Bütün anılarını nüktedan bir dille anlatmış olsa da “Yetmiş yedi yıl işkence, azap, ezgi içinde yaşayan bir insanın hatıraları mı? Ancak bu hatıralarımdan kimse iç açıcı bir şey beklemesin. Zira tatlı bir hatıram yok ki yazayım,” demiş Musa Anter, Aram Yayınevi’nden çıkan Hatıralarım’da.
Siyasi cinayetler, çoğu devlet politikasının olmazsa olmazı. Çözülemeyişleri de bundan. Elden ele hükümetler değişse de orada bir söz birliği var. Musa Anter’in 20 Eylül 1992’de öldürülüşünden bu yana 24 yıl geçmiş. Kısaca öncesini ve 26 Eylül’de Ankara’da 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davada olanları anlatalım:
İvedilik ve yavaş yavaş gelen demokrasi
2004 yılında, Ülkede Özgür Gündem Gazetesi, 10 gün boyunca, Abdülkadir Aygan’ın JİTEM’e ilişkin anlattığı bilgileri yayınlıyor. Bu bilgiler arasında, resmi olmadığı söylenen devlet yapılanmasının maaş bordrolarının gösterilmesi de var. Bu yazı dizisinden dolayı, gazetenin sorumlu yazıişleri müdürüne, “terörle mücadelede görev alanların isimlerini yayınlayarak terör örgütlerine hedef göstermek” suçlamasıyla dava açılıyor. Aynı şekilde, Aygan’ın ifadelerini kitaplaştıran yayınevi de alıyor nasibini.
2009 yılında, devlet duruma ayıyor. Dava dosyasının zamanaşımına üç yıl kala, Aygan’ın anlattıklarını ihbar kabul ederek, soruşturmayı yeniden başlatıyor. İsveç’te yaşayan Aygan hakkında “ivedilikle” iadesi için Adalet Bakanlığı’na dosya gönderiyor.
26 Eylül 2016’da, Ankara 6. Ceza Ağır Mahkemesi’nde, elimdeki dosyada yazılı “ivedilikle” sözcüğünü daire içine alıyorum. Bu esnalarda Musa Anter’in avukatı, Selim Okçuoğlu, mahkeme heyetine, halen İsveç’te yaşayan Abdülkadir Aygan’ın ifadesinin İsveç’e gidilerek alınması talebinde bulunduklarını hatırlatıyor. Karşılığında, konuya ilişkin Adalet Bakanlığı’ndan gelen “Ceza İşlerinde Karşılıklı Yardımlaşma Avrupa Sözleşmesi”nin ilgili maddeleri okunuyor.
Hatıralarım’da, Anter şöyle yazıyor: “Dikkat edilirse Türkiye’de çok acayip bir hava vardır. Kaba kuvvet, faşist idare bir günde geliyor. Uyduruk anayasalarımız, komik parlementolarımız ayaklar altına alınıyor. Fakat demokrasiye gelince hep aynı nakarat: Efendim demokrasi yavaş yavaş geliyor.”
Dava dosyalarındaki “ivedilik” ve yavaş yavaş gelen demokrasinin uyumu şaşırtmıyor. Üstelik demokrasi de çoktandır ülkemiz topraklarına girmiş olduğu halde, defalarca, bağıra çağıra bizlere deklare edildiği halde.
Küçük: Beni yargılıyorlar yahu
Yine 29 Haziran 2012’de, “İşte o tetikçi!” başlığıyla Sabah Gazetesi’nde, Abdurrahman Şimşek ve Ferhat Ünlü imzalı bir haber yayınlanıyor. Cinayetin tetikçisi olan Hamit Yıldırım’ın yerinin tespit edildiğini, ikamet adresinin bilindiğini yazan haber, Diyarbakır Özel Yetkili Cumhuriyet Savcılığı’nı harekete geçiriyor. Zamanaşımı süresinin dolmasına üç aydan az zaman kala, 2 Temmuz 2012’de Yıldırım tutuklanıyor. Dikkat ederseniz, Emniyet değil bu bilgilere ulaşan. İlgili birimler uyuyor.
