SRC Yayınevi, Karl Marx’ın gençlik döneminde (19 yaşında) kaleme aldığı; ancak tamamlamadığı “Scorpion ile Felix” kitabını yayımladı.
Sabri Gürses’in Türkçeye çevirdiği ve Marx'ın 1837 yılında kaleme aldığı notlardan oluşan kitap, hayaller kuran ve mizahın sınırlarında dolaşan bir Marx’ın izlerini taşıyor.
“Sabri Gürses’in çevirisiyle Türkçeye kazandırılan bu eser, mizahın gücüyle burjuvaziye karşı duran, Tristram Shandy gibi bir İngiliz klasiğine selam gönderen ve kahramanlarıyla felsefi tartışmalara girişen bir Marx’ın varlığını ortaya koyuyor. Genç Marx’ın bu sıra dışı eseri, kapitalizmin krizlerinin derinleştiği günümüzde, mizahi bir devrimci perspektif sunuyor. Gürses’in önsözüyle eserin yazılış süreci ve Marx külliyatında nasıl göz ardı edildiği detaylı bir şekilde ele alınıyor.”
Kitap hakkında
“Scorpion ile Felix”, Felix’in iyimserliği ve mutluluk arayışı ile Scorpion’un eleştirel ve tehditkâr doğası arasındaki çatışmayı absürd bir şekilde işler. Bu karşıtlık, Marx’ın insanlık durumu ve toplumsal yapı üzerindeki erken dönem düşüncelerini edebi bir biçimde ifade eder.
Eser her ne kadar tamamlanmamış olsa da, Marx’ın gençlik dönemi yaratıcılığını ve mizahi yaklaşımını anlamak için değerli bir metin olarak kabul edilir.
Felix, isminin anlamıyla (Latince “mutlu” veya “şanslı”), iyimserliği ve mutluluk arayışını temsil eder. Marx, bu karakterle bireyin yaşamda mutluluğu bulma çabalarını, toplumsal ve bireysel çatışmalar içinde mizahi bir şekilde ele alır.
Scorpion ise tehlike, çelişki ve eleştirel düşünceyi temsil eden bir figür. Akrep figürü, Felix’in “şanslı” kimliğine karşı bir tehdit veya ona meydan okuyan bir zıtlık olarak konumlanır.
İzleme önerisi
“Genç Karl Marx” (Le Jeune Karl Marx), 2017 yılında vizyona giren, Raoul Peck’in yönettiği biyografik film.
Marx’ın hayatının erken dönemine odaklanan film, onun politik düşüncelerinin şekillenmesini, Friedrich Engels ile dostluğunu ve eşi Jenny von Westphalen ile olan ilişkisini anlatır. (TY)
Kürtlerin kültürel mirasını modern dokunuşlarla dünya sahnesine taşıyan modacı Lara Dizeyee, Kürt kadınlarının sesini duyurmayı, güçlerini onurlandırmayı ve renkli kültürlerini dünyaya tanıtmayı hedefliyor.
Bu yıl eylül ayında düzenlenecek Milano Moda Haftası’na davet edilen ve geleneksel Kürt kıyafetlerini uluslararası sahneye taşıyan ilk Kürt moda tasarımcısı Lara Dizeyee’nin farklı işlerden modaya uzanan bir serüveni var.
Dizeyee, Avusturya'nın Viyana şehrinde doğdu ve Amerika'nın Virginia eyaletinde bulunan George Mason Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nden mezun oldu.
Uzun bir zamandır Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin (IKBY) başkenti Erbil'de yaşayan modacı, aynı zamanda Kürdistan Kültür Elçisi unvanına sahip.
İngilizce, Kürtçe, Farsça, Arapça ve Almanca bilen tasarımcı, 11 yılı aşkın bir süredir Erbil’de petrol ve gaz uzmanı olarak çalışıyor.
Dizeyee’nin Dream (Rüya), Fire (Ateş) ve Ocean (Okyanus) adlı üç koleksiyonu başta 2023 Paris Moda Haftası defilesinde olmak üzere birçok ülkede sergilendi.
