Ürdün Demokratik Halk Birliği Partisi Genel Sekreter Yardımcısı Dr. İsam el-Havace (Issam al-Khawaja), Türkiye İşçi Partisi’nin 9 Kasım’da düzenlediği Filistin halkıyla dayanışma gecesine katılmak üzere İstanbul’a geldi.
bianet ofisinde ağırladığımız Dr. El-Havace ile Demokratik Halk Birliği Partisi’ni, Filistin mücadelesiyle dayanışma çerçevesinde Ürdün’deki toplumsal muhalefetin dinamiklerini ve Ürdün-İsrail ilişkilerini konuştuk.
Uluslararası ve bölgesel son gelişmelerin ışığında, İsrail’in Gazze ve Lübnan’a yönelik saldırıları ve buna karşı direnişin kısa ve orta vadeli olası sonuçlarını değerlendiren Dr. El-Havace, Filistin’le dayanışmanın güçlendirilmesi için atılması gereken somut adımlara dair görüşlerini de paylaştı.
“Filistin, bizim kendi davamız ve mücadelemizdir”
Öncelikle kendinizden ve Ürdün Demokratik Halk Birliği Partisi’nden bahsedebilir misiniz?
Ürdün’de yaşayan Filistinli bir çocuk doktoruyum ve çocuk nörolojisi alanında uzmanlığım var. Kamu hastanesinde çalışıyor ve özellikle yoksul kesimlere, toplumsal olarak dezavantajlı gruplara hizmet vermeyi önemsiyorum. 30 yıldır kamuda görev yapıyor ve tıbbın özellikle yoksul kesimlere ulaştırılması gerektiğine inanıyorum. Özel sektöre yönelmek yerine, sağlık hizmetini doğrudan insanlara ve topluma daha yakın bir şekilde sunmayı tercih ediyorum.
Politik alanda, 20 Kasım 1990’da kurulan Demokratik Halk Birliği Partisi’nde uzun yıllardır aktif olarak yer alıyorum. Partide çeşitli sorumluluklar üstlendikten sonra şu an genel sekreter yardımcılığı görevini yürütüyorum.
Partimiz, Arap Ulusal Hareketi ve Filistin Solu’na dayanan bir geçmişe sahip. Siyasi hedeflerimiz iki ana eksende şekilleniyor: Ürdün’deki toplumsal meseleler ve Filistin davası. Ürdün toplumunun tüm kesimlerini ilgilendiren toplumsal mücadele alanlarında çalışırken, aynı zamanda Filistin davasını da partimizin bir iç siyasi meselesi olarak görüyoruz. Filistin halkıyla olan dayanışmamız, kardeş bir halka verilen destekten öte, bizim kendi davamız ve mücadelemizdir.
Bu iki halk arasındaki bağ tarihsel, coğrafi ve toplumsal nedenlere dayanıyor. Ürdün (Şeria) nehrinin doğusu ve batısı, tarihsel olarak aynı coğrafya, aynı toplum ve kültürün parçasıdır. Sykes-Picot Anlaşması’ndan (1916) önce de bu birliktelik mevcuttu. İngiliz sömürgeciliğinin bir yandan Siyonist Hareketi destekleyip diğer yandan nehrin doğu yakasında Ürdün Emirliği’ni kurduğu süreçte, bölgedeki toplumsal hareket, Filistin davasını merkezi bir ulusal mesele olarak kabul etti.
1920’lerde ise nehrin doğusundaki aşiretler birlik olup İngiliz sömürgeciliğine ve beraberindeki Siyonist projeye karşı Filistin’de mücadeleye girişti. Kayyid Muflih el-Ubeydat, Ürdün’ün Filistin toprağındaki ilk şehidi olarak tarihe geçti. Bu bağlamda, Ürdün’ün ulusal ve toplumsal hareketlerinin Filistin direnişine verdiği desteğin kökleri oldukça derindir.
Son 75 yılın muhasebesi
Partimizin Filistin davasını temel bir amaç edinmesinin ikinci nedeni ise 1948 ve 1967 yıllarındaki büyük tehcirlerdir. 1948’deki “Büyük Felaket” (Nekbe) ve 1967 savaşının ardından yüz binlerce Filistinli Ürdün’e göç etmek zorunda kaldı. Bu nüfus hareketiyle Ürdün, Filistin diasporasının en yoğun olduğu ülke haline geldi. Tüm bunlar, daha önce bahsettiğim tarihsel, coğrafi ve toplumsal bağlar ışığında, Filistin meselesini Ürdün’de bir iç mesele haline getiriyor. Partimiz de bu gerçeği net bir şekilde ifade eden az sayıdaki siyasi partiden biridir.