26 Eylül 2016’da, mahkemeye SEGBİS’le (Ses ve Görüntü Bilişim), Tekirdağ Cezaevi’nden katılan Hamit Yıldırım, birkaç defa tekrarlayarak “Tamamıyla iftiradır, mağdurum,” diyor. Defalarca Ankara’ya çağrıldığı halde sağlık koşullarının el vermediğini öne sürerek gelmeyen, dönemin Jandarma İstihbarat Gruplar Komutanı Veli Küçük, az sonra SEGBİS aracılığıyla iştirak edecek mahkemeye. İliklenmiş ceketini çekiştiren Hamit Yıldırım’a karşılık, “Beni yargılıyorlar yahu,” çıkışı yapan, mahkeme heyetine sanık değil, tanık olduğunu hatırlatan bir Veli Küçük var. Yıldırım’ın mağduriyeti içerde olması, diğerleri değilken. İnce düşününce insan hak verebiliyor.
Küçük: Böyle bir şeye tenezzül etmem
Veli Küçük’e aynı sorunun türevleri olabilecek içerikte sorular soruluyor ve aynı cevaplar farklı şekilde duyuluyor:
“JİTEM olarak anılan yapılanmaya ilişkin görev gereği bildiğiniz herhangi bir şey var mı?”
Küçük’ün yanıtı: “Benim JİTEM oluşumuyla hiçbir ilgim yok. JİTEM örgütlenmesini bilmiyorum. İçinde de değildim. Bilgim yok. Jandarma İstihbarat Gruplar Komutanlığı kurdum. JİTEM değil.”
“Jandarma içerisinde istihbarat teşkilatlanmasında bana görev verdiler. Ben istihbarat gruplarını Türkiye genelinde kurdum. Belirli bir süre sonra lağvedildi. Benim bütün personelim rütbeliydi. Mahkemelerde söylediğim gibi gayrıyasal bir eylem varsa önüme koyun. Gayri resmi olarak teşkilatımda kimseyi çalıştırmadım. Böyle bir şeye tenezzül etmem.”
Avukat Barış Yavuz, “Buraya her gelen tanık ‘bir şey bilmiyorum’ diyor, JİTEM’le ilgili. Siz bir dönem istihbarat grup komutanlığı yapmışsınız. Bu istihbarat teşkilatı, elbette ülkenin güney doğusunda faaliyet göstermiştir. Hiç mi haberiniz yok JİTEM’den?” Haberi yok Veli Küçük’ün.
Aralarda bağlantı kesiliyor. Tekrar kurulmaya çalışılıyor. Küçük’ün açıklamaları aynı hattan devam ediyor. Yüzü gözükmüyor. Kamera uzaktan bir Veli Küçük gösteriyor.
“Türkiye Cumhuriyeti, Anter’in güvenliğini niye sağlasın?”
Aralık, 1989’da, Diyarbakır’da bir panele katılıyor Musa Anter. Polis konuşmasını kaydediyor. 1990 yılında hakkında gıyabi tutuklama kararı veriliyor. Diyarbakır havaalanında polisler tarafından karşılanıyor, mahkemeye götürülüyor. Banttaki sesin kendisine ait olduğunu söylese de, mahkeme, yirmi günlük bir erteleme ile sesin Musa Anter’e ait olup olmadığının tespiti için bilirkişiye havale ediyor. Bilirkişiden müjdeli haber geliyor sonra. Ses, gerçekten de Musa Anter’e aitmiş. Neyse ki sonra bırakılıyor.
Mahkeme içerde devam ederken, Dicle Anter uçağına yetişmeden önce bahçede konuşuyoruz. “Biz bu davayı aldığımızda, o dönem OHAL bölgesi olduğu için hiç bir bilgi yoktu elimizde. İlk davaya başladığımızda Selim’le birlikte (Avukat Selim Okçuoğlu) küçük bir dosyanın içerisinde bir a4 kağıdı vardı. O kadar. Yavaş yavaş avukat Selim Okçuoğlu sayesinde baya bir ilerleme kaydedildi.”
“AİHM’de, Türkiye Cumhuriyeti suçlu bulundu. Komik bir şey vardı orada. Türkiye, Musa Anter’in güvenliğini sağlayamamaktan dolayı mahkum edildi ama zaten Türkiye Cumhuriyeti Musa Anter’i öldürmek istiyordu. Niye güvenliğini sağlasın?”