Dizeyee, ikinci koleksiyonu olan Fire'ı İranlı yetkililer tarafından "uygunsuz kıyafet" giydiği gerekçesiyle tutuklanıp gözaltında öldürülen 22 yaşındaki Jîna Mahsa Amini'ye adadı.
Her koleksiyonuna yaratıcı isimler veren Iraklı Dizeyee’nin canlı renkler, girift desenler ve geleneksel motiflere dayalı tasarımları; Forbes, Vogue Arabia, Elle, Harper’s Bazaar, L’Officiel, Madame Figaro gibi birçok büyük moda yayınının dikkatini çekti.
Geleneksel Kürt kıyafetlerini uluslararası sahneye taşıyan tasarımcı Dizeyee ile modaya uzanan serüvenini konuştuk.
“Hayalleri gerçeğe dönüştürme zamanı geldi”
Daha önce birçok farklı işte çalıştınız. Modaya ilginiz nasıl başladı, sizi aniden bu tutkuya yönelten ne oldu?
Moda, küçük bir kız çocuğuyken dahi benim bir parçamdı. Derinden sevdiğim ve diğer kariyer yollarını keşfederken bile asla bırakmadığım bir şey. Moda eğitimi almadım ama her zaman doğal bir gözüm vardı. İçgüdüsel olarak bir görünümü nasıl tasarlayacağımı, nasıl bir araya getireceğimi ve parlatacağımı biliyordum. Arkadaşlarım arasında tavsiye için başvurulan kişi bendim, etkinliklerde ne giyecekleri konusunda her zaman bana danışırlardı. Onların özgüvenli ve güzel hissetmelerine yardımcı olmayı severdim.
Yıllar geçtikçe, zihnimde sürekli tasarım yaptığımı, hayata geçirmek istediğim parçaları hayal ettiğimi fark ettim. 2022'de kalbimi takip etme ve hayallerimi gerçeğe dönüştürme zamanının geldiğine karar verdim. Tasarımlarımı hayata geçirmek ve dünyayla paylaşmak için kendi giyim markamı yarattım. Bu benim için inanılmaz bir yolculuktu ve gerçekten tutkulu olduğum bir işi yaptığım için çok mutluyum.
“Kürt kıyafetlerine evrensel bir çekicilik kazandırmak istedim”
Kürt kıyafetlerini özgün bir şekilde tasarladığınızı görüyoruz. Kürtlerin kültürel kıyafetlerini nasıl tanımlarsınız? Yerel kıyafetlerin de giyildiği Irak'tansınız. Bunları dünyaya tanıtmak neden önemli?
Kürt kıyafetlerini değiştirmedim; kişisel dokunuşlarımla onları parlatmaya çalıştım. Kürt kostümleri her zaman kültür, güzellik ve gelenek açısından zengin olmuştur, ancak bunların potansiyelleriyle sergilenmediğini hissettim. Bu giysileri geliştirmek, köklerini onurlandırırken göz alıcı ve modern hale getirmek için bir fırsat gördüm. Amacım yalnızca Kürt halkı tarafından değil, aynı zamanda dünyadaki diğer kişiler tarafından da giyilebilecek tasarımlar yaratmaktı. Lüks kumaşlar kullanarak, karmaşık ayrıntılara dikkat ederek ve gerektiğinde içinde bir fikir barındıran iyileştirmeler yaparak, Kürt kıyafetlerine evrensel bir çekicilik kazandırmak için genel görünümü cilaladım.
Dünyanın Kürt kostümlerinin ne kadar çarpıcı olduğunu görmesi bence çok önemli. Birçok kişi Kürt kıyafetlerinin canlı, renkli ve zarif tasarımlarına aşina değildir. Modanın sınırları aşma gücü var ve ben bunu kullanarak bu güzel giysileri küresel bir kitleye tanıtmak istiyorum. Bu yüzden Kürt kostümlerinin güzelliğini, zarafetini ve kültürel önemini dünyayla paylaşmak ve gerçek sanat için takdir edilmelerini sağlamak için Kurdish Haute Couture serimi yarattım.
“Kürt elbiseleri ilk kez bu kadar önemli dergilerde”
Kürt kültürü ve kıyafetleri dünyada nasıl karşılandı? Paris Moda Haftası ve oradaki ilgi nasıldı?
