Diken, "Ancak böylesine Diyarbakırlılığı içine sindirebilen bu kentin tanıklığını dillendirebilirdi. Buna da hakkım olsun diye düşünüyorum," diyor.
Biz de ona kitabı, Diyarbakırlılığı ve Şeyhmus Diken'i sorduk, işte yanıtları.
Son kitabınız (Sırrını Surlarına Fısıldayan Şehir: Diyarbakır ) daha çok doğulu şair ve fotoğraf sanatçılarının ürünleriyle beslenmiş. Özel bir nedeni var mı?
Mutlaka var. Anlatmaya çalıştığınız şehir, binlerce yıldan bu yana süregelen acıların, yoksulluklar ve yoksunlukları yaşayarak gelmiş bir şehirse: üstüne üstlük kadim bir şehirse, ve de kendisiyle yaşdaş batısındaki Efes, Truva ve Fasilis ile doğusundaki Babil ve Ninova şehirleri tarih sahnesinden silinmiş ama kendisi dimdik ve olanca haşmetiyle ayaktaysa - belki biraz yaralı - o zaman böyle bir kente yani Diyarbakır'a dair bir şeyler yazan, söyleyen, resmedenler sizi doğal olarak ilgilendirir. Ve onlardan da beslenir, gıdanızı alırsınız tabii ki...
Ama bu beslenme rejimi öyle sanıldığı kadar ileri boyutlarda da değil. Aslolan kenti iliklerine kadar yaşıyor olmaktır. Belki anlatımınızı güçlendirmek için destek kıtaları da diyebilirsiniz buna. Ve bu kaygıyı benim coğrafyamdan çıkan aydınlar ve sanatçılar daha çok duymuşsa, benim de onlara ilgi duymamdan daha doğal ne olabilir ki ?
Yazdığınız Türkçe ama acılar sanki başka bir dilde?
Evet yazılar Türkçe. Çünkü en iyi bildiğim, konuştuğum ve yazabildiğim dil Türkçe de ondan. Ama acılar bir çok dilde. Bu coğrafyanın yaşadığı dillerde. Türkçe, Kürtçe, Ermenice, Süryanice ve daha bir çok dilce. Bu da doğal. Mahallelim ve hemşehrim Mıgırdiç Margosyan Diyarbakır'ı anlattığı ilk kitabı "Gavur Mahallesi" ni Ermenice yazmıştı.
Kitap daha sonra yeniden Türkçe yazılarak yayınlandı. Bizim çocukluk yıllarımız bu mozaik gibi çok dinli, çok dilli ve çok kültürlü yapının son demleriydi. Biz bu dönemi kısmen yaşadık. Bizle birlikte bir dönem de yitip gidiyordu. Bizden sonrakiler belki de ancak "zaman tüneli"nde "o anı" yaşayabileceklerdi. Yitip gitmesin istedim işte, mesele bu kadar. Türkçe yazdım. Ancak isteyen okurken, hangi dilde anlıyorsa eminim anladığı dilde, belki de satır aralarında kendini ve yaşadıklarını bulacak.
Bianet, Radikal ve diğer yayın organlarındaki yazılarınızda, hem de kitaplarınızda ana tema Diyarbakır. Bir kentin yazarı olmak zor mu?
Zor tabii ki. Ama hoş da aynı zamanda. Yaşantınızın ve kentinizin tanıklığına soyunduğunuzda bu kez insanlar sizden daha çok bir şeyler beklemeye başlıyor. Eksik anlattığınız her konuda "iki elim yakanızda" diyebiliyorlar. Bu da onların hakları diye düşünüyorum. Çünkü kaygılar ortak. Her bir şeyi mutlaka yaz, diyorlar. Diyarbakır işte böyle bir şehirdi. Dost, düşman bilsin, diyebiliyorlar. Ben de bunu dillendirmeye çalıştım.
Kitapta güncel tarihi aktarmanın dışında memleket kitaplarında pek rastlanmayan sözlü tarihe de büyük oranda yer vermişsiniz?
Ben belki böylesine tarihin şafağında doğup bu günlere gelmiş bir şehrin ancak çok az bir dönemi ve bölümüyle, tanık olabildiğim ve tanıdığım kaynak kişilere doğrulatabildiğim biraz da acılar yumağı, bir kent yerel ve sözlü tarih denemesi yaptım. Çok fazla da kendimi kalıplara bağlı hissetmedim.
Zaten buna gerek de yoktu. Birazcık da kendim için yazdım. On yıldan fazla bir zamandır Diyarbakır'a gelen bir dolu insana dilim döndüğünce kenti anlatmaya çalıştım. Gittiler, bitti. Arayan, soran hak getire. Ama kent bütün devasa sorunlarıyla yerinde duruyordu. Ve göz göre göre eriyip gidiyordu. Bu biraz da benim sitemimdir. İstedim ki anlattıklarım sözlerde kalmasın.
Yazı olsun, dile gelsin. Ayrıca doğulu toplumların geleneğinde çok fazla yazma kültürü yok. Benim gibi çok okuyanlara, çocukluktan beri hep "çok okuyup da ne olacak, yazar mı olacaksın" derlerdi. Eh işte, kentimizin yazarı olabildikse ne ala! Belki bu sözlü tarihin ve yerel tarihin "devede kulak" kabilinden çok azını yansıtabildim. Ama kendi yüzüme ve kentimin yüzüne bir ayna tuttum. Aynadan yansıyan benim ve kentimin sureti olabildi mi? Örnek olsun başkaları da benim yazamadıklarımı yazsınlar, dileğim budur.
Sırrını Surlarına Fısıldayan şehrin, anlatımına tarih ve anılarınız da yol vermiş?
Evet. Tam da öyle. Sonuç da yazılan kentin hikayesidir. Kentin hikayesi her kentli gibi biraz da kendimin hikayesidir. Ben iliklerime kadar bu kenti yaşamış ve kendimce en çok da üç değere önem biçmiş bir aydınım.
Okuduğum okul, Mülkiye Mektepli olmakla onur duymuşumdur. Mülkiyeliyim, çünkü sorgulamayı ve tartışma kültürünü orda öğrendim. İsmimle Şeyhmus olmakla mutlu olmuşumdur.
Çünkü ismimle adeta aykırı olmuşumdur. Çünkü bu coğrafyaya ait bir isimdir. Bir de, evet en önemlisi, bir de Diyarbakırlı olmakla dehşet gururlanmışımdır. Çünkü beni kimliklendirmiştir. Bu üç değer benim olmazsa olmazımdır. (AG/NM)