“Diyarbakır’da daha güvenliyiz”
Dava, bir süre Diyarbakır’da görüldü. Güvenlik gerekçesiyle Ankara’ya taşındı. Aynı sözcük “güvenlik”. Dicle Anter, esas Ankara’nın güvenli olmadığını söylüyor:
“Türkiye’de tuhaf bir şey var. Bütün böyle benzer davalar, güvenlik gerekçesiyle Batı’ya taşınıyor ama baktığınız zaman Türkiye’nin en güvenli yeri de Kürdistan tarafı.”
Burayı pek anlamıyorum. Nasıl yani? “Bölgeden” bahsediyoruz.
Gülerek cevap veriyor: “Askeriyesi var, polisi var, osu var busu var. Hepsi var orada. Burası güvenli değil mesela. Mesela şuan benim güvenliğim var mı? Avukatların, tanıkların güvenliği var mı? Diyarbakır’da daha güvenliyiz. Her türlü ekip orada.”
“Hukukçu değilim ama suçun işlendiği yerde mahkemenin olması gerekiyor,” diyor Dicle Anter.
“İttihat Terakki’den kalan bir kemik yapı var, kırılamıyor"
Tahir Elçi, davayı takip eden avukatlardan biriydi. Öldürülen birinin, öldürülen avukatı… Hükümetler değişiyor. Faili meçhullerin, failsizliği, bizzat hukuk tarafından bir şekilde muhafaza edilebiliyor. Siyasi cinayetler kesintisiz devam edebiliyor. Nasıl bir döngü bu?
“Tahir Elçi arkadaşımdı. Bir sürü isim var. Hrant Dink, Uğur Mumcu, Cevat Yurdakul, Ümit Kaftancıoğlu, Beyçet Aysan, Nesimi Çimen, Bahriye Üçok… Var da var. Bunlar Kürt değil. Failleri ortaya çıkartılmamış. Niye öldürülmüşler? Çünkü sistem dışı insanlar. İttihat Terakki’den kalan ardıllar devam ediyor. Bir kemik yapı var. Kırılamıyor.”
“Bak içerde Veli Küçük ne diyor? ‘İstihbarat teşkilatını ben kurdum.’ Neyle kurdun? Emir geldi. İşe yaradı mı? Ne yaptınız o istihbaratlarla? Ne istihbaratı geldi size? İhbar geldiğinde, gidip köyleri yaktınız. 90’lı yıllar, faili meçhullerin olduğu, Hizbullah’ın kol gezdiği bir dönem. Siz bunların istihbaratını almıyor muydunuz? JİTEM’i bilmiyorsun ama düşmanınız bir. Bu neyin nesidir denmez mi?”
“PKK’den evvelki Kürtlere bakalım”
“PKK, bir terör örgütü müdür?” sorusu geliyor aklıma. Ve verilen cevap sonrası yaşanılanlar. İki seçeneği olan masum bir soru mu? Soruyu sormuyorum, “sadece” soruyu anlatıyorum.
Misal veriyor Anter: “Trakya deyince suç olmuyor da Kürdistan deyince niye suç oluyor? Bu kadar basit aslında. PKK, bir terör örgütü müdür? Eee, ‘Değil’ dedi Tahir. PKK’den evvelki Kürtlere bakalım. Ben 9 yaşındayım. 49’lar Davası. Sene 1959. O zaman hiçbir şey yok. Yeni Sabah Gazetesi’nde şöyle bir manşet: ‘Musa Anter ve arkadaşları, idam talebiyle yargılanıyor’ Fotoğrafta, babam arkada, ayakta duruyor. Ne olursun sen?”
Devam ediyor.
“1963’te tutuklandı. 23’ler Davası. Polisler sabaha karşı geldi. Kapıyı açan benim. ‘Musa Anter evde mi?’ dediler. Babamı götürdüler. 13 yaşındayım. Ondan sonra babam 1965’te seçimlere giriyor. Seçimlerde babamın arkasından devlet tarafından müthiş bir antipropaganda yapılıyor. Köylülere baskı yapılıyor, asker tarafından. Musa Anter’e oy vermeyin diye. 1967’de babam sürgün edildi. 1971’de Seyrantepe’de yine cezaevinde. Ben o esnada Avrupa’ya çıkıyorum. Düşün, böyle bir yaşam içerisindeyim. 11,5 yıl içerde kaldı. Bir yıl da sürgünü var. 9 yaşından, 21 yaşına kadar babamla olan ilişkilerim böyle. Öldürüldüğünde 42 yaşındaydım. Biz böyle büyüdük.”