Tepkiler inanılmazdı, insanlar hayran kaldı ve Kürt kültürünün, kıyafetlerinin zenginliğine ve güzelliğine aşık oldu. Paris Moda Haftası'na katılan ilk Kürt tasarımcı olma onuruna eriştim ve izleyiciler tasarımların canlı renkleri, karmaşık detayları ve kültürel önemi karşısında büyülendi. Dünyanın en prestijli podyumlarından birinde hayata geçirilen, sanat ve mirasın renkli bir kutlamasıydı.
Tasarımlarım ve moda şovum Forbes, Vogue Arabia, Elle, Harper’s Bazaar, L’Officiel, Madame Figaro ve daha birçok büyük moda yayınının dikkatini çekti. Bu çığır açıcı bir andı çünkü Kürt elbiseleri ilk kez bu kadar önemli uluslararası dergilerde yer alıyordu. Kürt kültürünü küresel bir sahnede sergileyebildiğimi ve geleneksel kostümlerimizi dünya haritasına ekleyebildiğimi bilmekten büyük gurur duyuyorum. Kürt mirasına ve tasarımına yönelik böylesine bir coşku ve takdir, benim için gerçekleşen bir rüyaydı.
“Umarım yolculuğum Kürt kadınlara ilham verir”
Kürdistan Kültür Elçisi unvanını aldınız. Bu size nasıl hissettiriyor?
Kürdistan Kültür Elçisi unvanını almak benim için inanılmaz bir onur ve yolculuğumda gurur verici bir andı. Süleymaniye Üniversitesi, Kürt kültürünü tanıtma çabalarımı ve bunu yaparken elde ettiğim başarıyı takdir etmenin bir yolu olarak bana bu önemli unvanı verdi. Bu, fahri bir unvan; ancak benim için derin bir anlam taşıyor. Bu tanınma, Kürt mirasının güzelliğini küresel bir sahnede sergilemek için gösterdiğim sıkı çalışmanın ve özverinin kabul edildiğini simgeliyor. Ayrıca tutkunuzu takip etmenin yalnızca kendinizde değil başkaları üzerinde de yaratabileceği etkinin bir hatırlatıcısı.
Umarım yolculuğum genç Kürt kızlarına büyük hayaller kurmaları, kendilerine inanmaları ve gökyüzünün gerçekten sınırsız olduğunu anlamaları için ilham verir. Hayallerinizi gerçekleştirmek sizinle başlar ve azim ve inançla her şey mümkündür. Bu unvan beni Kürt kültürünü dünyayla paylaşmaya ve başkalarının kendi yollarını güvenle takip etmelerine güç vermeye teşvik ediyor.
“Kültürümün zenginliğini kutlamayı hedefliyorum”
Birçok yerde ilhamınızı Kürt kadınlarından aldığınızı dile getirdiniz. Bu tasarımları başka nerelerde göreceğiz? Gelecekteki planlarınız neler?
Kürt kadınları her zaman güç, dayanıklılık, cesaret ve barışın sembolü olmuştur. Cesaretleri, güzellikleri ve sarsılmaz kararlılıkları beni gururlandırıyor. Sadece kendileri için değil, tüm Kürt halkının geleceği için hayatlarını riske atıyorlar ve fedakârlıkları bana derinden ilham veriyor.
Yarattığım her tasarım bir hikâye anlatıyor; umut, sevgi, tutku, barış, cesaret ve birlik hikâyesi. Bu yüzden her parçaya, ona ilham veren hikâyeye göre isim veriyorum. Tasarımlarımla Kürt kadınların seslerini yükseltmeyi, güçlerini kutlamayı ve kırılmaz ruhlarını, renkli kültürlerini dünyaya hatırlatmayı amaçlıyorum.
Eylül 2025'te Milano Moda Haftası'na katılmaya davet edildiğimi duyurmaktan heyecan duyuyorum! Bu, yeni tasarımlarımı sergilemek ve bunları küresel bir sahnede sunmak için inanılmaz bir fırsat.
Ancak gösterinin yüksek maliyetleri nedeniyle şu anda bu defileyi gerçeğe dönüştürmek için sponsorlar arıyorum. Gerekli desteği sağlamak, gösteriye devam etmeme izin verecek.
