletiruhiyesi üzerine şekillenir. Temel dayanağı da çok keskin bir dost-düşman ayrımıdır. Yani düşman ötekiler vardır, bunlar çok kötü şeyler yapıyordur, biz de bunu güvendiğimiz büyüklerimizin söylediklerinden biliyoruzdur. Kimdir bunlar? Türkiye’de Kürtlerdir, Alevilerdir, solculardır, duruma göre de değişebilirler. Bunlar siyasi liderler tarafından hedef gösterilir, medyada itibarsızlaştırılırlar. Siyasi tansiyon yükseldiğinde de Türkiye’de İslamcısından milliyetçisine sağ politikacılar yasal sınırlar içerisinde baskı aygıtlarını yeterince kullanamıyorlarsa ya da onunla yeterince verim elde edemediklerini düşünüyorlarsa hep hedef gösterme yolunu tercih etmişlerdir, sokağın gücünü kısmi kontrollü olarak kullanmak istemişlerdir. Tamamen kontrolsüz olmasını istemezler çünkü o zaman kendilerini de vurabilir.
Mesela Hürriyet gazetesini yasal olarak kapatamıyor çünkü Hürriyet çok büyük, arkasında büyük bir sermaye çevresi var, dış dünyaya rezil olacak, bedeli ağır olacak. Ama oraya içine milletvekili de katarak bir güruh gönderiyor, küçük çapta, kısmi kontrollü, polisin biraz ön verip ama binanın tamamen yakılmasına da izin vermediği, yani güvenlik aygıtıyla sınırı ayarladığı bir gözdağı veriyor. Bu sindirme politikasıyla, hem Hürriyet’e hem muhalif basına “biz gerekirse bunları da yapabiliriz, ayağınızı denk alın” demiş oluyor. “Zıvanadan çıkabilecek güruhlarımız vardır, artık onları tamamen evde tutmuyoruz” mesajı vermiş oluyorlar. Sonra oraya katılan milletvekili bir hafta sonra divana seçilip ödüllendiriliyor. Bu da linç kültürünün bir devamı ve hem fiziksel ve psikolojik linçlerin hedefine konmuş kişiler ve gruplar için hem de linç kampanyasına katılabilecek yandaşlar için büyük bir mesaj.
Burada bahsettiğimiz vekilin Hürriyet’in önünde ne dediğini kimse unutmasın; “1 Kasım seçim sonuçları ne olursa olsun, seni başkan yaptıracağız” dedi. Bu bir düşünsel ve ahlaki sefalet cümlesi tabii ki. Diyor ki “demokrasi benim umurumda değil, biz de zaten böyle bir hareket değiliz. Biz kaba gücümüzle istediğimizi yaparız. Gazete de basarız, seçim sonuçları da ne olursa olsun gereğini yaparız.” Birazcık normal, kısmen demokratik bir ülkede böyle bir milletvekilinin en azından partisi tarafından kınanması, bir şey yapılması gerekirdi. Burada tam tersi yapılıyor ve sadece bu olay bile Türkiye’de rejimin ne hale geldiğini, ne kadar dipte olduğumuzu ve ne kadar melanetlerle uğraşmakta olduğumuzu göstermeye yeterli.
Türkiye linç kültürünün çok büyük bir geleneği olduğu, fanatizm potansiyelinin yüksek olduğu bir ülke. 90’larda Türkiye’de yüzlerce linç olayı yaşandı. Azalmıştı çünkü çözüm süreci vardı. Ama bu süreç yeterince derinlikli ele alınmadığı için, yüzleşme mekanizmaları devreye sokulmadığı, toplum yeterince aydınlatılmadığı için, bu meselenin kökleri, boyutları ve yapılması gerekenler konusunda kapsamlı bir halleşme yapılmadığı için toplum dönüşemedi. Şu an “Nereden çıktı bu” diye gördüğümüz eski, milliyetçi refleksler, ezberler üzerinden davranan bu linççi kalabalıklar hep vardı, sadece bir süre dondurucuya konulmuştu. Şimdi tekrar ortaya çıktı çünkü onları dönüştürecek bir şey yapılmadı.