7 Ekim’den sonra halk hareketlerinde ve toplumsal dinamiklerde tekrar gördük ki, Ürdün toplumunun Filistin davasına olan bağlılığı halen çok güçlü ve belirgin. Bu durum, Filistin davasının Ürdün nezdinde ne kadar önemli ve öncelikli bir mesele olduğunu yeniden ortaya koydu.
KRONOLOJİ
İsrail-Filistin Sorununun Tarihçesi: 1897'den 2023'e
7 Ekim ve sonrasında Ürdün
Ürdün yönetimi, İsrail’in Filistin’e yönelik saldırıları karşısında nasıl bir tutum sergiliyor? Diaspora toplumu başta olmak üzere, Ürdün’deki siyasi ve toplumsal hareketler Filistin mücadelesini desteklemek için neler yapıyor?
Öncelikle Ürdün’deki toplumsal dayanışmadan bahsedeyim. 7 Ekim sabah erken saatlerde Gazze Şeridi’ndeki olayların duyulmasının hemen ardından, işgal devletinin büyükelçiliğinin bulunduğu yere en yakın meydanlardan Kaluti’ye bir protesto çağrısı yapıldı. Partimiz dahil, Ürdün’deki siyasi güçler, bu çağrıda yer aldı ve aynı gün saat 12’de yoğun katılımla ilk protesto gerçekleştirildi. Bu gösteride en temel talep, büyükelçiliğin kapatılmasıydı.
Büyükelçiliğin kapatılması talebi, 1994 Vadi Araba Anlaşması’nın ardından Ürdün ulusal güçleri tarafından benimsenmiş 30 yıllık bir siyasi taleptir. 7 Ekim’den itibaren bu talep, işgal devletiyle tüm ilişkilerin kesilmesi, yapılan anlaşmaların iptali ve normalleşme süreçlerinin durdurulması ekseninde yeniden şekillendi. Ürdün’deki siyasi hareketler, bu talepler etrafında kenetlenerek yeni bir mücadele hattı belirlediler.
Sol, İslami ve ulusal gruplar, “Ürdün Ulusal Direnişi Destekleme ve Vatanı Koruma Birliği” adı altında bir araya geldi. Bu birlik, Siyonizm’le normalleşmeye karşı hareketin Ürdün’deki en büyük ittifakını oluşturuyor. Kadın hareketleri, öğrenci ve gençlik grupları, yazarlar ve entelektüeller de bu oluşumda yer alıyor.
Daher Kanaani: Filistin mücadelesinde tarihi bir dönüm noktasındayız
“Resmi tutum, halkın taleplerinden uzak”
Birliğin 13 aydır kesintisiz sürdürdüğü, haftalık olarak düzenlenen faaliyet ve eylemler mevcut. Zaman zaman haftanın birkaç gününe yayılan bu protestolar, yoğun katılımla gerçekleşiyor ve Ürdün’ün diğer şehirlerine de yayılmış durumda. Örneğin, Körfez ülkelerinden başlayarak Ürdün üzerinden işgal devletine ulaşan kara hattının kesilmesi amacıyla sınır bölgelerinde düzenlenen eylemler, ulusal çapta geniş yankı uyandıran eylemlerden bazıları oldu.
Tüm bu süreçte normalleşme sürecinin sonlanması, Vadi Araba Anlaşması’nın feshi, gaz anlaşmasının iptali, konuşulan ‘enerji karşılığı su’ anlaşmasının imzalanmaması ve diplomatik ilişkilerin kesilmesi talepleri sürekli ön plana çıkarıldı. Buna karşılık, Ürdün’ün resmi tutumu halkın taleplerinden çok uzak. Üstelik bu talepleri savunan kesimler baskı ve ifade özgürlüğü kısıtlamalarıyla karşılaşıyor. Özellikle öğrenci ve gençlik hareketlerine yönelik baskılar, bu süreçte daha belirgin hale geldi.
Örneğin, birçok öğrenci protestolara katıldıkları veya direnişi destekleyen sloganlar attıkları için soruşturmalara maruz kalıyor; onlarca kişi tutuklanmış durumda. Toplumun çeşitli kesimlerini hedef alan bu saldırılara karşı da mücadeleyi sürdürüyoruz.
“7 Ekim’den bu yana yüzlerce tutuklama yaşandı”
Af Örgütü’nün Ürdün’de ifade özgürlüğüne yönelik kısıtlamaların ve Filistin’e destek eylemlerine yönelik baskıların son bulması çağrısı olmuştu. Gözaltı ve tutuklamalar hakkında elinizde veri var mı?
