Ankara’dan Diyarbakır’a “Kardeşlik Yürüyüşü” için 1000 kilometre yürüyerek şehre ulaşmasının ardından cumartesi günü önce şehir merkezindeki bir karşılama noktasına, oradan da yalnız başına Dört Ayaklı Minare’ye gitmek üzere program yapan Tuna Bekleviç’e, şehirde halkın kendisiyle birlikte yürümesine izin verilmeyeceği bildirildi.
Bekleviç’in geleceğini duyunca ilk noktada karşılamaya gelenler kısmen dağıtıldı. Bekleviç Dört Ayaklı Minare’nin önüne geldiğinde ise bir polis yetkilisi tarafından, fotoğraf karelerine başka kimsenin girmemesi için talimat verildi. O an çekilen fotoğraf internete düştüğü andan itibaren sosyal medyada fotoğrafa ve Bekleviç’ın sözlerine yorum yağdı.
Bekleviç, Diyarbakır’daki ilk anlarını ve sonrasında Dört Ayaklı Minare önünde yaşanan “fotoğraf an”ını anlattı….
“Diyarbakır’a girince işin boyutu biraz değişti”
Yürüyüş sırasında polis takibi zaten vardı. Fakat rahatsız etmiyorlardı. Tabii Diyarbakır’a girince işin boyutu biraz değişti. O sabah yürüyüşe başlamadan hemen önce polis geldi ve programımızı sordu. Ben onlara programı söyledim; ‘Saat 12’de karşılamanın olduğu noktaya ulaşacağım. Sonra oradaki arkadaşlarla birlikte Dört Ayaklı Minare’ye gideceğim, şu yollardan gideceğim…’
“Onlarla konuşmamı kamerayla kaydettiler”
Bütün bu konuşmayı kameralarla kaydettiler. Çok kalabalık bir ekipti gelenler, direkt bir psikolojik baskı kurmaya çalışıyorlardı. Sonra bana şunu söylediler açıkça. “Sizin tek yürümenize müsaade ediyoruz, fakat karşılamanın olduğu yerde bir basın açıklamasına müsaade etmeyeceğiz. Eğer halk sizinle beraber yürümek isterse buna da müdahale edeceğiz. Bunun sizin tarafınızdan anlaşılıp anlaşılmadığını teyid etmek için bu konuşmayı yapıyoruz” dediler. Kameralar meğer onun için varmış. Ben de, “Ne dediğinizi anladım, ama ne yapacağımdan emin değilim” dedim. O görüşme orada kapandı. Ve ben yürümeye başladım. Ben yürümeye başladıktan sonra onlar karşılama noktasındaki insanları rahatsız edip orayı boşaltmaya başlamışlar. Çok aşırı bir yağmur vardı bir de. O bölgeyi zor kullanarak boşaltmışlar. Ama ona rağmen toplanmaya başlamış insanlar. Ben göremedim, yürüyordum çünkü. “Yağmur yağıyor, gelmeyecek, zaten konuşturma yaptırılmayacak” denmiş… Kimilerine de durumuna göre “Devam et, devam et” şeklinde.
“İnsanlar birden barikatı marikatı atlayıp koşmaya başladılar”
Sonra ben oraya geldiğimde insanlar görünce, birden barikatı marikatı atlayıp koşmaya başladılar bize doğru. Sarıldılar ettiler. Ve benim bir şey söylemem gerekiyordu. Zaten kayda giren konuşmayı da orada yaptım. “Hiç kimsenin canı yanmasın. Ben buradan tek gideyim. Ama ben bu yürüyüşü sizler adına yapıyorum. Burada Kürt halkı için bu adımları atacağım” dedim. Çok üzüldüm insanlar için, çünkü yüzlerce kişi gelmişti oraya. Yüzlerce kişiyi de oradan uzaklaştırmışlardı. Gelen insanlar örgütlü bir yapı değildi. Tamamen vatandaşlardı. Ben yürümeye başlayınca bir kısmı birlikte yürümek istedi. Onları dağıttılar. Ama ben dönüp arkama bakamadım. Çünkü gerçekten içim acıdı. Olanları görmek istemedim. O psikolojiyle Dört Ayaklı Minare’ye kadar yürüdüm.
Yetkili polis: “Halkla beraber olmayacak”
Orada bir müdahale daha yaptılar. Diyarbakır Barosu Başkanı da oradaydı. Ben orada sadece fotoğraf çektirecektim. Basın diğer tarafa geçmişti çünkü. O fotoğraf anında polis diğer memurlara, “Hiçkimseyle fotoğraf çektirmeyecek” diye bağırdı. Yani “Halkla beraber olmayacak” dedi. “Baro Başkanı’yla da beraber olmayacak” dedi. Birden bütün polislere, “Arayı örün” emri verdi. Dediği an işte o fotoğraftaki durum oluştu. Yani polisler benimle halkın arasına girdi.
