İlk salon : milli sinema
Türkiye'deki azınlıkların ve yabancı uyrukluların egemenliğinde süren film gösterimlerinin halka gitmesiyse, 1897 yılında Galatasaray'daki Sponeck salonunda Sigmund Weinberg tarafından gerçekleştirilir. 1908 yılına kadar seyirci olmanın ötesine geçemeyen Türkler, Cevat Boyer ve Murat beylerin girişimiyle ilk sinema salonlarına kavuşurlar. Şehzadebaşı'nda açılan "Milli Sinema" sinemayı içselleştirmeye yönelik çabaların da başlangıcıdır.
2. Abdülhamit'in 30 yıl süren baskılı rejiminin ardından iktidara gelen İttihat ve Terakki Partisi, Ruslar'ın Osmanlı-Rus savaşı yengilerinin (93 Harbi) anısına diktiği Ayastefanos Anıtı 'nın yıkılmasını 'milli' bir olaya dönüştürür. Zira, Alman Savaş gemileri Goben ve Breslaw'ın (Yavuz ve Midilli) Rusya'yı (Sivastopol ve Odesa) bombalaması, Türkiye'yi fiilen 1. Dünya Savaşı'na sokmuş, 11 Kasım 1914'de savaşa çağrı olan, "Cihad'ı Ekber" halka duyurulmuştur.
İttihat ve Terakki Partisinin milliyetçi yaklaşımla, Rus yenilginin nişanesi olan abideyi yıkmak istemesi, işte bu sosyal çalkantının eseridir. Bir Avusturya şirketi yıkımı filme almak isterse de, Türk'e görevin verilmesi bu yaklaşımın sonucudur. O tarihte yedek subaylığını yapmakta olan Fuat Uzkınay'ın seçilmesi bu nedenle rastlantı değildir. Avusturyalı kameraman Mordo'dan öğrendikleriyle filmi (150 mt.) çeken Uzkınay, böylece, Türkiye'de çekilen ilk filmin, Ayastefanos Anıtı'nın yıkılışının görüntü yönetmeni olur.
Türkler'in salon işletmeciliğinden, film çekmeye geçmeleri için 16 yıl gerekmiştir. Ve, Ayastefanos Anıtı'nın yıkılışının filme alındığı 14 Kasım 1914, resmi tarih yazma hastalığımızın sonucu ve biraz da zorlamayla, Türk Sinemasının kuruluş tarihi olur. İlk Türk filmin (aslında belgesel) çekimiyle ilgili tarihsel bilgileri kanıtlayacak belgeler ne yazık ki bugün bulunmamaktadır.
askeri yapım şirketleri
Savaştan doğan Türk Sinema Tarihinin kilometre taşları başlangıcında doğal olarak askeri niteliklidir. İttihat ve Terakki'nin üç isminden biri olan Enver Paşa, Almanların propaganda ve ajitasyon aracı olarak sinemayı kullanmasından yola çıkarak, Osmanlı Ordusu'nda "Merkez Ordu Sinema Dairesi" kurulmasına önayak olur.
Sigmund Weinberg daire başkanlığına, Fuat Uzkınay' da yardımcılığına getirilir. Türkiye'yi ziyarete gelen imparatorların, devlet adamlarının gezileri, propaganda amaçlı olarak belgelenir. Weinberg'in girişimiyle bu daire, konulu ilk film çalışmasına önayak olur. Benliyan Kumpanyasında gösterilmekte olan "Leblebici Horhor" ve "Himmet Ağanın İzdivacı" adlı iki tiyatro oyunu bu niyetle seçilir. Ancak, "Leblebici Horhor" oyuncularından birinin ölmesi, "Himmet Ağanın İzdivacı" ise Çanakkale Savaşına katılan oyuncuları nedeniyle yarım kalır.
