Kuzey Kıbrıs'ta 28 Temmuz’da yapılan erken genel seçimlerde 50 sandalyeli meclis 46 erkek ve dört kadın vekilden oluştu.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyet (KKTC) Parlamentosu Cumhuriyetçi Türk Partisi – Birleşik Güçler (CTP-BG) Milletvekili Doğuş Derya, milletvekili andının çok eril bir dille yazıldığını ve günümüz koşullarında güncellemesi gerektiğini belirterek kendisinin kaleme aldığı yemin metnini okumuştu.
Seçimden önce Feminist Atölye’nin de “Feministler Meclise” kampanyası ile desteklediği Derya, Kıbrıs parlamentosunun ilk feminist kadın vekili oldu.
Okumayı seçtiği alternatif metinde “Kıbrıs ülkesinde yaşayan her bireyin cinsiyeti veya cinsel yönelimi dolayısıyla ayrımcılığa maruz kalmaması için” çalışacağını vurgulayan Derya’nın yemininin son sözleri ise meclisteki sağcı partilerin tepkisini çekmişti: “Federal bir Kıbrıs kurma ülküsünden vazgeçmeyeceğime insanlık onurum üzerine ant içerim.”
Derya, milletvekili seçilmesi, vicdan sesi olarak nitelediği yemini ve Türkiye’nin Kıbrıs üzerinde kurduğu eril hegemonya üzerine bianet’in sorularını yanıtladı.
Neden parlamentoya girmek istediniz? Meclise girmek için en önemli motivasyonunuz neydi?
Kıbrıslı Türk toplumu 60 yıldan fazla bir süredir milliyetçi ve çatışmacı söylemler etrafında örülen bir hayat yaşamak zorunda kaldı. Son 40 yıldır da bölünmüş bir ülkede, Türkiye dışında kimsenin tanımadığı bir devlet çatısı altında, birçok ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel sorun ile baş ederek varlığını korumaya çalışıyor.
Kıbrıs’ın kuzeyinin uluslararası hukukun dışında ve izole bir yer olarak kalması yapısal birçok sorunu yeniden üretiyor; örneğin, hukukun ve kuralların değil, nepotik ilişkilerin ve siyasi iltimasların hüküm sürdüğü bir siyasi düzen içinde yaşamak zorunda kalıyoruz.
KKTC’nin Türkiye’ye olan ekonomik bağımlılığından kaynaklanan bir vesayet ilişkisi de var ve bu vesayet ilişkisi Kıbrıslı Türk toplumunun içinde yaşadığı süreçler ile ilgili alınan kararların, bazen bu toplumun iradesinin ve ortak kamusal faydasının çok dışında bir yerden alınmasına neden oluyor.
Hukuk ve dünya dışı bir yerde yaşamak, üretim sektöründen eğitime, sağlıktan sivil hak ve özgürlüklere kadar hemen her alanda çok ciddi açmazlar içinde yaşamamıza mahal veriyor.
Doğuş Derya kimdir? |
1978 yılında Lefkoşa’da doğdu. 1999’da İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü'nden mezun oldu. Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde yüksek lisans yaptı. ÜTK başkanlığı ve Kıbrıslı Gençlik Platformu'nun (KGP) kurucu üyeliğini yaptı. Türkiye’de çeşitli kadın örgütlerinde çalıştı, Kıbrıs’ta Feminist Atölye'de (FEMA) aktivist olarak çeşitli faaliyetlerde bulundu. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nda Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Mekanizması'nın (TOCEM) kuruluş çalışmalarını yürüttü. Kıbrıs Üniversitesi Ortadoğu Çalışmaları Bölümü’nde doktora öğrencisidir. Gönyeli Belediyesi Sosyal Aktiviteler Merkezi (Gönyeli SAM) koordinatörü olarak görev yapmaktadır. * Doğuş Derya'nın özgeçmişini Uçan Süpürge'den aldık. |
İşte bu açmazların yarattığı hasardan en çok etkilenen ve çoğu zaman da görünmez kılındığı için “yokmuş” gibi farz edilen sosyal grupların (kadınlar, LGBT bireyler, engelliler) hak ve özgürlüklerini telaffuz edecek bir alan açmak, bu grupların ihtiyaç duyduğu sosyal politikaları geliştirebilmek için parlamentoya girmek istedim.
Kıbrıs'ta bu seçimde meclise dört kadın milletvekili girdi. Siz Kıbrıs parlamentosunda kadın temsiliyetini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Maalesef kadın temsiliyeti oldukça yetersiz. Kıbrıslı Türk toplumu 1960’tan bu yana toplam 16 kadın vekil çıkarabildi ve bu vekillerin sadece 13’ü seçim ile iş başına geldi (KKTC’nin kurulmasından önce cemaat meclisi ve Kıbrıs Türk Federe Devleti kurucu meclisine atanan toplam üç kadın bulunuyor). Bu ne demek? 53 yılda sadece 13 kadın vekil olabildi demek. Sadece bu rakam bile kadınların siyasi karar alma süreçlerindeki eksikliğinin görmezden gelindiğini gösteriyor.