“İki buçuk yıldır Diyarbakır’da nefes bile aldırılmıyor”
İnanın hayatta ilk kez karşılaşıyorum böyle bir şeyle. Ne böyle bir talimat olabilir, ne de böyle bir talimatın bir maksadı olabilir. Mealini şöyle görüyorum: “Sen Edirneli bir Türk olarak bu memleketin istediğin her yerinde yürürsün. Ama bir Kürt’e seninle beraber bir adım bile attırmayız…” Yorumlayamıyorum. Ben de sersem gibiyim iki gündür. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Acı içindeyim. İki buçuk yıldır Diyarbakır’da nefes bile aldırılmıyor. Şehir neredeyse hayalete çevrilmiş. Yaşamın durduğu bir yer orası. Dünyanın en uzun sokağa çıkma yasağının olduğu yer. Büyük bir dram var, büyük bir zulüm var. Dünya bu zulmü görecek diye mi korktular, bilmiyorum. Ama şunu biliyorum ki, o karşılama noktasında gelenlere izin verselerdi, biz Sur’a 10 bin kişiden daha kalabalık girerdik. Çünkü insanlar çok yürümek istediler. Gören gelecekti, biliyorum bunu. Barut gibi şu anda şehir.
“Hani bir ülkeden atılırsınız ya…”
Ondan sonra benim bir an önce Diyarbakır’dan gitmemi istediler. Hatta polis hangi uçakla, hangi havayoluyla gideceğimi sordu. Geri dönüp düşünüyorum bunları. Hani bir ülkeden atılırsınız ya, sanki öyle bir ülkeden atılmış gibiyim. Beni uçağa bindirene kadar da polisler izlediler.
"Kırıkkale, Kırşehir, Kayseri'den en ufak bir olumsuz deneyimle ayrılmadım"
Amacıma kısmen ulaştım. Amacım, kamuoyunun dikkatini bu yaşananlara çekebilmekti. Barış savunucularına biraz ilham ve cesaret verebilmekti. Medya tabii bu konuda ciddi bir sorundu ama zaten medyadan bir beklentimiz de yoktu. Medyada uzun süre önce beklentilerimizi kesmiştik. Fakat sosyal medyadan çok fazla sayıda mesaj aldım. Halk bunu duydu. Diyarbakır bunun farkındaydı. “Türklere biraz daha fazla mesaj verebilirdim. Onu vermem elimden alınmış oldu.
Benim mesajım daha çok Türklereydi zaten. Kürtler zaten mağdur şu anda. Ama şöyle bir olumlu gelişme oldu. Kendi çevremden tek bir olumsuz mesaj gelmedi. Bir de yürüyüşün ilk günlerinde ben Kırıkkale, Kırşehir, Kayseri gibi milliyetçi, muhafazak3ar şehirlerin kırsalından geçtim. Köylerde, HDP’nin maruz kaldıklarını, Selahattin Demirtaş’ın Edirne’de adeta bir siyasi rehine olarak tutulduğunu söyledim, zaman zaman Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı ve zaman zaman federatif yapıya* kadar gelen tartışmalar içinde bulundum. Oradan da en ufak bir olumsuz deneyimle ayrılmadım. İnsanlarda sanırım, Edirneli birinin çıkıp Kürtler için yürüyor olması bir merak uyandırdı belki de. İnsanlarda sanki bir kapı açıldı, biz de o kapıdan baktık içeriye. Durum o şu an. Devam ettirebilmek lâzım. (ŞA)
* Bekleviç, Diyarbakır’a vardığından kendisiyle söyleşi yapan gazeteci Nurcan Baysal’ın “Anadolu köylerinde, ilçelerinde federatif yapı bugün tartışılabilir bir şey mi?” sorusuna şöyle yanıt verdi:
“Ben Anadolu’nun buna hazır olduğunu hissettim. Bu tartışmaya şu an Türkiye de hazır. Gerçekten huzur istiyor insanlar. Yaşananlardan hiç memnun değiller, yorgunluk var. Kürtlerin de kendilerinin de daha fazla zulüm yaşamasını istemiyorlar. Bir de bu süreçte Anadolu, Kürtleri biraz daha iyi anlamış durumda. KHK mağdurlarının şu an yaşamış olduğu dram ve zulüm, milliyetçi ve muhafazakâr kesimi Kürtlerin acısını bir miktar paylaşmaya itti. Biz 2-3 yıldır, OHAL’den beri öyle bir şey yaşıyoruz ki diyor. ‘Kürtler bunu kaç yıldır yaşıyor biliyor musun?’ dediğin zaman biraz empati oluyor. Bunu KHH mağdurlarına yapılan, hayır getirmiştir manasında söylemiyorum elbette. Çok acı bir dram var. İnsanlara yaşama hakkı tanımayacak kadar acımazsızca vuruyor devlet. Tüm bu dediklerim birleşince,bugün Türkler’de de federatif yapı tartışılabilir bir noktada diye düşünüyorum.”