“Sadece” anlatıyor Dicle Anter.
“Politik olma zorunluluğu hissetmedim”
Öldürülen insanların çocuklarına sorumluluk yükleniyor. Beklentiler sabitleniyor. Hayatları boyunca, onlardan istenilen bir karakter var. Yerine göre, öldürülen yakını hatırlatılarak hakaret de ediliyor, terbiyeye de çağrılıyor. Politik olma zorunluluğu hiç hissetti mi Dicle Anter?
“Hiç hissetmedim. Biz çok doğalız. Sorumluluk, yaşam şeklimden ziyade düşüncelerimdir. İçki içerim, şort giyerim. Baba-oğul ilişkisini doya doya yaşayamadık. Babam bizi hiç etki altına almadı. Biz onun duruşunu zamanla anlamaya başladık. Anlatmadı, göstermedi. Bize ‘Musa Anter kim?’ diye sorsalar, anlatacak bilgimiz vardı ama biz bu bilgiyi kendimiz edindik. Bir gün bize ‘Siz Kürtsünüz’ demedi yani. ‘Böyle yapmanız gerekir’ falan diye bir şey demedi. Kürt olmanın ne demek olduğunu biz yaşadık. Niye sahip çıktığını anladık.
“Bugünlere geldik, bu da bir başarıdır. Annemin başarısıdır. Hale Anter’in dirayetli duruşu, bize karşı, herkese karşı hep gözardı ediliyor. Düşünebiliyor musun, bir kadın, 1958 yılından beri, memuriyet yapıyor. İstanbul’da üç çocuğu büyütüyor. Kocası daima cezaevlerinde. Nasıl başarmış? Bu konuşulmuyor.”
“Türk milliyetçisi asimile eder, Kürt Milliyetçisi var olmaya çalışır”
Sonuna kadar üstlenilen bir görev bilinciyle, Musa Anter’i devlet defnetmiş. Bunu soruyorum.
“Pazar günüydü babam öldürüldüğünde. Haberi aldığımızda, cenazeyi alacağız dedik. En doğal hakkımızdı, babamızı son defa görmek. 10 saat içerisinde babam yıkanıyor ediliyor, saat 5:30- 6:00 gibi defnediliyor. Hastanede hiçbir kaydı falan olmadan. Üstündeki kıyafetleri falan görmedik biz. Bir tek kanlı çorabı. Nusaybin’de evini müze yaptık, orada duruyor kanlı çorap. Mezarı da orada. Bahçede.”
Aile üyeleri Türkiye’de yaşamıyor. İsveç’te toplanılmış. Bu cinayet ve tek başına Musa Anter’in hayattaki duruşu mu sebep?
“Babam tehdit alıyordu. ‘Siz gidin’ dedi, ‘burada kalmayın.’ Abim 69’da çıktı yurt dışına, ben 71’de, ablam 83’te, annem 77’de. Çocuklarımız orada. Gidip geliyoruz. Sebep bu tabi. Dağıldık. Üç kardeş ve bir anne orada buluştuk. Babama zaten pasaport vermiyorlardı.”
Dicle Abi’yle daha ilk adliye salonunda tanıştığımızda, çantasında taktığı rozette yazılan dikkatimi çekmişti. Neşeli olmak, genetik bir miras sanki. “Hatıralarım”da, bir insanın başına gelebilecek ne zorluklar anlatılmış ki zaten hikayenin sonu nasıl bitirilmiş. Dicle Abi, Musa Amca gibi.
“Musa Anter’le oturan, konuşan herkesin bir anısı vardır. Aynı özelliği şimdi kızımda görüyorum. İnsanların anlayabileceği bir dil kullanılırdı babam. Mimikleri vardı, güldürürdü. Kızdığı insanlara bile hakaret ederken mizah yapardı. Öyle ki karşı taraf da gülerdi. ‘İşte Musa Anter’dir bu. Yapar’ derlerdi. Kimlere, neler dememiş? Demirel’e demiş, Türkeş’e demiş zamanında.”