Ürdün’de bu süreçte yüzlerce tutuklama yaşandı. Daha net ifade etmek gerekirse, bu sayının iki bine yaklaştığı biliniyor. Çoğunluğu birkaç gün gözaltında tutulan eylemcilerden oluşan bu tutuklamalar, kısa süreli gözaltıların yanı sıra, aylardır tutuklu bulunan eylemcileri de kapsıyor. Bunların arasında gençler, öğrenciler ve gazeteciler de var.
Bazı tutuklular hakkında mahkemeler başlamış ve kimileri hapis cezasına çarptırılmış durumda. Örneğin, yoldaşlarımızdan gazeteci Hiba Ebu Taha, işgal devletiyle olan ilişkileri açığa çıkarma çabalarından dolayı bir yıl hapis cezası aldı. Hiba, araştırmacı gazetecilik alanında çalışıyor ve Ürdün ile işgal devleti arasındaki ilişkilerin detaylarını ifşa etmekten dolayı cezalandırıldı.
İsrail’in Gazze ve Batı Şeria’yı ‘Filistinsizleştirme’ planı
Filistin halkı Gazze’de ikinci bir Nekbe ile karşı karşıya. Ürdün yönetimi, zorunlu göçü birkaç kez ‘kırmızı çizgi’ olarak tanımladı. Ancak bir yandan İsrail yanlısı politikalar izleyip diğer yandan İsrail’in temel hedefine karşı çıkmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ürdün yönetimi, zorunlu göç tehlikesinin çok yakın olduğunu görüyor. İşgal devleti, Gazze’den Mısır’a ve Batı Şeria’dan Ürdün’e yönelik zorunlu göç planları yaparken Ürdün makamları da bunun ülke için bir varoluşsal tehdit oluşturduğunu farkında.
Ürdün’ün endişesi yalnızca Batı Şeria’dan milyonların zorla göç ettirilip ülkeye yük olmasından kaynaklanmıyor. Siyonist hareket, Ürdün’ü Filistinliler için alternatif bir vatan olarak tanımlama çabasında; bu bağlamda oluşabilecek göç hareketlerinin, ABD ve Siyonist hareketin Ürdün’de yapısal bir yönetim değişikliği planlarıyla birleşebileceğinden endişe ediliyor. Bu tehdit stratejik olarak hep biliniyordu; ancak artık bu tehdit uzak değil, çok yakın olarak algılanıyor.
"Nehirden denize özgür Filistin"
Biz de Ürdün’ün bu konudaki çıkışlarını olumlu buluyoruz. Benzer bir duruşu Mısır’ın da sergilediğini görüyoruz ve bu beyanları destekliyoruz. Ancak, tehdit karşısında yalnızca sözle yetinmek yeterli değil; Ürdün’ün politikasını kökten değiştirmesi ve direnişi destekleyen bir çizgiye geçmesi gerekiyor.
Bu bağlamda Lübnan’daki direniş hareketi önemli bir örnek oluşturuyor. Lübnan’daki direniş, Hasan Nasrallah’ın hayatını kaybetmesinden önce de devredeydi ancak özellikle son bir ay içinde işgal devletinin zorunlu göç hedefini sürdüremeyeceği gerçeğini ortaya koydu. İşgal devletinin başlattığı bu savaşın devam etmesinin artık imkânsız olduğunu gösterdi ve bu anlamda Lübnan ve Filistin direnişlerinin desteklenmesi, zorunlu göç tehlikesine karşı durmanın temel yolu olarak öne çıkıyor.
TOUFOUL ABOU-HODEIB YAZDI
Gazze Doktrini: İsrail'in yeni vahşet düzeyi Lübnan savaşını tanımlıyor
“Soykırım politikalarına karşı ortak bir duruş şart”
Peki, Ürdün yönetimi neden bu duruşunu değiştiremiyor?
Ürdün halen Vadi Araba Anlaşması’na bağlı kalıyor ve kendini bu anlaşmanın gereklilikleriyle sınırlı görüyor. Ayrıca, 2021 yılında ABD ile yapılan savunma anlaşması, Ürdün’ün bu konuda hareket alanını daha da daraltıyor. Bu anlaşmalar, Ürdün’de birçok ABD üssü kurulmasına neden olurken NATO ile yapılan bir ofis açma anlaşması da Ürdün yönetiminin elini kolunu bağlıyor ve yönetimi halkın talep ettiği yönde hareket etmekten alıkoyan bir düzen oluşturuyor.