Koleksiyonum aracılığıyla tasarımlarımın güzelliğini öne çıkarmayı ve kültürümün zenginliğini kutlamayı hedefliyorum. Dünyanın her yerinden insanların eserlerimi kucakladığını ve takdir ettiğini görmek benim hayalim.
Çalışmalarını ağırlıklı olarak Diyarbakır ve çevresindeki Kürt illerinde sürdürmektedir. Meslek hayatında, Gazete Duvar, MLSA, 5Harfliler, Kadın İşçi, 9. Köy ve Fikir Gazetesi gibi pek çok platformda haberleriyle...
Çalışmalarını ağırlıklı olarak Diyarbakır ve çevresindeki Kürt illerinde sürdürmektedir. Meslek hayatında, Gazete Duvar, MLSA, 5Harfliler, Kadın İşçi, 9. Köy ve Fikir Gazetesi gibi pek çok platformda haberleriyle yer aldı. Bağımsız gazetecilik anlayışını benimseyen Evrim Deniz, kadın emeği, insan hakları ve toplumsal adalet gibi konulara odaklanmaktadır. Şu anda Bianet’in Diyarbakır muhabiri olarak görev yapmaktadır.
36. Trieste Film Festivalinde gösterilen “Yarınların 11’leri: Berlinale futbolla buluşuyor” adlı belgeselin Fas’taki futbol hastalığıyla alakası var mıdır?
Fas’ta kısa bir süre önce geçirdiğim bir ay boyunca kadınların bir kısmının başının açık, bir kısmının ise kapalı olduğunu gözlemledim. Büyük kentlerde başı açık olanlar daha çok dikkatimi çekerken, taşrada alınlarındaki saçları tamamıyla kapatmasa da başını örtenlerin sayısı fazlaydı.
Sahra çölüne doğru yol alırken kırsal kesim olarak adlandırabileceğim coğrafyada kadınların başını ve tüm vücudunu kaplayan çarşafımsı kumaşlar manzaranın esas unsurları halindeyken arada bilhassa kurumlarda çalışan bazı hemcinslerinin “Avrupai” görünüşlerini gururla taşıdıklarını da fark ettim.
Turist tuzaklarına asgari seviyede düşmek üzere Fas seyahatimin son iki haftasını huzur içinde geçirmeyi başardığım Zagora’da da vaziyet aynıydı.
Fakat benim için esas mesele sokakta kadınların tek tek veya grup halinde oldukları zaman bile benimle göz temasından kaçınmalarıydı. Ülkede kadına yönelik şiddetin, tecavüz ve cinayetlerin sık sık yaşanması bir yana, tanımadıkları bir erkeğe selam vermemek üzere adeta başlarını eğmeleri bence bariz bir baskının işaretiydi.
Onları rahatsız eden bir erkek figürü daha olmamak için İstanbul terbiyesinden kaynaklanan alışkanlıklarımı bastırarak kendimi sindirdiğim oluyor, fakat arada dayanamayarak kısaca “Selam Aleyküm”ü telaffuz ettiğimde bazılarının coşkulu “Aleyküm Selam”ına mazhar oluyordum.
Yüzlerinde güller açanlar bile olurken bazıları hızlı bir şekilde bir şeyler mırıldanıyor ve sanki “El âlemin erkeğine neden selam verdin?” suçlamasına maruz kalmamak için hızla uzaklaşıyordu.
Bu karşılaşmaların tümü muhtelif devlet dairelerinin, nezih La Palmaraie otelinin ve bilumum dükkânlarla restoranların bulunduğu kasabanın ana caddesindeydi ve “Beyaz Batılı turist” imajıma uygun olarak ülkenin sömürgecilerinden Fransızlar’ın “Bonjour”una bile bazen hiç cevap alamıyordum.
