Avrupa, Fransız Devrimi'ni bugün kurmaya çalıştığı uluslarüstü siyasi birliğinin en önemli tarihi dayanaklarından biri olarak yeniden düşünmeye yönelirken, bu siyasi birliğe ait olup olmama arasında bir yerde duran Türkiye, sık sık Fransız Devrimi'ni model aldığı ileri sürülen kendi cumhuriyet pratiğinde, antidemokratik yapılanmasını açığa çıkaran bir gerilim, bir kriz yaşıyor.
Avrupa'da çoğulculuk, Türkiye'de Türklük vurgusu
Örneğin Avrupa'da, bazı önemli düşünürler, ulus-devletin insan hakları ve demokrasi bağlamında tarihi olarak gerçekleştirdiği kazanımları, geleceğin uluslarüstü Avrupa'sında daha kapsamlı ve daha derinlikli bir kozmopolit demokrasi oluşturma yönünde geliştirmek gereği üzerinde kafa yorarken ve örneğin bu bağlamda, 1789'un Evrensel İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi'nin ayrımcılığa karşı çıkan, kültürel çoğulculuğu, dayanışmayı ve laikliği benimseyen ideallerinin Avrupa siyasi birliğinin tarihi köklerini de bugüne göre geliştirilmiş bir içerikle vurgulamaya özen gösteriyorlar.
Buna karşılık Türkiye'de, "Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur" anlayışının temellendirdiği, devlet merkezli Türk kimliği tanımlarının dışındaki tüm farklılıkları son Türk ulus (ve/veya milli) devletini yıkmayı amaçlayan ve bu yüzden de yok edilmesi gereken unsurlar olarak gören, kendi yurttaşı olan azınlıkları dahi "yabancı" kabul etmeyi bir "kendiliğinden bilinç" haline getirebilmiş olan, devletin insanların inançları üzerinde dahi tahakkümcü bir yapı kurmasını korunması gereken bir "laiklik" zannedebilen, daha da vahimi, tüm bu ırkçı-ayrımcı tonları en karanlık çete ilişkilerinden sokak ortalarına kadar taşan bir şiddet ile desteklemeyi devlet koruyuculuğu diye takdim edebilen bir siyasi-sosyal pratik ve zihniyet, terim yerindeyse, kol geziyor.
Cumhuriyetin ilkeleri ve devletin "âli menfaatleri"
Antik Roma'nın ideallerini ve kurumlarını oluşturup kendisinden sonraki tarihe bıraktığı, Orta Çağ'dan Rönesans'a geçişte İtalyan kent-devletleri aracılığıyla yeniden ve bu defa modern dünyanın bireyselleşmiş ve dolayısıyla karmaşıklaşmış siyasi-sosyal ortamına aktarılmış, ama tüm yerküre üzerindeki halkları etkileme gücüyle kendisini açığa vuran doruk noktasına 1789'la varmış olan Cumhuriyet, birkaç ana noktada toplanabilecek ilkelerle özetlenebilir. Bir diğer deyişle, Devrim'in renkleri "Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşliğin", herhalde, Evrensel Bildirge'de vurgulanan şu ilkelerde somutlaştığını söyleyebiliriz:
(1) [Cumhuriyet] tüm insanların doğuştan özgür ve eşit olduklarını ve böyle kaldıklarını kabul eder.Cumhuriyet'in bu ilkeleri, esas itibariyle, Antik Roma'nın, "herkesi ilgilendiren konularda kararları da herkes vermelidir" diye tercüme edebileceğimiz motto'sunun doğal uzantılarıdır. Bu bakımdan Cumhuriyet, (a) özgürlüğün korunması için tahakküme karşı çıkma, (b) tahakkümü engellemek için siyasi-sosyal hayatı yönetecek olan kuralların yurttaşlar tarafından ortaklaşa kararlaştırılmasını mümkün kılma ve (c) bu imkanı yaratan çoğulcu, yani her bireyin yurttaş olarak sesini ortak kararların alınması sürecine katabileceği bir siyasi kamusal alanın varlığını temin etme hedeflerine uygun bir örgütlenme olmalıdır.(2) Bütün siyasi beraberliklerin amacı, insanların doğal ve vazgeçilmez haklarını korumaktır. Bunlar, özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve tahakküme karşı direnme haklarıdır.
(3) Egemenliğin tamamı ulusa aittir. Hiçbir kurum veya birey doğrudan doğruya ulustan kaynağını almayan bir otoriteyi kullanamaz.
Böyle bir örgütlenmenin önünde, modern dünyadaki en önde gelen engellerden biri, toplumdan, daha doğrusu toplumu meydana getiren birey ve gruplardan, bu birey ve grupların kendi farklı ve özgür iradi tercihlerinden görece bağımsızlaşmış olarak varolan "devlet"tir.
Böylece, aslında, farklı birey-yurttaşların, onların farklı ve çok fazla sayıdaki referanslarla dinamik bir biçimde oluşturdukları toplumsal, ekonomik, kültürel ve siyasi tercihlerini eşitlik ilkesi uyarınca, hiçbir ayrımcılığa maruz kalmadan siyasi alana aktarmak suretiyle, iradi bir beraberliği mümkün kılmalarını, kendi "yüksek" (Türkçe'de daha oturaklı olsun diye, "âli" deniyor!) menfaatlerine göre çarpıtan, bastıran ve gerektiğinde yok eden bir kurum olarak "modern devlet", daha da somut olarak, kendi "âli" menfaatlerini farklılıkları reddeden "ulus"a bağlama iddiasında olan "ulus-devlet", Cumhuriyet'in ilkelerini çarpıtan bir kurum olarak karşımıza çıkmaktadır.
Uluslarüstü, kozmopolit bir demokrasi hedefine bağlı olarak, farklılıkların eşit ve özgür siyasi birlikteliğine imkan veren bir yönde gelişmesi gerektiğini düşünen ve bu yönde siyasi emek harcamakta olan Avrupa bunu, Cumhuriyet'i, Fransız Devrimi'nin "özgürlük, eşitlik kardeşlik" renklerinden yeniden okuyarak gerçekleştirmek istiyor.
Gerçekten cumhuriyetçi bir anayasa
1923'teki ilanından bu yana, her anayasasının birinci maddesine "Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir" hükmünü koymuş olan Türkiye ise, Avrupalı bir Cumhuriyet olmak yerine, yine Anayasasına yerleştirmiş olduğu, gerçekten çok garip bir ifade ile, Devlet'e "Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak" görevini veriyor.
Devlet de, Cumhuriyet'i korurken (ve de kollarken), pek de Cumhuriyetçi davranmayabiliyor.
Devrim'in 218. yıldönümünde, Türkiye'deki Cumhuriyet manzarasının tahakküm içeren unsurlardan arınması için herhalde Cumhuriyet'in Devlet tarafından korunmaması gereken bir temele kavuşturulmasını talep etmek gerekiyor.
Bu talebin gerçekleşmesi, yeni dönemde yeni ve gerçekten Cumhuriyetçi bir anayasayla mümkün olabilecek mi? Devrim'in yıldönümünde Türkiye toplumunun temel sorunu belki de bu sorunun cevabında saklı. (LK/TK)