Ancak, “Seçeneklerimiz yok” şeklinde bir yaklaşım yerine Ürdün’ün yalnızca kendi başına değil, bölgesel bir işbirliğiyle hareket etmesi gerektiğine inanıyoruz. Mısır’ın ve diğer bölge ülkelerinin de dahil olduğu geniş çaplı bir dayanışma oluşursa bu ancak bir etki yaratabilir. Pazartesi günü 57 Arap ve İslam ülkesinin katılacağı bir zirve düzenlenecek. Eğer bu zirvede ülkeler, işgal devletinin soykırım politikalarına karşı ortak bir duruş sergilerse, bu bile süreci durdurmak için yeterli bir adım olabilir.
57 ülkenin ortak bir tavır alması, her birini bireysel bir yükümlülükten kurtaracak ve ABD ile Siyonist hareket karşısında güçlü bir duruş ortaya koyacaktır. Şimdiye kadar bu ülkeler, ABD ve işgal devleti karşısında sanki başka seçenekleri yokmuş gibi hareket ettiler. Ancak dünya dengeleri değişti. Artık BRICS ve Şanghay İşbirliği Teşkilatı gibi yeni ittifaklar var, kaynaklar ve pazarlar dönüşüm geçiriyor ve yeni seçenekler mevcut. Bu yeni denge ve siyasi konjonktürde, eğer 50’den fazla ülke gerçekten soykırımı durdurmak isterse bunu kolaylıkla ve hızla yapabilir.
BRICS ÜYELİĞİ TARTIŞMASI
BRICS 10 Tam Üye'de kaldı, Türkiye'ye diğer 12 ülkeyle birlikte "Resmi Ortak Üye" statüsü tanıdı
“Trump, İsrail’e desteği sürdürecek”
İsrail’in Gazze Şeridi’ne yönelik saldırıları yaklaşık 400 gündür devam ediyor. Filistin Sağlık Bakanlığı verilerine göre, 7 Ekim 2023’ten bu yana yaklaşık 45 bin kişi hayatını kaybetti. Sizce İsrail saldırılarının kısa ve orta vadede bölgedeki etkileri neler olacak? Bu soruyu iki bağlamda ele almanızı istiyorum: Trump başkanlığındaki yeni ABD yönetimi ve İsrail’de savaş kabinesindeki çatlaklar ile artan toplumsal gerilim.
ABD seçimlerinde Trump’ın seçilmesiyle birlikte bir dönüşüm beklentisi oluşacaktır. Ancak Trump’ın yaklaşımı, Filistin halkının lehine bir politika değişikliği anlamına gelmiyor.
Sonuçta, bu süregiden soykırımda Demokratlar da işgal devletinin suç ortaklığını üstlenmiş durumda; sadece ölü sayısı 45 bini aşmadı, aynı zamanda en az 10 bin Filistinlinin kaybolduğu ve 100 binden fazla kişinin yaralandığı korkunç bir tablo oluştu.
Gazze'de ölüleri saymak: Zor ama gerekli
Eğer ABD, Aksa Tufanı’nın ilk günlerinde işgal devletinin yardımına koşmasaydı, askeri anlamda büyük bir yenilgiyle karşı karşıya kalacaklardı. Direniş güçleri, işgal devletine karşı stratejik üstünlük sağlama noktasına gelmişti, ancak ABD’nin bölgedeki en önemli müttefikini destekleyip savaşı devralması bu tabloyu değiştirdi.
Ocak ayından itibaren Trump da bir yandan bu desteği sürdürecek, diğer yandan ABD’yi bir ‘şirket’ gibi yönetmeye devam edecektir. Bu bağlamda bazı değişimler görmemiz mümkün olsa da devam eden soykırım sürecini durduracak temel gücün direniş olduğunu unutmamak gerekiyor.
“Direniş güçlü bir şekilde devam ediyor”
Şu anda Gazze’nin yanı sıra Lübnan direnişinin de büyük bir yük taşıdığı görülüyor. Direniş hareketleri, işgal devletini yapısal, ekonomik ve siyasal krizlere sürükledikçe, içerideki çatırdamalar derinleşiyor ve günün sonunda Netanyahu hezimeti olarak değerlendirilerek bir çıkış yolu bulmayı tercih edebilirler.
Bugün itibarıyla 13. aydayız ve direniş halen daha güçlü bir şekilde devam ediyor ve yakın bir zamanda son bulacağına dair bir işaret bulunmuyor. Dolayısıyla işgal devleti içerisindeki çelişkilerin gitgide daha da arttığı bir manzarayla da karşı karşıyayız.
