Tarih kitaplarında o yıllar bir gün böyle yer alacak! Bugün içinse, şimdi tarih kitaplarında yer almayan bir kesiti A.Tuncer Sümer "Devrim"de, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu'nun (THKO) mücadelesini, anıları ve topladığı belgeleriyle sunuyor.
Sümer için 31 Mayıs'ın anlamı büyük. O, 41 yıl önce bugün Nurhak Dağları'nda çatışanların yoldaşıydı. O gün Sinan Cemgil, Kadir Manga, Alpaslan Özdoğan öldürüldü. Mustafa Yalçıner, ağır yaralandı, Hacı Tonak yakalandı. Ahmet Erdoğan ve Metin Güngörmüş kaçmayı başardı. Sümer ise geride kalan 14 kişilik ekibin başındaydı.
"Devrim" bugünden itibaren kitapçılarda.
Şimdi sözü Sümer'e bırakalım, "Devrim"i ve Nurhak'ı ondan dinleyelim.
Kitabı nasıl hazırladınız?
Bu kitabı yeni düşünmedim. 1971'de Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi'nde 2. THKO davasında yargılanırken duruşmaların zabıtlarını almaya başladım. Cezaevinden çıkınca da belge toplamayı sürdürdüm.
Kitap 640 sayfa. İlk 125 sayfada THKO'nun kuruluş öyküsü ve anılarım var. Kalanı da belgelere dayanıyor. Savunmalar, emniyet ifadeleri, gazete sayfaları, Türkiye Devriminin Yolu broşürü ve İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi'nin İçişleri Bakanlığı ile yazışmaları da kitapta mevcut. Bazı belgeler de ilk kez yayınlanıyor.
"Onlar benim gözümde hala genç yoldaşlarım"
En çok hangi bölümde zorlandınız?
En çok anılarımı yazarken zorlandım. Çünkü çok anım vardı ve bahsettiğim arkadaşlarımın hepsini kaybettik. Ama onlar benim gözümde hala genç yoldaşlarım.
Yaşadıklarımızdan hangisini koyarsam daha doğru olur diye düşündüm. Anıları doğru hatırlamak ve yazmak zorundaydım. Çünkü topluma karşı sorumluluğum var. İşin bir de duygusal kısmı vardı. Ama ileride kronolojik olarak anılarımı yazmayı düşünüyorum.
41 senelik emeğin üzerine, neden kitabı şimdi yayınladınız?
Son yıllarda o dönemi anlatan çok sayıda eser çıktı. Kitaplarda, dönemi anlatan film ve dizilerde, hatta belgesellerde sanki ister istemez duygusal yan daha ağırlıklı gibi. İdeolojik kısım pek öne çıkarılmıyor.
Bu yüzden belgeleri bir araya getirip ilk ağızdan sorulara cevap verecek bir ihtiyaç doğdu. Bu konudaki eserlere tabii ki karşı değilim; ne kadar çok eser, o kadar çok hatırlama, tartışma. İnsan memnun da oluyor. Çünkü böylece yoldaşlarımız gündemde oluyor.
"Hasbelkader yaşıyorum"
THKO nasıl bir ortamda kuruldu?
THKO'nun kuruluşu 1969'da başladı. 1969-70 dünyada önemli yıllardı. Latin Amerika'da, Afrika'da pek çok ülkede ve Uzak Asya'da Vietnam'da emperyalizme ve sömürgecilere karşı mücadeleler veriliyordu.
Türkiye'de de o dönemde mücadele hız kazanmıştı. Grevler, toprak işgalleri, öğrenci olayları, boykotlar, işgaller ve çatışmalar vardı. 1970'te sağda ve solda cunta çalışmaları yoğunlaşmıştı.
Bu koşullarda örgütlendik ve Filistin'den El Fetih'e haber gönderdik. Haber gecikince Hüseyin (İnan) harekete geçme kararı verdi. Yakın arkadaş olduğumuz için, ben de bu çalışmalardaydım. Önce bir örgüt evi tuttuk, orada Sinan (Cemgil) ve Taylan (Özgür) kaldılar. Sonra da Türkiye'yi dolaşıp ağımızı genişletmek için bir motosiklet aldık. Fakat bu arada Taylan vuruldu, sonra da Filistin'e kabul haberimiz geldi.