Siyasi partiler, bünyelerinde bulunan kadın örgütlerine, yatırım yapmadığı gibi bu örgütleri oldukça işlevsel bir yerden seçim zamanlarında oy toplayan birimler olarak görüyor. Kadın örgütlerinin toplumsal cinsiyet eksenli hak ve özgürlük politikaları şekillendirmelerine pek fazla alan bırakmamak için parti yöneticisi erkekler ile “uyumlu” ve “itaatkar” ilişkileri olan kadınların göreve gelmesi teşvik ediliyor.
Bu yapılar içerisinde faaliyet gösteren kadınlar da “parti disiplini- kolektif çalışma ilkeleri vb.” adı altında toplumsal cinsiyet eşitliği politikaları üretmek konusunda çekingen ve ürkek davranıyor.
Bugün Kıbrıs’ın kuzeyinde faaliyet gösteren siyasi partilerde temsil edilme koşulları itibarıyla dezavantajlı kesimlerin görünürlüğünü sağlayacak bir geçici özel önlem olan kota tartışması bile henüz olgunlaşmış değil.
Kadınların siyasete müdahil olmasını engelleyen bir başka faktör de paternal yapı. Bu yapı kadınları ailelerinde bulunan erkeklere referanslarla (birinin karısı, kızı, annesi, kız kardeşi olarak) tanımlama eğilimi üretiyor, kadınlar siyasete girdikleri andan itibaren tüm aktiviteleri bu erkeklerin siyasi yükleri ve gölgeleri içerisinde algılanıyor.
Bu durum kadınların kendi konum ve duruşlarını tarif etmekte yaşadıkları önemli bir dezavantaj olarak işlev görüyor. Ayrıca siyasetin yapıldığı mekânlar da kadınların erişiminin pek fazla olmadığı, futbol kulübü, kahvehane, meyhane gibi mekânlar.
Erkeklerin bu mekânlarda kurdukları ilişki ağları ve dil, siyasetin yapılma ve konuşulma biçimlerini belirliyor. Kadınlar bu biçimlerin içine girmekte zorlandığı gibi, kendi siyaset yapma biçim ve dillerini dolaşıma koyduklarında da ciddi bir yalnızlık ile baş etmek zorunda kalıyor. Bu da haliyle kadınların siyasete girmek konusundaki cesaretini çok kırıyor.
2004'te bianet’te yayımlanan “Kıbrıslı Kadın Olmak” başlıklı bir yazınız var. 1974 sonrası Kıbrıs’taki Türk milliyetçiliği ile onun ekseninde örülen eril siyasetten bahsediyorsunuz. Yazıda ayrıca o dönem kadınların meclise girmesini isteyen zihniyetin kadınları özneden çok, kalkınmışlığın ve modernliğin göstergesi olan içi boşaltılmış bir sembol olarak gördüğünü söylüyorsunuz. O zamandan bu yana bu görüş değişti mi?
Milliyetçiliğin en belirgin özelliklerinden bir tanesi “kadınlık” üzerinden kurduğu metaforlar ve semboller aracılığı ile kadınların tahayyül edilen ulus içerisindeki yerini tayin etmesidir. Bu tayin, kadınları tarihsel süreçlerin yaşayan özneleri olarak değil, milliyetçi söylemlerin nesneleri olarak kurar. Örneğin, milliyetçi tahayyülde kadınlar “ulusun anneleri”, “namusu”, “kültür aktarıcıları”, kısacası ulusun geçmişini ve maneviyatını sembolize eden bir yerden telaffuz edilir.
Kadınların toplumsal talepleri hep “(ulusal) kurtuluş” sonrasına havale edilen tali meseleler muamelesi görür. Aslında kadınları bireyler olarak değil de, cinsiyetleri içinden tanımlayan bu bakış açısı, sadece milliyetçiliğe özgü de değildir.
Kadınların yaşadığı sorunların yıllarca “devrim” sonrasına ertelendiğini zaten hep birlikte gördük. Kıbrıs’ta da çok yakın zamana kadar kadınların dile getirdiği sorunlar hep “Kıbrıs Sorunu”nun çözümü sonrasına havale edilirken, 2003-2004 Annan Planı sürecinde, Avrupa Birliği’ne üye olma ihtimali olan “modern” bir Kıbrıs’ın daha çok kadın yüzüne ihtiyaç duyduğu aniden “keşfedildi”. Ama bu keşif hem Annan döneminde, hem de bugün “kadınları vitrine çıkaran, lakin onlara oy vermeyen” nesneleştirici bakış açısında bir değişiklik yapmadı.