Yine de bu kalabalıklara toplumun büyük çoğunluğunun, en azından şimdilik, dahil olmadığını da görelim. Binalara saldıranlar daha çok AKP’nin manipülasyonuyla sokağa çıkan, AKP’den doğru beslenen bazı gruplar. MHP’nin örgütlü gençlik kesimleri dahi kendi gruplarını bu tip çatışmalardan uzak tutmaya çalışıyorlar. Tabii bütün ülkücü kitleye de MHP’nin hakim olduğunu söyleyemeyiz. Daha bağımsız davranan gruplar vardır. Tabii PKK’nin saldırıları, bir sürü polisin, askerin öldürülmesi bu kıvılcımların artmasına çok uygun bir atmosfer yaratıyor. Tüm bunlar bir boşlukta da olmuyor.
"İnsan rasyonel bir yaratık değildir"
Bu eylemleri düzenleyen grupların yanı sıra sokakta yürürken eylemi görüp, milliyetçi reflekslerle katılanlar da oluyor ve bu noktada konuların birbirine geçtiğini, kimi zaman çelişkilerin ortaya çıktığını da görüyoruz. Örneğin kimi yerlerde “Şehitler ölmez” ve Fenerbahçe sloganlarının birlikte atılması, mini etekli kadınların tekbir getirmesi…
Bütün insanlarda şöyle bir yanılsama var; biz sanıyoruz ki insan rasyonel bir yaratıktır ve her şeyi mantık süzgecinden geçirir. Böyle bir şey yok. İnsanın zihni faaliyetlerin büyük çoğunluğu irrasyoneldir ve günümüz toplumlarının büyük çoğunluğu çok eklektik, birbiriyle çelişik bir sürü şeyi bir arada bulundurabilen toplumlardır. Ama düşünsel tutarlılığı olan bir azınlık kesimi de var. Tutarlı solcular, tutarlı sağcılar, tutarlı İslamcılar, değişik siyasi ekiplerden olabilir bunlar. Ama toplumun büyük çoğunluğu, baskın kimliğiyle çelişkili bazı söylemleri bazı duruşlar da taşır.
Türkiye’de bunu çok görüyoruz. Herkes barıştan yana, herkes insan sevgisiyle dolu konuşurken, iki dakika sonra katliamcı, aşırı milliyetçi, farklılıklara tahammülü olmayan bir potansiyel de görülebiliyor. Türkiye gibi çok karışık bir tarihi olan, hem fail hem mağdur olarak birçok badirelerden geçmiş, hiç yüzleşmemiş, derinlemesine düşünmemiş toplumlarda bu karışıklıklar çok daha fazla oluyor. Politik tansiyonun ve tehdit algılarının arttığı dönemlerde bunlar iyice karışıyor. Oradaki birincil dert, o kitlenin bir parçası olup bir tepkiyi dile getirmek.
"Yas hiyerarşisi, kimlikler hiyerarşisine bağlı"
Biraz da yas hiyerarşisinden bahsetmek istiyorum. Bu her konuda yaşanıyor. İstanbul’da bir çocuk kaybolduğunda tüm Türkiye ayağa kalkıyor ama Kürt bir çocuk öldürüldüğünde çok korkunç şeyler söylenebiliyor. Ya da Özgecan Aslan cinayetinde tüm toplum tepki veriyor ama benzer bir cinayet “makbul olmayan kadın”a yöneldiğinde kimse tepki vermiyor ya da hak etmiştir, diyor. Bu hiyerarşi toplumu iki taraflı olarak nasıl etkiliyor?
Mağdurlar arasında bir eşitlik gözetmemek, bazılarını kendimize yakın, bazılarını uzak görmek, bazılarındaysa hak ediyorlarmış gibi davranabilmek bir yandan acayip bir durum ama bir yandan da şaşırtıcı değil. Çünkü yas hiyerarşisi doğrudan bir kimlikler hiyerarşisine bağlı. Yani ben kendimi milliyetçi olarak görüyorsam, benim birincil önemsediğim kimlik genel insanlık değil de, kendi kimliğimse, ölen, acı çeken insanlara da kimlikleri kadar değer veriyorum. Bir Kürt benim için düşmansa, psikolojik olarak da bunu benimsemişsem, öyle yetişmişsem, o ölmüş, ölmemiş, önemsemiyorum. Sahile vuran çocuk fotoğrafı gördüğümde içim sızlıyor, çünkü o sırada kimliğini bilmiyorum, insan diye bakıyorum. Sonra o çocuğun Kobaneli bir Kürt olduğunu duyanlar ilk başta hissettikleri acıdan istifa ettiler. Niye? Çünkü onlar Kürt düşmanlığıyla yoğrulmuş Türk milliyetçiliği tarafından sakatlanmış bir zihniyet dünyasına sahipler.
