Doç. Dr. Osman Elbek, 12 yıl süren akademik yaşamının yarısını Antep, diğer yarısını Aydın’da geçirdi.
Elbek Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesinden 1993’de mezun alan, göğüs hastalıkları uzmanlık eğitimini 2000’de Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı’nda tamamladı. Hekimlik yaşamı boyunca Türkiye’nin farklı illerinde birinci, ikinci ve üçüncü basamak sağlık birimlerinde çalıştı.
2004’te yardımcı doçent ve 2012’de doçent unvanını aldı. Yeni akademik yıla girerken akademisyenlerle üniversiteye başlayacak öğrencilerin eğitim durumuyla ilgili yaptığımız söyleşi dizisi için bianet’in sorularını yanıtladı. Elbek yıllar içindeki değişimi anlattığı gibi farklı illerde görev yapmanın avantajıyla bölgeler arasındaki farklılaşmaya da değindi.
Son yıllardaki öğrenci profilinde geçmiş yıllara göre değişim gözlemliyor musunuz?
İster mezuniyet öncesi ister mezuniyet sonrası tıp eğitimi alanında eğitim gören öğrenci ve asistanların "hedefe yönelik" davranmaya başlamış olması fark ettiğim en büyük değişimdir. Öte yandan "hedefe yönelik" kavramını olumlu / olumsuz bir tınıyla kullanmıyorum. Çünkü burada "hedef"in kendisi çok önemli.
Acı ama mevcut ortam nedeniyle tıp fakültesindeki öğrenciler hem de okulu bitirmelerine 3-4 yıl öncesinden itibaren "Tıpta Uzmanlık Sınavı"nı, uzmanlık eğitimindeki asistanlar ise "gündelik pratiği" hedef olarak seçmişlerdir. Sağlığa, hastalığa ve hastaya dair her konu bu "hedef"lerden bakılarak ele alınmakta. Bu bağlamda uzmanlık sınavında ya da gündelik pratiğinde "işe yaramayacağı" düşünülen konuları hayati önemi olsa bile öğrenmeme tutumu içerisindeler. Kuşkusuz her şeyin "işe yarama" noktasında çıkarcı bir bakış açısıyla ele alınması yüzeysel ve sığ bir bilgi birikimine neden olmakta.
Kanaatimce tıp fakültelerinin uzun ama oldukça uzun bir süredir hekim yetiştirmek yerine, doktor mezun ettiğini söylemek gerekli.
Eğitim gören kişilerin düşünce yapılarında bir fark var mı? Araştırma eğilimleri var mı?
Kuşkusuz herkes gibi öğrenci ve asistanlar da çağın "hız" ve "çıkar" eksenli fırtınasından nasibini almakta. Açık konuşalım ki bu "fırtına"da araştırma yapmak hiç cazip değil. Çünkü tıp fakültelerinde araştırma yapmak "para kazandıran" bir konu değil...
Eğitim veren kurumlarda dahi uygulamaya konulan performans sistemi bırakın öğrenci ve asistanları onların hocaları olan bilim insanlarını dahi hemen tümüyle kuruma kazandırdığı para ile ölçmekte. Öğrenci ve asistanlar, araştırma yapan ve derslerini nitelikli ve dahası güncel bilgilerle anlatan hocalarının "yeterince" para kazandırmadığı için değersizleştiğini, aksine derse girmese ve hiç araştırma yapmasa dahi çok hasta bakıp "yeterince" para kazandıran hocaların ise parlatılıp yıldızlaştırıldığını görmekte ve çok doğal olarak bu değer sistemine göre kendisinin pozisyonunu ayarlamaktalar.
Çok acı ama öğrenciler, çok para getiren ve hasta - hasta yakını ile teması çok az olan alanlarda uzmanlık yapmak istiyorlar. Özellikle son yıllarda sağlık alanında yaşanan şiddet olayları ve malpraktis davaları hasta ve hasta yakınları ile teması çok olmayan uzmanlık alanlarını çok cazip kıldı. Özetle Sağlıkta Dönüşüm Programı ile eğitim kurumlarının liberalize edilmesi zaten çok sorunlu olan araştırma isteğini tümüyle harap etti.
Öğrencilerin eleştirel düşünme becerileri nasıl?
Üniversite öğrencilerinin en önemli sorunu karşılaştıkları üniversitelerin "uzatmalı lise" gibi olması: Oysa varoluşu gereği akademi, aslında "Agora"nın baskısından olabildiğince uzakta düşünmeyi ve her sorunu tartışmayı hedeflemelidir. Ama gerçekçi olalım Türkiye akademisi hiçbir zaman böyle olmadı: kifayetsiz akademisyenler ve "müesses nizam" her zaman üniversiteye bir sınır çizdi. Son yıllarda bu sınır iyice daraldı ve akademi "meleklerin cinsiyeti"ni tartışma noktasına kadar geriledi.
Hal böyle olunca zaten adına "Talim Terbiye" denilen bir bakanlığın müfredatında on yılı aşkın düşünmemesi, sorgulamaması ve zinhar soru sormaması öğretilen öğrencilerde eleştirel düşünme becerisi nasıl gelişsin ki? Öte yandan üniversite gerçekten "ezber bozabilen" bir yer olabilseydi bile gençlik çağına kadar talim ve terbiye edilmiş bu öğrencilerin düşünebilmesini sağlaması çok zor olacaktı.
Son olarak Türkiye'nin farklı iki bölgesinde akademisyenlik yapmış birisi olarak coğrafi farklılıkların da çok önemli olduğunu deneyimledim. Gerçekten de Türkiye'nin pek çok yeri düşünsel anlamda "taşra" olsa da metropol olmayan yani gündelik yaşamda pek çok farklılığın ve sapkınlığın olmadığı bir yerde sürdürülen üniversite eğitimi "Agora"nın üniversite üzerindeki tahakkümünü çok ağırlaştırıyor.