Ordu Sinema Dairesi Başkanlığı'ndan, Romanya'nın İtilaf Devletleri safında savaş katılması nedeniyle alınan Sigmund Weinberg'in yerine Fuat Uzkınay getirilir. Yarım kalan "Himmet Ağanın İzdivacı" savaştan sonra (1918) tamamlanır. Türk sinemasına "Muhsin Ertuğrul Sineması" olarak damgasını vuracak olan "tiyatro ve tiyatrocu" ağırlıklı dönemin ilk örnekleri bu iki film olur.
Öykülü Filmler ve Sansür
Sinemada kurulan ikinci yapım şirketi de yine askeri niteliği olan Müdafaa-i Milliye Cemiyeti'dir. Cemiyetin kurulmasıyla öykülü filmlere el atılır. Sigmund Weinberg'in konulu film denemeleri daha çok, bir tiyatro eserinin kameraya aktarılması olarak görülür. Sedat Simavi'nin yönetmenliğini yaptığı "Pençe" ve "Casus", stüdyo kiralanmasıyla çekim hazırlığı yapılan ilk öykülü filmlerdir.
Mustafa Kemal'in kurtuluş savaşı start'ını verdiği 1919 yılında iki filmle karşılaşırız. "Mürebbiye" ve "Binnaz". Türk Tiyatrosunun kurucuları arasında isme geçen Ahmet Fehim Efendi'nin Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın aynı adlı yapıtından sinemaya uyarladığı "Mürebbiye" nin diğer özelliğiyse, bizi sansürle tanıştırmasıdır.
İşgal altındaki İstanbul'da çekilen ve fettan bir Fransız kadınının evine mürebbiye olarak girdiği bir Türk ailesinin erkeklerini baştan çıkarmasının anlatılması olacak şey değildir. Fransız kadınlarını kötü gösterdiği gerekçesiyle işgal kuvvetlerince sansürlenip yasaklanır. Tıpkı Ayastefanos Anıtı'nın yıkılış filmi gibi, "Mürebbiye"nin de sansürüne ilişkin belge bulunmamaktadır. Ya da Osmanlı arşivleri yeterince incelenmediğinden henüz bulunamamıştır.
Gerçekte sansür uygulamalarına ilişkin ilk belgeler, 2.Abdülhamit dönemine kadar gider. Basına getirilen yasaklamaların resmi belgelere dayandırılmasına karşın, sinema sansürüne ilişkin bir belgeye rastlanmadığını belirten Burçak Evren "Bu yaştan sonra Abdülhamitçi olmak hiç hoşuma gitmiyor ama..." der ve sinema tarihçisi Nijat Özön'ün, "Türk Sinema Tarihi" kitabında sözünü ettiği sansür olayına atıfta bulunur: "O olay bir film gösterimi sırasında çıkan yangındır. Çabucak yanabilen bir özelliğe sahip filmlerin ahşap mekanlarda gösterimini engellemek sansürden çok korumaya yönelik iyi niyetli bir çabadır. Bu çabanın haklılığı da (Sigmund Weinberg) bir film gösterimi sırasında, konakla birlikte çevresindeki evleri de yakmasıyla ortaya çıkar. Evlerde ve konaklarda film gösterimi yasaklanır" der.
Muhsin Ertuğrul dönemi
Oyuncu ve yönetmen olarak Almanya'dan dönen Muhsin Ertuğrul'un katılımıyla ilk özel yapımevi olan Kemal Film kurulur. Hem Muhsin Ertuğrul'un sonraki yıllarda yapacakları, hem de sinemaya sermaye aktarımı adına, Türk sinemasında yeni bir dönem başlamıştır.
Türk sinemasına oyuncu ve yönetmen olarak damgasını vuran ve 'tek adam' oluşuyla eleştirilen Muhsin Ertuğrul'in sinemasını inceleyen Prof. Dr. Alim Şerif Onaran'a göre, "...tiyatromsu bir anlayışla da olsa, sinema eseri sayılabilecek ilk eserleri ortaya koymuş, Türk sinema seyircisini yaratmış ve sinema çalışmalarını düzene sokabilmiş bir yönetmen" dir.