13 kişi Filistin'e gittik. Orada da katılanlar ve ayrılanlar oldu. Dört ay sonra, 31 Ocak 1970'de 16 kişi Türkiye'ye döndük ve 1 Şubat'ta 11'imiz Diyarbakır'da yakalandık.
Sekiz ay cezaevinde kaldık. O sürede Yusuf örgütlenme çalışmaları için motosikletle Türkiye'yi dolaştı. Cezaevinde gelen-gidenlerle konuşmalar, bildiriler, haberleşmeler sürdü. Adımız "Dağcılar"a çıktı. Çünkü yakalanınca, ifadelerimizde de "Dağa çıkacağız" demiştik. THKO böyle kuruldu.
Tahliye olunca Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) yurtlarında örgütlenmemiz sürdü ve kırsaldaki çalışmalarımız başladı. 1970'in Aralık ayından 12 Mart 1971 Muhtırası'na kadar arazi çalışmaları yaptık. Evlerde, mağaralarda kaldık. O dönemki banka soygunundan gelen parayla silahlar alındı.
Siz THKO'ya nasıl katıldınız?
Erzurum'da Türk Dili ve Edebiyatı okuyordum. Çocukluk arkadaşım Muammer Soysal 1964'te ODTÜ Öğrenci Birliği Başkanı oldu. Ben o zamanlar Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya'daydım. İki yıl orada okudum, sonra kaydımı Erzurum'a aldırdım. 1967'de Erzurum'a gidene kadar ODTÜ'den çok arkadaş edindim. O dönem Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesiydim. Sinan'ı oradan tanıyordum. Her Ankara ziyaretimde arkadaşlarımla irtibattaydım. Hepimiz devrimci ve sosyalisttik.
Dağa çıkmaya nasıl karar verildi?
Filistin'e giderken dağa çıkmaya karar vermiştik zaten. Ama Nurhak bir araştırmanın sonucudur. Çünkü orada "Dayı" lakaplı Mustafa Göçmen'in ve Teslim Töre'nin yardımı oldu. O yüzden o bölgeyi seçtik. O bölge Nurhak'a sınır olduğu için, Nurhak'ı aşıp Sırıklı Dağları'na geldik. Dolayısıyla adımız "Nurhakçılar"a çıktı.
Orada iç örgütlenmemizi oluşturduk. Sinan'ın gelişinden bir gün önce Deniz (Gezmiş) ve Yusuf (Aslan) yakalandı. Sinan gelince, oy birliği ile onu önder seçtik. Onun dışında öncü, orta ve artçı grup komutanımız vardı. Ben öncü grup komutanıydım.
THKO'nun eylemleri nelerdi?
İlk eylemi 29 Aralık 1970'te Amerikan Sefareti'nin önündeki iki polise açılan ateştir. Amaç gözdağı ve mesaj vermekti. Öldürmek için ateş etmediler. Onu İş Bankası Emek şubesi soygunu izledi. Sonra silah almak için girilen Balgat Amerikan tesislerinde, silah bulunamayınca bir çavuş bir gün alıkonuldu. Dört ABD'linin kaçırılmasından sonra olay patladı zaten. Cihan Alptekin'in başta olduğu İstanbul'da da fidye alma, banka soyma Eminönü arabalı vapuruna sabotaj gibi eylemler yapıldı.
Dağdaki yapılanmanın amacı neydi?
Halkı sömürenlere karşı yapılacak silahlı eylemlerle emekçi sınıfları bilinçlendirmekti. Bu sayede ileri unsurları bünyemize kazandırıp, parti çatısı altında sosyalizme gitmekti amaç. Dağdaki mücadeleleri araç olarak kullanıp Türkiye sosyalist yapılanmasını iktidara getirecek örgütü yaratacaktık. Kırsal alan askeri açıdan şehirlerden daha güvenliydi. Daha özgürdük ve dağlar bizimdi. O yüzden kırdan şehre doğru bir yapılanma geliştirdik.
Sizin 31 Mayıs'ınız nasıldı?