Peki bu duygu geçişi nasıl yaşanıyor? Ben 5 dakika önceye kadar bütün dünyayla birlikte üzülürken, bir anda yaşadığım nefreti nasıl sorgulamıyorum?
Demin dediğim gibi rasyonel değiliz. İnsan beyni çok karışık ve yaratıcı bir mekanizma. Beynin bütün gizlerini hala bilmiyoruz ama bildiğimiz birçok şey var. İnsan beyni çok değişik ve karışık savunma mekanizmaları üretebiliyor ve kullanabiliyor. Bunlardan bir tanesi de “compartmentalization” dediğimiz parçalama, bölümlere ayırma. Tek gözlü büyük bir kutu yerine, çok çekmeceli bir kutu gibi düşünün. Dolayısıyla hepimiz bir fotoğrafa bakıp bir çocuk için üzülebiliyoruz, o bir çekmecede. Ama kimliğini bildiğimizde işin rengi değişiyor çünkü o başka bir çekmecede. Bu iki çekmece pek birbirine karışmıyor. Başka birileri çıkıp da “Yahu kardeşim, bunlar insan, hepimiz kardeşiz” dediğinde, bunu farklı çekmecelere koymuş olanlar rahatsız oluyor. Mesela seçimlerde HDP’nin temel sloganları “insanlık”, “bizler” gibi şeylerdi; bunlar “ayrı çekmeceler olmasın, biraradayız” demek. Ama bu, milliyetçilikle malul insanlar için küfür gibi. “Nasıl yani, ben özenli bir şekilde ayırmışım çekmeceleri. Birbirine karıştırırsam ne olur? O zaman üstünlük, hakim Türklük ne olacak?” Bütün bunlar, temel eşitsizlik mekanizmasını bozmaya davet ettiği için, tehdit olarak algılanıyor.
Gündemimizde bir de “inanmama” var.
Evet. “Hiç sivil ölümü olmadı” gibi…
"Cizre'ye gitme çabaları, oradakilerin ruh halini güçlendirmek için çok önemliydi"
Evet. Özellikle Cizre’de yaşananlara inanmıyorlar, fotoğraf, video görüyorlar ama “inanmıyoruz” diyorlar. İnanılmayanlar nasıl bir duygu hali yaşıyor?
Neyse ki kimse inanmıyor değil. Bu çok önemli bir nokta. Mesela kapalısınız, tutsaksınız, kimse bilmiyor, duymuyor. Ya da aynı işkenceleri görüyorsunuz ve yanınızda arkadaşlarınız var, duyanlar var, arada seslenenler var; ya da dışarıdaki insanlar da biliyor ve dışarıda destek kampanyaları yapıyorlar… Bunlar bambaşka durumlar.
Kısıtlı da olsa Cizre’yle dayanışan kitlelerin, siyasi ekiplerin, halk kesimlerinin, dünyadaki diğer yerlerde seslerin olması çok önemli. Bu tür ağır insan hakkı ihlallerinde, abluka durumlarında dayanışma, direniş ağlarının geliştirilmesi hem o ablukayı daha hızlı kırmak hem de oradaki insanların haletiruhiyesini güçlendirmek açısından çok önemli. Mesela HDP’nin onlarca vekilinin, çeşitli heyetlerin gidemeseler bile oraya gitmeye çalışmaları gerçekten çok önemliydi. İyi ki yapıldı. Bu tür şeyler oldukça bunları arttırarak yapmak, durmamak gerekir.