Siyasi ve ekonomik kriz, ülke genelinde huzursuzluğu artırırken, askeri cephede de ciddi zorluklar ortaya çıkıyor. Yeterli asker bulmakta zorlanan işgal devleti, savaş deneyimi olmayan askerlerini cepheye sürmek zorunda kalıyor. Yoav Gallant’ın Savunma Bakanlığı görevine son verilmesinden bir süre önce, en az 7000 asker açığının olduğu belirtiliyordu. Ayrıca işgal devleti içinde tersine göç oranları da artıyor, bu da toplumsal yapısında ciddi bir gedik açıyor.
Netanyahu Gallant’ı görevden aldı, protestolar başladı
Diğer yandan Netanyahu, tarihsel Filistin topraklarının kuzeyinde yerleşimcilerin geri dönüşünü sağlamak adına Lübnan’a savaş açarken, bugün işgal altındaki toprakların üçte biri kadar alan doğrudan direnişin ateşi altında ve burada hayat neredeyse durma noktasına gelmiş durumda.
Ayrıca, Gallant’ın yerine işgal devleti tarihinde ilk defa askeri geçmişe sahip olmayan birinin Savunma Bakanlığı’na getirildiğini görüyoruz. Neden? Çünkü Netanyahu, Trump’ın gelmesiyle bir fırsat doğduğunu düşünüyor ve aynı zamanda işgal devletinin askeri güvenlik liderlerinin tavsiyelerine karşın bu savaşı sürdürmek istiyor. Bu durum, Netanyahu’nun savaşı devam ettirme konusundaki ‘kararlılığını’ gösterirken, mevcut krizlerin derinleşip siyasi krizin daha da büyüyebileceğine işaret ediyor.
AKDENİZ ÜZERİNDEN VURDU
Hizbullah'tan İsrail üssüne dron saldırısı: 4 asker öldü, 58 asker yaralandı
“Boykot ve tecrit mücadelesi yükseltilmeli”
Son olarak, Türkiye hükümetinin ve toplumunun Filistin mücadelesine yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’de geniş toplumsal kesimlerin Filistin halkının ve davasının yanında yer aldığına inanıyoruz. Ancak Türkiye resmi makamlarının Filistin’le dayanışma söylemlerine karşın reel durumdaki çelişkilerini de takip ediyoruz. Bugüne kadar Türkiye’nin işgal devletiyle olan ekonomik ve ticari ilişkilerinin büyüklüğü, hatırladığım kadarıyla 6 milyar doları aşmış durumda. Bu durum, Filistin halkının mücadelesini destekleme yönündeki söylemlerle açık bir çelişki oluşturuyor.
7 Ekim sonrasında, Filistin halkıyla ve davasıyla dayanışmanın en etkili yolunun işgal devletine yönelik boykot ve tecrit olduğu daha net görüldü. Toplumsal kesimler için boykot mücadelesi, Siyonist sermaye ile suç ortaklığı yapan şirketlerin hedef alınmasını ve bu yolla ekonomik olarak zarar görmelerini amaçlayan adımları içeriyor.
Filistin Eylem Komitesi: "Limanları kapat, sevkiyatı kes"
Ancak boykotun en etkili biçimi, işgal devletiyle olan ekonomik ve ticari ilişkilerin durdurulmasıdır ve bu tür adımlar yalnızca devlet düzeyinde alınabilir. Türkiye, işgal devletinin önemli bir ekonomik ve ticari ortağı olarak bu boykotu uygulayabilecek bir konumdadır. Hem hammadde ve sanayi ürünleri hem de enerji tedarikçisi olarak öne çıkıyor. Ayrıca Türkiye, karasuları ve limanları üzerinden işgal devletine giden gemilerin geçişine izin vermektedir ki, bunların engellenmesi de devletin kararı doğrultusunda alınabilecek bir önlemdir.
Bir yandan Filistin’le dayanışma söylemleri sıkça dile getirilirken, öte yandan Siyonist varlığı durdurabilecek gücün kullanılmaması önemli bir çelişki oluşturuyor. Aslında bu durumu aşmak için büyük bir çıkış noktasına da ihtiyaç yok.
Bugün, Uluslararası Adalet Divanı’nın Gazze’de soykırıma varan bu sürecin durdurulması için devletlerin önlem alması gerektiğine dair kararları mevcut. Türkiye, uluslararası hukukun da desteğiyle bu ticari ilişkileri kesin ve net bir şekilde durdurabilir. Soykırımı önlemek adına bu tür önlemlerin alınması meşru ve hukukidir.
Gazze: Canlı yayımlanan tarihteki ilk soykırım
(VC)