Kitabın iç kapağında "31 Mayıs 1971 ve 6 Mayıs 1972 anısına" yazdım. İki tarih de benim için anlamlıdır. 31 Mayıs'ta kaybettiğimiz yoldaşlarımlaydım. Nurhak'taki grubun lideri Sinan'dı, yardımcısı da bendim. Nurhak olayının bu kadar içindeydim.
Nurhak'ta kaç kişiydiniz?
Gelenler, gidenlerle toplam 35-40 kişi civarındaydık. Ama Sinanlar vurulduğunda 21 kişiydik. Kürecik'teki Radar Üssü'nü basmak üzere eylem kararı aldık. Fakat sonra beni gruptan çıkardılar ve yedi kişi gittiler. Hatta bu olay, kitapta Yargılanma bölümünde geçiyor. "Hasbelkader yaşıyorum" diyebilirim.
Dağdaki süreç nasıldı?
Yaklaşık üç ay dağda kaldık. Gerilla yeri yurdu olmayan insandır. Bizim de dağda belli bir yerimiz yoktu. Hava soğuktu, yiyecek-içecek bulmak zordu. Yöreden insanlar bize yardım edip yiyecek getiriyordu. Ama çok fazla insanla ilişki kuramıyorduk. Çünkü kaçaktık ve mağaradan mağaraya dolaşıyorduk.
Ama hiçbirimiz yılmadık ve şikâyet etmedik. Çünkü inancımız vardı. Biz Türkiye'yi kurtaracaktık. Sömürücü sınıflara, Amerikan emperyalizmine karşı bağımsızlık mücadelesi verecektik. İnancımız çok büyüktü ve hepimiz yoldaştık. Bugün o sıkıntıları unuttuk; dostluklarımızı, esprilerimizi hatırlıyoruz.
Bu sürede grup eylem yapmak için acele etti. Eylem için acele etmek yerine, bir süre daha dağlarda saklansaydık efsane olurduk. Bunu bugün iddia ediyorum.
Neden?
Çünkü devamlı peşimizde olacaklardı ve gündemde olacaktık. O dönemde çok sükse yapmıştık. Halen daha o bölgede bu olaylar konuşuluyor. Mesela üç sene önce o bölgeyi gezdiğimde gençler bile olayları anlatıyordu.
Çatışan ekipte değildiniz. O gün neler yaşadınız?
Ben yargılanıp affedildikten üç gün sonra, 30 Mayıs akşamı yedi kişi eylem için yola çıktı. Sinan, geride kalan grubun lideri olarak beni bıraktı. Biz 14 kişi Sırıklı Dağları'nda kaldık. Ben onlara yolda 15 dakika eşlik ettim ve kucaklaşıp vedalaştık. Sonra biz Göksu Vadisi'ne indik. Ertesi gün öğlen haberlerinde Sinanların vurulduğunu öğrendik. Ölen üç yoldaşımın en son vedalaştığı kişi benim. Çünkü birbirleriyle vedalaşma fırsatı bulamadılar.
Olayları nasıl öğrendiniz?
Sabaha kadar uyanık olduğumuz için uyuyordum. Radyodan haberi duyan nöbetçi arkadaşlardan biri beni uyandırmış. "Kalk Tuncer! Sinanlar vurulmuş" dedi. Önce aptallaştım. Sonra olayı anladım.
Hemen toplantı düzenledik ve ağırlıklarımızı atıp yürümeye karar verdik. Sabaha doğru konakladığımızda bir çadır gördük. Oradan biri yanımıza geldi, bize yiyecek-içecek verdi. İsmini hatırlamıyorum, ama saygıyla anıyorum. Çünkü bizi ihbar etmedi ve yardım etti.
Etrafımızda jandarmalar vardı ve baskı altındaydık. Binboğalar'a gitmeyi düşünüyorduk ama uzaktı. Geriye de dönemezdik. Oy çokluğuyla dağılıp, sonra tekrar toplanmaya karar verdik. Bugün kararımızın doğru olduğunu düşünüyorum.
Çünkü silahlarımız derme çatmaydı, lojistik desteğimiz yoktu. Tanımadığımız yerlerde ihbar edilme riskimiz yüksekti. O kararı vermeseydik ölebilirdik, yakalanabilirdik. Zaten üç kişiyi kaybetmiştik, dört kişi de yakalanmıştı.