Bu özel şirket adına İstanbul'da Bir Facia-i Aşk (Şişli Güzeli Mediha Hanımın Facia-i Katli) ve Boğaziçi Esrarı (Nur Baba)filmlerini çeker Muhsin Ertuğrul. Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun romanından sinemaya uyarladığı Nur Baba'nın çekimleri sırasında Bektaşiler film setini basarlar, olaylar çıkar.
Türk kadınları sinemada
Kurtuluş Savaşı artık sosyal, siyasal ve ekonomik alanda verilmeye başlanmıştır. Bu rüzgarla art arda üç film çeken Muhsin Ertuğrul'un Halide Edip Adıvar'dan uyarladığı "Ateşten Gömlek" Kurtuluş Savaşı'nı konu alan ilk filmdir. İlk kez Türk kadınlarının rol aldığı "Ateşten Gömlek"in, Türk sinemasındaki yeri bu nedenle ayrıcalıklıdır. Cumhuriyetin ilanı ve Müslüman Türk kadınlarına çalışma özgürlüğünün tanınması, Bedia Muvahhit ve Neyyire Neyir'li dönemi başlatır.
Öncü bir takım girişimlerine karşın, 1922 yılı, 1950'li yıllara değin 30'a yakın film çeken Muhsin Ertuğrul'un, tek adam olarak Türk sinemasında kurduğu egemenliğin başlangıç yılıdır.
Cumhuriyet'te sansür
Kurtuluş Savaşı kazanılmış, yeni devletin kurumları oturtulmaya başlanmıştır. Cumhuriyetle birlikte sosyal,siyasal ve ekonomik yaşamı düzenleyen devrimlerle devlet bürokratikleşmeye başlarken, demokratik rejime(!) ilk gölge, 1923'te İzmir'de toplanan 1. İktisat Kongresi'nde (7 Şubat) düşer. Kongreye katılan bazı üyeler, ahlaka aykırı filmlere sansürün uygulanması gerektiğini belirtirler. Gerçi, 1932 yılına kadar merkezi bir sansür kurulu kurulmazsa da, her film gösterime girmeden önce mahalli polis tarafından izlenir.
İlk merkezi "sansür kurulu" 1932 yılında devreye girer. Valilerde olan yetki, İçişleri Bakanlığına bağlanır. İlk kurul, Genel Kurmay, Milli Savunma ve İçişleri Bakanlığı temsilcilerinden oluşur. "Altın makas" bu dönemde harekete geçer ve filmlerin uygun görülmeyen yerleri kesildikten sonra gösterimine izin verilir.
İki yıl sonra çıkartılan "Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu'"film senaryolarına ve film çekimlerine karışma hakkı tanır. 1939 yılında çıkan bir tüzükle de sansür, en son katı halini alır. Herhangi bir dinin veya devletlerin siyasi propagandasını yapan, ideolojik propaganda amaçlı filmlerle, suça teşvik eden, genel ahlaka aykırı ve askerliği kötüleyen filmler yasaklanır.
Yeşilçam: Akad ve Erksan
"Yeşilçam" adı verilen sinemacılar kuşağının ortaya çıkması, çok partili dönemle başlar. 1949 yılında Ö. Lütfi Akad'ın "Vurun Kahpeye" adlı filmi, savaş sonrasının ve çok partili yaşama geçişin sembollerinden sayılır. Sansür Heyeti'nin büyük beğenisini kazanan film, tutucu çevrelerin tepkisini çekince üç kez sansürlenerek gösterime girebilir.
Sinemamızın Muhsin Ertuğrul'un etkisi altındaki tiyatrocu anlayıştan kurtulması, sinema dilinin arandığı film çalışmalarının başlaması 1950'li yıllarda başlar. Bir yandan Fransız sinemasının "Şiirsel Gerçekçilik" akımından, diğer yandan Amerikan yapımı "Kara Filmler"den etkilenen Ö. Lütfü Akad, özgün senaryoyla yola çıktığı "Kanun Namına" ile kendi üslubunun da temellerini atar. Metin Erksan ise Aşık Veysel'in yaşamını anlattığı ,"Karanlık Dünya"yla ilk gerçekçi köy denemesini yapar ve sansürün kıskacı ile karşılaşır.