Anladığım kadarıyla daha çekingen olan Berberi kadınlar canlı renklerden müteşekkil işlemelerle süslü simsiyah kumaşları bedenlerine doluyor, Arap kökenli Faslı kadınlar ise bilhassa Moritanya malı kumaşların estetiğiyle beni cezbediyorlardı. Ülkeyi yönetenlerin mümkün olduğunca “hür”, “demokratik” ve “ilerici” bir toplum arzuladıkları kesindi, fakat cinsiyetler arasında “eşitlik” mevzubahis olduğunda sanki ataerkil gelenek ve kendini her fırsatta hissettiren din unsuru, kadını sessiz, silik ve itaaatkâr bir figür olarak görmeyi tercih ediyordu.
Oysa bilhassa sokaklarda yüksek bir yüzdeyle çoğunluğu oluşturan erkekler öyle miydi?
Tamam, sanki tümüyle turizme adanmış nadide Mağrip diyarında erkekler de fazla taşkınlık yapamıyor, mutlak otorite olan krala hürmetlerini daima koruyarak ülkenin imajına halel getirmemeye ihtimam gösteriyorlardı. Bu arada Batılı erkek kıyafetlerini kendine yakıştıranlarda geleneksel kıyafet giyenlere kıyasla sanki hafif bir üstünlük, benimle de denklik aurası yaydıklarını hissetmedim desem yalan olur!
Muntazaman öğlen yemeklerimi yediğim küçük restoranda müşteri skalası yukarıdakilerin adeta tümünü kapsıyor, menüden pek memnun olmasam da genelde tek turist olmanın ayrıcalığını doya doya yaşıyordum.
Bir de, ergenliğimden beri ilk defa bu kadar çok futbol karşılaşmasına maruz kalmama sebep olan devasa ekranlı televizyon vardı.
Akşam yemeği için dadandığım diğer mekânda da heyula gibi bir televizyon vardı; hatta mühim bir maç olduğunda müşteri çekmek üzere kaldırımdaki masalara oturanların izleyebilmesi için restoranın dışına taşınıyordu.
Futbol seyretmeyeli beri kamera cambazlıklarının ne kadar da ilerlemiş olduğunu hayranlıkla gözlemliyor, yalnız millî ligin değil, tüm gezegenden maçların neredeyse her gün televizyon yayınlarında ne kadar geniş zaman dilimlerini kapladığını şaşırarak fark ediyordum.
Kahvaltı ettiğim salonda bile erkekler sabah sabah futbol seyrediyor, gayet fiyakalı stüdyolarda kalantor bazı futbol yorumcuları, adeta Olimpos tanrıları edasıyla her bir pozisyonu didik didik ederek birbirinden prestijli maçların üzerinden geçiyorlardı.
Ülkedeki sefaleti unutturmak için futbol malum toplumsal afyonluğunu burada da yerine getiriyor, sanki dinle ulaşılamayan uçlara layıkıyla dokunuluyordu.
Televizyon stüdyosundaki futbol uzmanlarının arasında başı açık sunucu kadınlar da yok değildi; ne de olsa Fas Hollywood’u bile her an misafir edebilecek kadar “ilerici”, “cömert” ve “hoşgörülü” bir memleketti.
Fakat ne yalan söyleyim, Zagora’daki son günümde öğlen müdavimi olduğum mütevazı mekâna girdiğimde karşımda bir erkek futbol takımının soyunma odasını görünce etrafımdakilerin adına nedense ben utandım. Uzun zamandır kendi bedenim dışında çıplak insan vücudu görmemiş olduğum için olsa gerek, üstü çıplak futbolcuların yakın plan çekimine toslayınca gözlerim sanki yuvalarından fırladı. Mevzubahis topçular zafer sarhoşluğu içinde sevinçlerini hoyratça dışa vuruyor, kameraman uzakta pasifçe durmadığı gibi sanki aralarından sürtünerek geçiyordu.
Anlaşılmıştı: bu diyarda kadın mümkünse kapalılık geleneklerine uymakla mükellefken, erkek milletinin kaslı ve dövmeli eti millî yayın yapan televizyonda serbestçe teşhir edilebiliyordu…
Futbol birleştirici bir spordur
2024 Avrupa Futbol Şampiyonası ya da yaygın adıyla UEFA Euro 2024’ü Almanya’nın organize edeceği duyurulduktan sonra Berlin Film Festivali güdümünde çekilmiş belgeselde ise bir istisna hariç, çıplaklık dozu yok denecek seviyede. Ne de olsa 11 kısa filmin kahramanlarının çoğu ergen, hatta bazıları kız ve oğlan çocukları; mevzuya dair dünya çapında herkesçe ihtimamla korunması gereken hassasiyet ancak bir kez, genç erkeklerin soyunma odasında adeta eşikten döndürülüyor desem yeridir.