Orada kapana kıstırılmış olmak ve toplumun önemli bir kesiminin inanmıyor olması, yalan söyleniyormuş gibi yapması çok incitici ve öfkelendirici bir şey. Buna benzer örnekleri bu toplumun çoğu bilebilir, kadınlar özellikle anlayabilir. Bu toplumda kadın ve çocukların önemli bir kısmı fiziksel ve/veya cinsel tacize uğruyor. Ama bu çocukların ve kadınların büyük çoğunluğu inanılmayacaklarını bildikleri için bunu söyleyemiyor.
Bu da benzer bir şey, bir mağduriyet var, bir otorite geniş bir toplumsal kesimi eziyor, fail belli. Bunun adı konulmadıkça, mağdura inanılmadıkça ya da en azından sahici bir merakla ne olduğuna bakılmadıkça, orada bir insanlık dramı yaşanmaya devam edecek ve aynı ezen-ezilen ilişkisi bu sefer inanmayan seyircilerin de ezen yanında saf tutmasıyla katmerlenerek devam edecek.
İnsanlara şunu anlatmamız lazım; Sen kendi hayatında hiçbir eziyetle karşılaşmadın mı? Çevrende hiç baskıyla karşılaşmadın mı? Tanık olmadın mı? Ezilen insanların ne halde olduğunu hiç yaşamadın mı? Bu sırada onlara inanılmamış olmasının nasıl bir etki yarattığını görmedin mi? Buralardan anlatmamız lazım.
Ama çekmeceler ayrı.
Evet, ama çekmeceler ayrı. Ama bıkmadan usanmadan o çekmeceleri açmaya, karıştırmaya, karıştırılınca çok kötü bir şey olmadığını göstermeye, başka türlü düşünmenin mümkün olduğunu anlatmaya devam edeceğiz. Bu sihirli bir çözümü olmayan, zahmetli, uzun süreli bir çaba.
"Eşit yurttaşlıktan çok din kardeşliği vurgusu kullanıldı"
Biraz da cenazelerini gömemeyen, bu cenazelerle birlikte yaşayan ailelerden bahsetmek istiyorum. Cenazeyi gömdürmeme ne anlama geliyor? Cenazesini gömememe insanları nasıl etkiliyor?
Cizre ablukası boyunca öldürülen çocuklar, buzdolabında saklanmak zorunda kalınan evlatlar gibi insanların kanını donduran olaylar gördük. Şunu söylemek lazım, savaş hukuku denilen bir şey var. Yüzyıllar boyunca savaşlar hep olmuş ve insanlar savaş kötüdür, biz hiç savaşmayalım noktasına gelememişler maalesef. Ama en azından uluslararası camia savaşırken bile belli kurallara uyma konusunda anlaşmış. Bunlar arasında sivillere zarar vermeme, ölülere zarar vermeme, inançlara saygı gösterme, insanların inançlarının gereği neyse onu yapmalarına izin verme, kısacası zaten savaşın getirdiği eziyetlere, ek eziyetler katmama gibi belli kurallar var. Bunlara da uymadığınızda savaş suçu işlemiş oluyorsunuz. Tabii savaş kirli bir şey ve taraflar savaş suçu işliyor.
Cizre’de bir haftada 20’yi aşkın sivilin öldürülmesi, yaralıların ambulanslarla taşınmasına izin verilmiyor olması, bunların her biri savaş suçu kapsamında değerlendirilmesi lazım. Ama hükümet diyecektir ki, “savaş mı var ki suçu olsun?” Evet, o bölgede bir tür savaş durumu yaratılmış durumda ve resmen savaş ilan edilmedi diye çatışmalı bir durumda savaş hukukundan azade olmak söz konusu olamaz. Bu, temel insanlık varoluşuna saygı duymamak demek.
AKP hükümeti, Kürt meselesinin çözümünde din kardeşliği temasını çok kullandı. Hatta eşit yurttaşlıktan çok din kardeşliği vurgusu vardı. İnsanların ölülerini bir an önce gömmesi tüm dinlerde olduğu gibi, İslam’ın tüm mezheplerinde vardır; ki vedalaşılabilsin, yas süreci başlasın. Buna izin vermemek, günlerce insanları evlerinde ölüleriyle kalmasına zorlamak, AKP’nin öteden beri iddia ettiği o din kardeşliğinde de artık umursamaz bir noktaya geldiğini gösteren bir örnek herhalde.