- Musa Anter’in milliyetçi olduğu söylenir. Sizce öyle miydi?
“Musa Anter, milliyetçiydi diyorlar. Hayır, değil. Bir Türk milliyetçisiyle, bir Kürt milliyetçisi arasında fark vardır. Türk milliyetçisi asimile eder, Kürt milliyetçisi de kendini var etmek ister. ‘Ben Kürdüm’ dediği zaman, kendini var etmeye çalışıyor, bunun mücadelesini veriyor. Türk milliyetçiliği öyle değil. Türkler zaten var. Asimile etmek için de bu Türklüğü dayatıyor. Sol görüşlü bir insan milliyetçi olabilir mi? Türkiye'deki muhalefetin sorunu da bu zaten. Sol milliyetçilik var. Kürtler konusunda takıntıları var.”
“Kürtler konusunda değişen bir şey yok”
Davaya dönüyoruz yeniden. Ne olur ne biter. Gözüken o ki, ipe un seriliyor. Veli Küçük’e göre, onun sözcüğüyle, JİTEM bir “safsata”dan ibaret.
“Veli küçük, hastayım diyor. Bak kaçtır, Ankara’ya gelmiyor ama protokollerde gözüküyor. Kürtler konusunda, bütün hükümetlerin bakış açısında değişen bir şey yok. Değişen bir şey olsaydı bugün Musa Anter Davası çözülmüştü. Türkiye’yi istikrara kavuşturmak isteyen bir irade, öyle söyleyen yani, iktidara gelince değişiyor. Erdoğan, “Kürt sorunu benim sorunum,” demişti. Mesut Yılmaz, “AB yolu, Diyarbakır’dan geçer” demişti. Demirel, “Fırat’ın kıyısından bir kuzu kaybolsa gelin bunun hesabını bana sorun,” demişti. Bunlar söylemler. Erdoğan Diyarbakır’a geliyor ve diyor ki “Musa Anter’in acısını kalbimde hissetim”. Ona cevap verdim. “Sen kimsin ki, Musa Anter’in acısını hissediyorsun? Musa Anter’in torununa Kürtçe isim veremedik. Asiwa’daki, ‘w’ sorun oldu. Sen Musa Anter’in torununa, Kürtçe isim hakkını vermiyorsun.”
Dicle Anter, babasının hatıralarını yazdığı kitabı eline alıp, şurayı okudun mu diye soruyor. Sayfa 240. Altı çizilmiş. Ne tesadüf ki burayı yazıya mutlaka alacağımın notunu düşmüştüm. Yazının başındaki ilk alıntı. Akıl gibi hislerin de yolu bir.
Bir başka yerde şöyle yazmış Musa Anter:
“Ben tutukluyken ve karım hastanede yatarken, güpegündüz İstanbul’daki evimin önüne kamyonet çekilerek profesyonel hırsızlarca evim talan edildi. Bütün bunlar için kimseden ne mükafat ve ne de bir mücazat istiyorum. Aslına bakılırsa, her ikisini de almışımdır. Cezalandırılmamı, eğer bana yapılanlara haklı denirse, fazlasıyla çektim. Mükafatımı da almış bulunuyorum. Zira bir yazar için dediği şeyler yirmi otuz sene sonra aynen gerçekleşirse, bu bir anlamda en büyük mükafattır. Tutuklanmalarıma neden olan tüm yazılarım bugünkü Türkiye’nin keşmekeş durumunun adeta bir tablosudur. İkinci mükafatım da, baba ocağım olan mağaradan çıkıp bugün sizlere bu satırları yazabilmemdir sanıyorum.”
Musa Anter ve JİTEM Ana Davası, 28 Aralık 2016’da, Ankara 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde, saat 10:00’da yine yeniden görülecek. İki dava birleştirildiği için sıkıntılı bir dava. Biri birinin gölgesinde kalabiliyor. Dava dosyasında geçen, sanık olabilecekken olmayan, olamayan isimler bu davaları birleştirmiş. (FG/HK)