Yarınların 11’leri: Berlinale Futbolla Buluşuyor (Elf mal morgen: Berlinale meets fussball) adlı 2024 Almanya yapımı 108 dakikalık filmde Münih Üniversitesi Sinema Televizyon öğrencilerinden müteşekkil 11 küçücük ekip, yarınların büyüklerini istikballe alakalı en çok hayal kurdukları dönemde hassasiyetle filme alıyor. Dünyanın en yüksek sayıda futbol klübüne sahip olduğu söylenen “futbol” diyarlarından Almanya’nın muhtelif amatör kulüplerini bu mütevazı belgeseller aracılığıyla böylece tanımış oluyoruz.
Futbolun bir ortak payda, bedensel ve sosyal olarak gelişme arenası olarak görüldüğünü, gelecekteki bazı sağlam münasebetlerin temellerinin sözkonusu kulüplerde atılabildiğini hissediyoruz.
Enteresan olan, genç sinemacıların birçok filmde belki daha cazip buldukları, memleketin azınlıklarının kurduğu futbol kulüplerine eğilmeleri. Mesela Türkiyemspor Berlin 1978, K.S. Polonia Hamburg 1988, TSV Maccabi München, F.C. Espanol München veya ISC ALHilal Bonn.
Bu sonuncusunun uluslararası iddiasına ve Müslüman ağırlıklı olmasına rağmen ekibinde hiç Türkiyeli kız çocuğuna rastlamayışımız şaşırtıcı.
Türkiyemspor’da da, en azından filmin çekildiği dönemde Türkiyeliler’in azınlıkta olması neye delalet?
Belgeselin parçası olan bir diğer kısa filmde Polonya kökenlilerin kurduğu spor kulübüne, Rusya’nın işgaliyle başlayan Ukrayna savaşından ötürü bir çocuğun dahil olması aktarılıyor. Zamanla Ukrayna kökenlilerin kulüpteki varlığının artması sporun kapsayıcı ve birleştirici gücünü bir kez daha ispat ediyor.
Fakat ne yazık ki, belgeselin genelinde genç futbolcuların takım ruhunu ve enerjisini azami seviyeye taşımak üzere bir çember oluşturduklarında topluca haykırışları kulakları epey tırmalıyor.
Festival vesilesiyle Trieste’de hazır bulunan kadın yönetmenlerden biri Berlinale’deki prömiyer sırasında 11 film ekibi ve 11 futbol takımının buluşmasının ne kadar değerli bir an olduğunu hepimize layıkıyla hissettirdi.
11 bölüm içindeyse bence en manalısı, Almanya’nın yüzyıllardır asimile etmeye çalıştığı Sorblar’ın SG Croswitz 1981 adlı takımı hakkında olanıydı. Batı Slavları’na dahil halklardan Sorblar Surbi dilini konuşan ve devleti bulunmayan tek Slav topluluğu. Bilhassa Nazi döneminde kimlikleri yok sayılan, gittikçe küçülen bir azınlık topluluğu. Ana dillerini yavaş yavaş yitiriyorlar, okulları eskiye göre pek az.
Gayet ciddi, disiplinli ve çalışkan bir ergen oğlan eski çalıştırıcılarının özlü sözünü kameraya bakarak iletmekten çekinmiyor: “Herkes 11 kişiye karşı 11 kişi oynar, biz 11 kişiyiz ama 13 kişiye karşı oynarız: hakem ve seyirci de karşı takımın parçasıdır!”
Sahi, İstanbul’a futbolu tanıtan ve sevdiren azınlıkların şanlı spor kulüplerine ne oldu, alakadar olan, hatırlamak isteyen var mı?
Fotoğrafların tümü “Yarınların 11’leri: Berlinale futbolla buluşuyor” belgeseline aittir. (MT/TY)