Geçtiğimiz günlerde Burhan Kuzu’nun yaptığı “sünnetsiz” açıklaması da buradan değerlendirilebilir mi?
Burhan Kuzu gibi insanların zihnindeki kimlikler hiyerarşisinde Türklük, Sünnilik, Müslümanlık en üstte; Kürtlük epeyce aşağılarda; Ermenilik ise oldukça aşağıda yer alıyor. Dolayısıyla biz saldırdığımız, zarar verdiğimiz insan gruplarını ne kadar aşağıda gördüğümüz sıfatlarla nitelersek, o zaman onlar yapılan muameleleri o kadar hak edeceklermiş gibi algılanacak sanıyoruz. “Sünnetsiz onlar” derken, “O kadar üzülmeyin onlar bizim gibi Müslüman değil” demeye getiriyor.
"Düşmanı kadınsılaştırarak 'Biz tecavüzcü olmak istiyoruz' diyorlar"
Bu aşağılamalarda ataerkil zihniyet de çok sık ortaya çıkıyor. Demirtaş’a etek giymesi tavsiyesinde bulunmak, Öcalan’a gelinlik giydirilen kartonetler hazırlamak… “Düşmanı” kadınsılaştırarak aşağılamaya çalışıyorlar.
Şunu demiş oluyorlar kısaca: “Biz mümkün olsa savaş durumunda düşmanın kadınlarına seri olarak tecavüz etmek istiyoruz. Biz tecavüzcü olmak istiyoruz”.
Bugün o lafları kullanan insanlar aynaya bakıp bu söylediklerinden çıkan anlamı bir düşünsünler. Şu an söylem düzeyinde olsa da, bunun fiziksel düzeye geçmesi bir-iki adımlık mesafedir. Bilsinler ki bu yaptıkları en başta insanlık suçudur.
Çevik kuvvet polislerinin, özel harekatçıların insanlara yönelik tavırları da çok düşmanca. “Bu devlet size ne yaptı” diyerek insanlara işkence yapılmasından, “Hepiniz Ermenisiniz” anonslarına birçok haber geliyor. Merak ediyorum, zaten düşmanca bakanlar mı özel harekatçı oluyor, yoksa bu düşmanlık eğitimler sırasında mı oluşuyor?
Özel ekiplerdeki polislerin durumu Türkiye’nin çok büyük bir meselesi. 12 Eylül’den beri, polis teşkilatı tamamen elden geçirildi. 12 Eylül öncesinde polis teşkilatında, solcu, solcumsu, demokrat kesimler de vardı. Sonra hiç kalmadı. Teşkilat yıllardır tamamı milliyetçi, İslamcı ekipler tarafından kontrol ediliyor. Dolayısıyla oraya polis olarak girenlerin, zaten ciddi bir potansiyelleri olduğu düşünülebilir. İşin içine girdiklerinde zaten şefleri, amirleri, eğitimleri öyle. Çok kötü koşullarda düşük ücretlerle çalışan, düşman olarak öğretilen insanlarla mücadele etmesi için yetiştirilen kesimler bunlar.
Tavırları, siyasi iktidarın duruşuyla da ilişkili. Polisin öldürdüğü kişilerin davalarında neler olduğunu görüyoruz. Türkiye’de insan haklarını ihlal eden polislerin acaba yüzde kaçı soruşturuluyor? Soruşturulan yüzde kaçı gereği gibi ceza alıyor? Ceza alanların yüzde kaçı gereği gibi cezasını çekiyor. Birkaç aşamalı baktığımızda, suç işlemiş, insan haklarını ihlal etmiş polislerden gereği gibi cezasını çekenlerin oranı binde 1 bile değildir. Müthiş bir cezasızlık mükafatıyla yaşanan bir polis rejimi söz konusu.
Çaresizlik hissi nasıl aşılır?
Bir de yaşanan tüm adaletsizlikleri görüp, bunları değiştiremediği için çaresizlik hisseden duyarlı kesimler var. “İnsanlığımdan utanıyorum”, “Günde 10 kere yok artık diyorum”, “Hala şaşırıyorum” gibi paylaşımlarla son günlerde çok fazla karşılaşıyoruz. Bu çaresizlik hissi nasıl aşılır?