Dağıldıktan sonra neler yaptınız?
Haziran'da tekrar Filistin'e gittim. Çünkü çember daralmıştı. 9 Ekim'de idam kararları verilince Türkiye'ye döndüm ve 17 Ekim'de yakalandım.
O zaman Filistin'de Yaser Arafat'ın önderliğinde El Fetih vardı. Marksist Leninist Ebu Cihad da siyasi sorumlusuydu. Türkiye'ye dönmeden önce Ebu Cihad'a gittim ve idam kararlarını anlattım. O da belindeki tabancayı söktü ve bana verdi. Onu belime takıp geldim.
1 Şubat 1975'e kadar cezaevindeydim. Sonra Halkın Kurtuluşu saflarında yer aldım. Bir buçuk sene sonra ideolojik farklılıklar ortaya çıktı ve ayrıldım. Sonra hiçbir siyasi partiye veya gruba girmedim.
Malatya'da bir polis yaralamasından ötürü, 1977'de beş yıl ceza aldım. Ama benim dışımda bir olaydı ve kısa süre beraat ettim. 1979'da Genel İş Sendikası'na girdim, 12 Eylül'de işten atıldım. 2008'de emekli olana dek farklı işlerde çalıştım. Emekli olduktan sonra da, kitabımla ilgilenmeye başladım.
"Yoldaşlarımız yaşasalardı, Türkiye farklı olurdu"
Geriye baktığınızda o günleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
6 Mayıs'ta, 31 Mayıs'ta ve farklı tarihlerde kaybettiğimiz yoldaşlarımız yaşasalardı, bugün Türkiye solu ve Türkiye farklı olurdu. Çünkü onlar tarihi değiştirebilecek yetenekteydiler. Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya gibi arkadaşlar da çok önemli değerlerdi.
Şu anda Denizler, Sinanlar başka taraflara çekilmeye çalışılıyor. "Kemalist'ti, Atatürkçüydü" denilerek devrimcilikleri bir yana bırakılıyor. Oysa onlar Marksist Leninist'ti ve Türkiye'de sosyalist düzeni kurmak için yola çıkmışlardı.
Kitabın sonunda onların son sözlerini vererek bu durumu anlatmaya çalıştım. Çünkü o sözler idam sehpasında tesadüfen söylenmedi. O sözlerde mesajları ve ideolojileri vardı. Bugün Hüseyin'in "Bu bayrağı Türkiye halkına emanet ettim" sözü, tahrif edilmeye çalışılıyor. Hüseyin duysa çok öfkelenirdi. Çünkü o şovenist, milliyetçi değildi. O "Türk halkına" demedi. Bu, önemli bir ayrımdır.
THKO, dünyadaki ulusal kurtuluş hareketleriyle ilişki kurmaya çalışıyordu. Mesela Deniz o dönemde Almanya'dan öğrenci liderlerinden Rudi Dutschke ile ilişki kurmuştu.
Hasan Cemal de dâhil bazıları "Herkes cuntacıydı, Deniz de cuntacıydı" dediler. 9 Martçılar sol darbe için çalışırken, biz kırsalda depolama yapıyorduk. Mihri Belli acele etmememiz için haberler gönderiyordu. O bakımdan THKO önderleri için cuntacılık suçlaması doğru değildir.
O dönemlerde TCK'nın 141-142 ve 146. maddeleri meşhurmuş. Şimdi ise gazeteciler, yazarlar, aydınlar terörle ilgili maddelerden cezaevindeler. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
O zaman komünizmle mücadele için o maddeler vardı. Aydınları, yazarları, avukatları o maddelerden alıyorlardı. Sonra kampanyalar yapıldı ve o maddeler kaldırıldı. Şimdi o maddelerin devamı başka maddeler var. Hiçbir şey değişmemiş. Kitaba 1968'den 72'deki idamlara kadar 35 gazete sayfası ekledim. Sadece o sayfalara bakanlar bile, haberlerin bugünkü haberlerle benzerliğini görebilirler. Olaylar bu kadar benzeşiyor. Gözaltılar, tutuklanmalar, boykotlar, grevler, işgaller... Türkiye'de olaylar hiç durmuyor. Biz de tarihe not düşmeye çalıştık. (EG)