Geçiş dönemi biter
Türk sinemasında geçiş dönemi biter, yerini gerçek sinemacılar dönemi alır. Bu dönemde sinema; yalnızca sorunları değil, güzellikleri de ortaya serer, salon tipi filmlerle de halkı eğlendirmeye çalışır. Ayrıca tiyatro oyuncularının tekeli de yavaş yavaş kırılmaya başlanır. Yıldız Dergisi'nin açtığı bir yarışma, alaylı oyuncuların sinemaya girişinin ilk adımı olur. Ayhan Işık ve Belgin Doruk yarışmasıyla sinemaya girenlere ilk örnektir.. Lütfi Ö. Akad ise özgün bir yaşam öyküsüne dayanan "Kanun Namına" ile, kendisini devleştiren bir yapıma imza atarken, Ayhan Işık'a ise Türk sinemasının "ilk erkek starı" olur
Genç sinemacılar karşısında bir süre köşesine çekilen Muhsin Ertuğrul, 1953 yılında "Halıcı Kız"la seyircinin karşısına çıksa da hayal kırıklığı yaratır. İlk renkli film olarak sinema tarihine giren "Halıcı Kız"dan önce, Ali Ipar'ın renkli çektiği "Salgın" filmiyse ne yazık ki gösterime geç girmesi nedeniyle bu ünvanı elde edemez.
Altın Çocuk ve Kare As'lar dönemi
Ancak, 1960'larda başlayan politikleşme, Türk sinemasını olumsuz yönde etkiler. "Her eve bir zengin" sloganını destur edinen DP iktidarı, sinemayı suya sabuna dokunmayan öykülere yönlendirir. Konfeksiyon işi (işletmecilerin talebi doğrultusunda)gelişen sinemamızda; aynı senaryolar bazen aynı yönetmenle, farklı oyuncularla, bazen de farklı yönetmen eliyle, aynı oyuncularla çekilmeye başlanır. Yılda 200'e yakın filmin çekildiği bu dönemde, niteliksiz filmler enflasyonu patlak verir.
"Altın Çocuk" Gökhan Arsoy ve Belgin Doruk bu dönemde, Türk sinemasının ilk "çifti" olarak ortaya çıkar. Türk sinemasının "kare as"ları Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Filiz Akın ve Fatma Girik 1960'lı yıllardan günümüze gelen rüya işçileridir.
Sinemanın "yıldız" kaynağı olan Yıldız Dergisi'nin bıraktığı boşluk yine bu yıllarda "Ses Dergisi" ile doldurulur. O derginin açtığı yarışmadan sinemaya giren isimler, Kent çikletlerinin içinden çıkarak, koca bir albüm oluşturur.
27 Mayıs 1960
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin 27 Mayıs 1960'da yönetime el koymasının izleri Türk sinemasında çok geçmeden görülmeye başlanır. Bu dönemde ortaya çıkan düşünce hareketinin adı: Toplumsal Gerçekçilik'tir. Ve bu sinemasal hareket, ilk kez Metin Erksan'la doğar. Köy gerçeklerini anlatan "Susuz Yaz" (1964) filmi, Berlin Film Festivali'nde kazandığı ödülle de Türk sinemasının uluslararası platformdaki ilk başarısıdır. 60'lar sonuna ve 70'ler başına doğru sinemamızın en önemli yönetmenleri Ö. Lütfi Akad'ın belgesel tadındaki Gelin-Düğün-Diyet üçlemesi ve belki de ilk "auteur"ümüz Metin Erksan'ın sosyalist-gerçekçi edebiyattan beslenen "Susuz Yaz", "Yılanların Öcü" gibi filmleri bu döneme damgalarını vurur.