Hepimiz zorlanıyoruz. Zor bir dönemden geçiyoruz ya da bir türlü geçemiyoruz. Ama uzun dönemli perspektiflerden bakmak, dünya tarihi, sosyal mücadeleler tarihi üzerinden bakmak, bu işin uzun dönemli bir mücadele olduğunu düşünmek, kendi sorumluluğumuzu ne çok abartmak ne çok azımsamak gerekiyor. Bu zor bir denge ama mücadele etme ve değiştirme sorumluluğunu tek başımıza üstlenemeyiz. Evet, bir sürü şey oluyor ve bunlar bize darbe vuruyor. Bir şeyler yapmak istiyoruz. Bazı insanlar kendilerini, etraftaki yakınlarını unutup, tek başlarına koşturup bir şeyler yapmaya çalışıyor. Bunlar büyük bir sorumluluk duygusuyla hayatlarını bu işe adıyorlar. Yapabiliyorlarsa yapsınlar tabii. Ama birey olarak bizlerin yapabilecekleri sınırlı. Biz ancak bir kolektif olarak, uzun vadede bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Yani tek başımıza çok büyük şeyler değiştiremeyiz, değiştiremediğimizde de bunun altında ezilmememiz lazım. Ama bunu yapamayız diye de, “ben sırtımı döneyim, başkaları yapsın” da diyemeyiz. Bizim katkımız olmadan o büyük şeyin eksik kaldığını hissedip, bir ucundan tutmamız, bu kolektifin parçası olmamız önemli.
İki uç var: vurdumduymazlık ve siyasi meselelere dalıp tükenmek. Bu ikisinin arasında dengeli bir pozisyon tutturmak lazım. Enerjimizi iyi kullanmamız lazım. Çok uzun dönemli bir mücadelede mütevazi ve önemli bir katkımız var, diye düşünmek gerekiyor. Bütün bu zorlukları konuşmaya başladığımızda görüyoruz ki bu bir sürü insanda var ve aşmak için ortak yollar bulunabilir.
İrlandalı boksör
Son soru: İrlandalı boksöre neden bu kadar sevindi toplum?
Orada öncelikle esnaflar var. Bir de kalabalığın bir araya gelip linç etmeye çalışılan bir yabancı var. “Esnaf mahallenin bekçisidir, askeridir vs” söylemleri nedeniyle esnaflar AKP ile bir özdeşim içerisinde görüldü. Bu söylemlerin ardından bazı esnaflar da birkaç kişiyi öldürmüştü. AKP’yle mücadele içerisinde olan kesim de kendisini İrlandalıyla özdeşim içerisinde gördü. Demek ki ölmeden ayakta kalabiliyoruz ve bazılarını biz de düşürebiliyoruz, gibi bir anlam çıkarıldı. Bunu düşünenleri birçoğu böyle bir kavgaya girmek istemez. Ama istemese de, şiddete kategorik olarak karşı olsa da, orada tek bir kişi var, karşısında onlarca kişi var. Çok eşitsiz bir durum var ve ezilmiş Türkiye toplumu zayıf olan kesimle bir yakınlık kurmayı genel olarak sever. Esnaf da çok madara oldu ve o madara olma hali, onları savunacak kesimi de felç etti. Görüntü olmasa, o hikayeyi de bükerlerdi ama görüntü ortada.
Gerçek bükücülüğünün önemli noktalarından biri, ortada çok bariz, reddedilemeyecek bir görüntü varsa bunu yapmaları zor oluyor. Kürt meselesiyle ilgili gerçek bükücülüğünde birçok yalan söyleniyor ama yalanlar hep dönüp dolaşıp “Eee PKK diye bir şey var, bunların arasında da onlar var”a bağlanıyor. Yani gerçeği bükerken de dayanabilecekleri bir şey olması lazım. İrlandalı boksör meselesinde böyle bir dayanak yok, tek başına bir adam var. Adam PKK’li olsaydı, Kürt ya da Ermeni olsaydı, bu hikaye böyle olmayacaktı. Hasbelkader adam da boksör çıktı. Öyle olmasaydı zaten onu orada öldürmüşlerdi. Mutlak mağduriyet varsa ve görünürse onu bükmeleri çok kolay değil. (ÇT)