Bilgi donanımları ne düzeyde?
Tıp alanında küresel düzeyde gelişen hegemonyanın etkisiyle şekillenen "rehber"ler, sanal ortamda "malumat"a erişim olanaklarının artması ve özellikle uzmanlık eğitiminde uzmanlık derneklerinin büyük rol alıyor olması nedeniyle hem doktor hem uzman doktor adayları bilgi düzeyinde belirli bir standardı tutturan eğitim alıyorlar. Öte yandan kalabalıklaşan sınıflar ve kliniklerde ilgisizleşen hocalar sayesinde beceri ve tutum düzeyinde ciddi bir sorun yaşanmakta. Birkaç yıl önce bir tıp fakültesini birincilikle bitiren bir öğrencinin "annemi ve babamı kendi dönemimden bir arkadaşıma emanet etmem" demesi hakikati yalansız biçimde ortaya koyan bir çığlık değil mi?
Başarı düzeyleri değişti mi?
Zor soru, çünkü "başarı"nın nedir? Tıpta uzmanlık sınavını kazanmak mıdır, yoksa toplumun sağlıklı yaşaması için gerekli koşulları ve bu çerçevede kendisinin bireysel ve mesleki sorumluluklarını içselleştirmek mi? Hastanın damarına, ciğerine, midesine, hasılı kelam uygun bir deliğine uygun bir cihazı sorunsuz bir şekilde sokmak mı, yoksa o hastayı bütünsel olarak kavrayıp yapacağı müdahalenin o insan üzerindeki anlamını düşünmek mi? Soruların ilk bölümünün yanıtı "oldukça başarılı"dır, ikinci bölümler için aynı başarıdan söz etmem olanaklı değil.
Öğrencilerin kendilerini ifade edişlerinde bir değişiklik gözlemlediniz mi?
Evet, bu konuda geçmişe kıyasla çok iyi durumdalar. Gerçekten de eski dönemlere kıyasla birbirlerini daha iyi anlamaya çalışıyorlar. Dahası ağabey ve ablalarına inat aralarındaki farklılıklara daha çok tahammül ediyorlar. Ve yine benzer biçimde dünün kuşaklarına kıyasla çok daha iyi ve net biçimde kendilerini ifade ediyorlar.
Öte yandan son yıllarda sınıf içerisindeki farklı grupların birbirleriyle temas kapasitelerinde bir azalma olduğunu ve yer yer hiç temas etmeyecek biçimde bölündüklerini gözlemledim. Çok açık ki siyasetin sert rüzgarları 80 öncesi dönemdeki gibi olmasa da farklılıkları son birkaç yılda birbirlerinden hızla uzaklaştırmaya başladı. Ne acı ki üniversite ortamı bu uzaklaşmayı azaltabilecek adımlar atmak yerine siyasetin karşısında "hazırol" pozisyonuna girdiği için aksine derinleştirdi.
Son olarak tıp fakültesi eğitimi ilerledikçe öğrencilerin soru sorma ve özellikle kliniklerde "hoca"larının karşısında görüş beyan etme alışkanlıklarının kayda değer biçimde azaldığını gözlemledim. Garip ama üniversite öğrencilere soru sordurması gereken bir yer olması gerekirken, var olan az sayıdaki soruyu da susturan bir yer olmuş durumda. Kuşkusuz bu tablonun oluşmasında tıp eğitiminin ataerkil ve militarist yapısı doğrudan belirleyici.
Tüm bunlar eğitim sisteminde nereye oturuyor?
Bugün itibariyle tıp fakültesi eğitim sistemi araştırmayan, sorgulamayan ancak "hedef" olarak tanımlanan pozisyona her ne yolla olursa olsun ulaşmayı mubah sayan bir "eğitim" ortamına karşılık gelmekte.
Bununla birlikte mevcut sistemin değişmesi öncelikle üniversite kavramının değişmesine bağlı. Ancak bu kavramın değişmesi sadece siyasetin ve devlet aygıtının bugünkü despotik tutumunun değişmesi ile olanaklı değil. Çünkü var olan tablonun oluşmasında siyaset kadar akademi ve akademisyenin de belirleyiciliği var. Gerçekten de akademisyenlerin büyük kısmı kendisine idare tarafından daha büyük bir oda verilmesi, bilgisayar tahsis edilmesi ya da küçük bile olsa bir idari görev verilmesi gibi küçük çıkarlar için iliksiz cübbelerini çoktan düğmelemiş ve siyasette, üniversitede, fakültede, kürsüde kim egemense onun karşısında eğilmiş durumdalar.
Öğrenci ve araştırma görevlileri, asistanlar ise eğilmekten omurgası kırılmış bu akademisyenin kendi egosunu tatmin ettiği yegane kişiler konumundalar. Hal böyleyse kanaatimce yanıt bulmamız gereken temel soru şudur: Öğrencilerimizi nasıl kurtaracağız bu akademi ve akademisyenlerin elinden? (HK)
AKADEMİSYENLER TEMEL EĞİTİMİ DEĞERLENDİRİYOR
* Doç. Dr. İnci Özkan-Kerestecioğlu: Gençlerin Hayalleri, Ütopyaları Yok
* Yrd. Doç. Görkem Doğan: Düşük Vasıflı İşgücü Yetiştiren Bir Eğitim Dayatılıyor
* Yrd. Doç. Dr. Nurşen Gürboğa: Öğrenciler Üniversiteye İdeolojik Bagajları Yüklü Geliyor