Yaz"la gelen uluslararası başarı, Halit Refiğ, Ertem Göreç, Duygu Sağıroğlu, Nevzat Pesen ve Memduh Ün gibi yönetmenlerin toplumsal gerçekliğe eğilmesine yolaçar ve Türk sinemasında da canlanma başlar.
Televizyon ve video salgını
Televizyonun Türkiye'ye girmesiyle, zaten sanayileşememiş olan sinemada büyük bunalım baş gösterir. 1970'lerdeki televizyona, 80'li yıllarda da videonun etkisi eklenince, izleyici hepten sinemadan uzaklaşır. Birçok sinema salonu kapanır ve Türk sineması ciddi bir finansman sorunu ile karşı karşıya kalır. Kurtuluşu seks avantür çekmekte bulan bazı yapımcılar, bu dönemde seyircisini Hollywood filmlerine kaptırır.
Günümüzde de yoğun bir şekilde süren Hollywood'un etkisine rağmen toplumun sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel yapı taşlarını oynatan; bir arayışın, özeleştirinin filmleriyle sinema özellikle genç kuşağa ulaşır. Türk-Yabancı ortak yapımların, Kültür Bakanlığının ve de Avrupa Sineması Destekleme Fonu Eurimages'in desteğiyle, Türk filmleri büyük sinemalarda gösterilmeye başlanır ve seyirci sayısında da gözle görülür bir artış gözlenir.
Genç yönetmenler kuşağı
70'li, 80'li yıllar "Yeşilcam" kuşağının yerini alan "Genç Sinemacılar"ın altın çağıdır aynı zamanda. Bu dönemde iyice politize olan, seks avantürlerle dejenere olan sinemaya giren, Yılmaz Güney'in izini süren, sinema kariyerlerine sosyalist-gerçekçi filmler yaparak başlayan ya da kendi sinemalarını yapmaya çalışan Süreyya Duru, Zeki Ökten, Şerif Gören, Fevzi Tuna, Ömer Kavur, Korhan Yurtsever ve Ali özgentürk gibi yönetmenler çıkar. Yurtiçinde ve yurtdışında beğeniyle izlenen filmler üreten bu gençler, bugün olgunluk dönemlerini yaşarken, kişisel sinemalarını yapan Derviş Zaim, Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan, Serdar Akar, Reha Erdem gibi gençlerin de önlerini açarlar.
Sinema-devlet değil sansür ilişkisi
Buraya kadar anlattıklarımızdan da anlaşılacağı üzere sinemanın devletle uzlaşması, her daim varolan sansürcü zihniyet nedeniyle olası değildir. Sansürün kaldırılması için 1963'te teklif veren TİP (Türkiye İşçi Partisi), sansürün Anayasaya aykırı olduğunu söyler. Anayasa Mahkemesine başvurarak sansürün sanat özgürlüğüne aykırı olduğunu savunur. Eğer sinema eseri vasıtasıyla suç işlenirse bunu, yargı karara bağlar mantığı ile Anayasa Mahkemesi'ne başvuran TİP'in başvurusu mahkemece reddedilir.
Berlin'de "Altın Ayı" ödülünü alan "Susuz Yaz" filmi, Türk Sinema Tarihine bir de sansürle damgasını basar. Türkiye'yi küçük düşürdüğü gerekçesiyle festivale gönderilmek istenmeyen film, gizlice yurtdışına gönderilir, ancak yurda dönüşünde büyük bir kutlamayla karşılanır. Kültür Bakanlığı, sanki o yasakçı zihniyetin temsilcisi değilmiş gibi bir de oyuncuları ödüllendirir.
1966 yılında, Danıştay'ın "müstehcen" bularak yasakladığı Alp Zeki Heper'in "Soluk Gecenin Aşk Hikayeleri" filmi, ayni sansürcü zihniyetin bir sonucudur.
Aynı dönemde, Halit Refiğ'in çektiği "Gurbet Kuşları" filminde Sevda Ferdağ'ın çıplak göğsü sansür kuruluna takılmaz. Üstüne üstlük daha dünya sinemasında çıplak göğüslü sahnelere hiç rastlanmaz. Sansür Kurulu'nun bu geniş tutumuna(!) nasıl anlam vermek gerekir?