Mecliste alternatif bir yemin metni okudunuz. Bunu yaparak vermek istediğiniz mesajı biraz açar mısınız, böyle bir mesaj neden gerekliydi? Aldığınız olumlu ve olumsuz tepkileri nasıl değerlendiriyorsunuz? Asıl olarak da kadınların tepkileri nasıldı; ne gibi destek ve eleştiriler geldi?
Okuduğum yemin, her şeyden önce bir vicdan sesi idi. Yakın geçmişinde savaş ve çatışma olan ülkelere bakın. Bu ülkelerde yaşanan şiddetin önce vicdanın sesini kıstığını görüyoruz. Kendi haklılığını tarif etmek için ötekileştirme ve düşmanlaştırmayı adeta bir refleks gibi ortaya koyan tahakkümcü bakış açıları, kendi meşruiyetini sağlamak için önce vicdanın sesini kısmak zorundadır.
Çünkü vicdanımızın sesi aslında “öteki” olarak konumlandırdığımızın hakikatlerine bakmamızı sağlayan, onu görmemizi sağlayan aralık bir kapı gibidir. Benim yaptığım vicdani yemin de aslında uzun yıllardır içinde yaşadığımız ayrımcı, çatışmacı, milliyetçi, militarist ve erkek egemen kültürü gösteren aralık bir kapı gibi oldu.
Maalesef uzun yıllardır aynı ülkede yaşadığımız Kıbrıslı Rumların, Anadolu kökenli kardeşlerimizin, Kıbrıslı Ermenilerin, Maronitlerin hakikatlerine bakmıyoruz. Bu gruplarla olan farklılıklarımızı bir tehdit gibi algılayıp, farklılıklardan düşmanlık üretiyoruz.
Oysa Kıbrıs ülkesinde yaşayan birçok etnik grubun farklı olduğu kadar, ortak yanları da var. Farklılığımızı ortak iyiye tercüme edecek bir demokrasi kültürüne işaret etmek, vicdanın gereğidir. Böyle bir demokrasi kültürüne, sadece etnik grupların değil, engellilerin, kadınların, eşcinsellerin de ihtiyacı vardır.
Belki de bu ihtiyaçtan olsa gerek, çok farklı toplumsal kesimlerden “vicdani yemin”e destek yağdı. Bu destekte, demokrasi, adalet ve hakkaniyete duyulan özlemin ne kadar derin olduğunu gördüm.
Elbette milliyetçi çevreler de pek hoşnut olmadılar. Genç olmamdan dolayı “düzeni bozan şımarık kız çocuğu” muamelesi yapanlar yanında, kadın olmam vesilesi ile ağza alınmayacak cinsiyetçi küfürlere maruz kaldım.
Bu cinsiyetçi ve milliyetçi saldırılara karşı Kıbrıs’ta faaliyet gösteren feminist örgütler ve lgbt örgütleri tavır aldılar ve “vicdani yemini” desteklediklerini beyan ettiler. Türkiye’den de Kadının İnsan Hakları Yeni Çözümler Derneği, saldırılara dair duydukları kaygıyı ifade eden bir destek bildirisi yayınladı.
Mecliste “Kıbrıs ülkesinde yaşayan her bireyin cinsiyeti veya cinsel yönelimi dolayısıyla ayrımcılığa maruz kalmaması için” çalışacağınıza dair yemin ettiniz. Kıbrıs’ta toplumsal cinsiyet konusunda hassas politika üretmek için ne gibi yöntemler kullanacaksınız? Kıbrıs’ta şu anda değinilmesi gereken en önemli toplumsal cinsiyet sorunları neler?
Kadınların maruz kaldığı şiddeti önleyici yasal ve kurumsal düzenlemeler konusunda çok eksiğimiz var. Belli bir nüfusun üstündeki bölgelerde, o bölgede görev yapan belediyeler ile birlikte Sığınma Evleri ve Rehabilitasyon merkezleri açılması gerekiyor.
Sadece şiddete maruz kalan kişilerin değil, şiddeti uygulayan kişilerin de rehabilite edilip topluma kazandırılması oldukça önemli. Bakanlıklar düzeyinde Cinsiyet Odak Noktalarının açılması gibi Sosyal Hizmetlerin yeniden yapılandırılması da çok gerekli. Irkı, dili, dini, sınıfsal konumu, fiziksel durumu, cinsiyeti ya da cinsel yönelimi dolayısı ile ayrımcılığa maruz kalan kişilerin hukuki servis alabileceği Bilgi Noktalarının hayata geçirilmesi yanında, ayrımcılığı önleyecek yasal çerçevenin de oluşturulmasını önemsiyorum.
Halen yürürlükte olan Ceza Yasası’na göre “erkekler arası eşcinsel ilişki” bir suç olarak tanımlanıyor. İngiliz Koloni döneminden kalma bu Yasa içerisindeki ayrımcı maddelerin kaldırılması gerekiyor. Nefret suçları, taciz, tecavüz, mobbing ve çocuklara yönelik istismarın önlenebilmesi için yeni düzenlemelere ihtiyacımız var. (EK/EKN)