Sinema-Devlet ilişkisi hep sansürle süredursun, "kraldan daha kralcı" bir başka zihniyette yurda giren yabancı filmler üzerindeki denetimlerini, o ülkeleri "sözde" gözetmeyi iş edinerek sürdürür. Fransa devletini küçük düşürücü vs." gibi gerekçelerle bir çok yabancı film de makaslanır.
Buna en son örnek Yargıtay'ca aklanan 1992 yapımı "Temel İçgüdü" filmidir. Ankara Cumhuriyet Savcısı, filmdeki sevişme sahnelerinden tahrik olur ve filmin kopyalarını 5. haftasında toplatmaya karar verir.
İşin komik yanı Kültür Bakanlığının "evet" dediği filme, Adalet Bakanlığı "hayır" diyordu. Yasama ve yürütme devlet katındaki 'birbirlerinin işlerine karışmama' prosedürünü çiğniyor ve tam bir skandal doğuyordu. Uzun süre gündemden düşmeyen bu yasaklama, Yargıtay'ın verdiği "prosedüre uygundur" kararıyla sonuçlanır.
Yılmaz Güney'in "Umut" filmi, 68 Kuşağının özgürlükçü rüzgar estirdiği bir dönemde sansüre takılır. Uzun yıllar Yılmaz Güney'e ve filmlerine uygulanan yasaklama 1971 yılında "Umut"un şartlı oynatılmasıyla kırılır.
Solun alabildiğine özgürlük istemesine karşın, sağ iktidarlar hep yasaklamalardan yana görünür. Nitekim 12 Mart'ı takip eden 1975 yılında iktidara gelen "Milliyetçi Cephe" hükümeti döneminde sansür iyice ağırlaştırılır.
Öyle ki 1979 yılında "Kara Kafa" filmini çeken Korhan Yurtsever Türkiye'yi terkeder. Aynı yıl Ömer Kavur'un "Yusuf İle Kenan", Yavuz Pağda'nın "Yolcular", Yavuz Özkan'ın "Demiryol" filmleri sansürlendiğinden Antalya Film Festivali yapılamaz. O dönemde iktidarda, ne yazık ki, Sosyal Demokrat'lar vardı. Acaba solun özgürlükçü olduğu düşüncemizden vaz mı geçelim?
27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül nasıl Türk siyasi tarihinde milat kabul edilirse, Türk sinema tarihinde de darbelerin ayrı bir yeri vardır. İlk dönemin sinema dili arayışları hariç (Lütfü Akad, Metin Erksan vb gibi isimler) sinemamızın başı hep devletle derttedir.
Nitekim 12 Eylül'le de sansür "yasa"laşır ve 82 Anayasası'nda anlamını bulur. Bu dönem Yılmaz Güney'in "Yol" filminin Costa Kavras'ın "Missing"yle Cannes'da "Altın Palmiye ödülünü paylaşması üzerine, Yılmaz Güney'in 104 filmi toplanarak imha edilir.
Bırakın filmlerini resmini, posterlerini satmak, adını anmak bile yasaklanır. Bu dönem tarihin geriye doğru da işletilebileceğinin örnekleriyle doludur. Ali Özgentürk 1974 yılında çektiği "Yasak" filminden ötürü tutuklanır.
Şerif Gören'in, Metin Erksan'dan 23 yıl sonra tekrar çektiği "Yılanların Öcü" filmi yasaklananlar arasındadır. TRT adına Halit Refiğ'in çektiği Kemal Tahir uyarlaması "Yorgun Savaşçı"nın başına gelen ise sinema tarihinde hiç bir filmin aşına gelmez. Film yakılır. Bir kopyasının MİT'çe saklandığı iddia edilse de bugüne kadar ortaya çıkartılmaz. Atıf Yılmaz'ın "Mine" ve "Değirmen", Halit Refiğ'in "Teyzem" filmleri de sansürden nasibini alan filmlerdir.
Sansürde son durum
1986 yılında çıkarılan bir yasayla, film denetimi İçişleri Bakanlığı'ndan alınıp, Kültür ve Turizm Bakanlığı'na devredilir. Ayrıca ön denetim zorunluluğu kaldırılır. Ancak, Yeni yasanın, denetimi yerel yönetimlere bırakması daha vahim sonuçlar doğurur. Ali Özgentürk'ün "Yasak", "At" filmlerinden sonra bu kez "Su da Yanar" filmi, bir çok ilde, valilerce yasaklanır.
1990 yıllarında özel televizyonculuğun yayına başlamasıyla birlikte, değişim rüzgarları esmeye başlar. Türkiye'deki cezaevi koşullarının kötülüğünü anlatan, "Gece Yarısı Ekspresi" defalarca gösterilir. Yusuf Kurçenli'nin işkence sahneleriyle dolu "Karartma Geceleri" filmi bakanlık talimatıyla festivallere katılır.
Türk sinemasının nitelik yönünden en başarılı dönem bu dönemdir. Üniversiteler sinema eğitimi vermeye başlamış, alaylılıktan, okulluluğa doğru bu yöneliş; bilinçli yönetmen, oyuncu ve teknik kadroların kendi sinema dillerine gidişin de habercisi olur.
Dini ve etnik filmler
Hitler'in propaganda ve ajitasyon aracı olarak kullandığı sinemanın gücü, dini kesimlerin de ilgisini çeker. Sürekli dini yaşam biçimlerini uygulayamadıklarını ileri süren bu kesim, Yücel Çakmaklı, Mesut Uçakan, İsmail Güneş ve Mehmet Tanrısever gibi yönetmenlerle sinemada seslerini yükseltmeye başlar ve "İslamcı Sinema" diye bir tarz oluştururlar. "Minyeli Abdullah" bunun ilk örneği olurken, Ümit Elçi, Kürt yazar Ahmede Hani'nin kaleme aldığı ünlü Kürt masalı "Mem-u Zin"i sinemalaştırır.
Konuşulamayanlar ve yazılamayanlar sinemanın anlatım gücüyle görselleşirken, hiç bir yasakçı zihniyetin; sanatın ve yaşamın devinimlerinin önüne set çekemeyeceği gerçeği gözler önüne serilir.
Bilgide küreselleşmenin ilk adımını belki matbaayı bularak Gutenberg atmıştır ama, bilgiyi görsel gerçekliğine taşımayı sinema başarır.
Gözün yanılmasa gerçekliğinden yola çıkılarak fotoğrafın bulunması sinemaya giden adımların ilkidir. Kara kutuya hapsedilen görüntünün hareket kazanması, renklenmesi, ete kemiğe bürünmesi ise sanal bir devrimdir. Yansıma ve yanılmasa üzerine kurulu sinemanın sanal gerçekliği, 1891'ten bugüne kadar kullanmasını bilenler için büyük bir silahtır. Ömer Kavur, "sinema bir yalan söyleme, abartı sanatıdır" derken aslında bu gerçeğin altını çizmektedir. (AD/EK)
Kaynakça
1) Muhsin Ertuğrul Sineması-Prof. Dr. Alim Şerif Onaran, Kültür Bakanlığı Yayınları-1981 sy:20
2) Nijat Özön- Fuat Uzkınay, İstanbul, 1970.
3) Agah Özgüç- Türk Filmleri Sözlüğü-1.CİLT, Sesam Yayınları sy.4
4) Türk Sinemasında Sansür,Kitle Yayıncılık,2000
5) Burcak Evren-Türk Sinemasında Yeni Konumlar,Broy Yayınları,1990
6) Agah Özgüç- Türk Sinemasında Sansür Dosyası,Koza Yayınları,1976
7) Giovanni Scognamillo- Türk Sinema Tarihi, 1-2. CİLT,Metis Yayınları,1988
8) Nijat Özön, Türk Sinema Tarihi, Bilgi Yayınları