"Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında/ Bir teneffüs daha yaşasaydı tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür / Devlet dersinde öldürülmüştür" demiş, Ece Ayhan.
Ayhan bu şiiri 1970 yılında yayınlamış. Üzerinden 36 sene geçmiş. Hala güncelliğini koruyor. Çünkü devletin bu dersi seçmeli değil, zorunlu. Bu coğrafyada çocuklar öldürülüyor. Kiminin ismini duyuyoruz, kiminin varlığından bile haberimiz olmuyor. Hiç iz bırakmamışlar gibi yok ediliyorlar.
Gazeteci Gökçer Tahincioğlu, Devlet Dersi kitabında bu çocukların hikayelerini anlatıyor. Hepsini değil elbette.
Fakat hepsini yazamasak da, okuyamasak da o çocuklar için, bu dersin kaldırılması için daha çok bağırmak gerekiyor. Bağıran isimlerden biri Tahincioğlu ile Devlet Dersi kitabını konuştuk.
Devlet Dersi'ni Gündem Çocuk Derneğiyle birlikte hazırladınız, bu teklif nasıl geldi?
Gündem Çocuk Derneği, uzun yıllardır çocuklara yönelik hak ihlallerini takip ediyor, çocukların duruşmalarına gidiyor, raporlarla bunları kamuoyuna duyurmaya çalışıyor. Bu yıl Gündem Çocuk’ un 10. yılı. Bu kapsamda çocuklara yönelik hak ihlalleri ile ilgili bir çalışma yapma niyeti vardı. Dernekteki arkadaşlarımızla bu kapsamda ne yapılabileceğini konuşurken hem onların takip ettiği dosyalardan hem benim daha önce yazdığım bazı dosyalardan bir kitap yapma düşüncesi ortaya çıktı. Dosyalar belirlendi ve daha sonra yazım sürecine başladık. Erhan Muratoğlu da müthiş çizimleriyle kitaba katkı verdi.
Kitabı çocukların avukatı Tahir Elçi'ye de ithaf ettiniz, sizin de belirttiğiniz gibi kitabın yayınlanması Tahir Elçiyi kaybettiğimiz günlere denk geldi. Tahir Elçi öldürülmeseydi kitapta hikâyeleri yer alan bu çocuklar ve aileleri için süreç değişir miydi?
Bunu söylemek çok kolay değil. Zira devletin cezasızlık politikasını değiştirmek çok kolay değil. Ancak Tahir Elçi o çocukların dosyalarını sahipsiz bırakmıyor, o kentten bir diğerine sürekli koşuşturuyor, bu dosyaların sahipsiz olmadığını gösteriyordu. Tahir Elçi gibi birçok avukat, Gündem Çocuk Derneği, farklı sivil toplum kuruluşları da bu dosyaları takip etmeye çalışıyor. Tahir Elçi'nin eksikliğini de doldurmak için ayrıca gayret sarf ediyor. Tahir Elçi'nin yeri elbette doldurulamaz, yokluğunun yarattığı boşluk çok büyük. Dosyalardaki ağırlığı, deneyimi, mağdurlara ve ailelelerine olan yakınlığı her biri birer büyük boşluk olarak duruyor. Ama Elçi de elbette bu dosyalarla ilgili bugünden yarına hemen sonuç alınamayacağını biliyor, buna rağmen inatla ve ısrarla mücadelesini sürdürüyordu. Cezasızlık kültürüyle mücadele günübirlik ve sonu gelen bir mücadele biçimi değil, maalesef. Her an devam eden, dosyaların çok azından sonuç alabildiğiniz bir mücadele alanından söz ediyoruz. Tahir Elçi ise bu mücadelenin en önemli aktörlerinden birisiydi. Hedef haline gelmesinin sebeplerinden biri de buydu.
Abdullah Yaşa'nın hikâyesine baktığımızda Abdullah şikâyetçiyken sanık durumuna düşüyor, şikâyetçi olacakken kendini birden hesap verirken buluyor; aslında hemen hemen bütün cezasızlık hikâyelerinin temelinde bu var. Peki kitabı okuyanlar koşulsuz- şartsız inanabilir mi, Abdullah’ın yaşadıklarına?
Kitapta ısrarla anlattığımız şey, cezasızlık kültürünün size sürekli "ama" dedirtmeye çalıştığıdır. Orada bir hak ihlali dururken başka bir yeri işaret eder, bu kültür. Kitaptaki 19 ayrı hikayenin ortak noktası bu. Ancak çıplak bir gerçek söz konusu; devletin dava dosyaları. Dosyalar, aslında neyin ne olduğunu istemese de ortaya koyuyor. Tutanaklarla koyuyor, anlatımlarla koyuyor, geçilen aşamalarla koyuyor. Abdullah Yaşa'nın da diğerlerinin de hikayelerinde bu dosyalardan yararlanıldı ve tamamı gerçek.
Sizin de daha önce belirttiğiniz gibi Ceylan’ın ve Uğur'un hikâyelerini Ceylan’ın kocaman açılmış gözleriyle bildik, Uğur Kaymaz’ın da bedeninden çıkan yaşından büyük kurşun sayısıyla. Peki kitaptaki diğer çocukların hikâyelerini neye göre seçtiniz?
Kitapta çocukların yaşadıkları hak ihlallerini kategorik olarak ele almaya özen gösterdik. Ancak elbette hepsine birden yer vermek çok kolay değildi. Yaşam hakkı ihlal edilen çocukların hangi biçimlerde öldürüldüklerine baktık. Gaz fişeği ile öldürülenler, dur ihtarına uymadığı söylenenler. Mülteci çocukları ayrı bir kategori olarak ele aldık. Çatışma ortamında kalmaları nedeniyle öldürülen çocukları yine bir başka başlık olarak düşündük. Bunun yanında iş cinayetine kurban giden, okullardaki güvensiz ortam nedeniyle yaşamını yitiren çocukları ele aldık. Cinsel istismar mağduru çocukları, dayak mağduru çocukları, işkence mağduru çocukları da ayrı başlıklar olarak düşündük. Dosyaları seçmek ise daha zordu. Kimi başlıklarda sembol davaları, kimi başlıklarda hiç duyulmamış davaları ele almaya karar verdik. Önemli olan en çarpıcı biçimiyle bu hak ihlalleri anlatabilmekti, dosyaları da bu yönüyle ayrıştırdık. Çok sayıda dosya arasından seçim yapmak zorunda kaldık. Ne kadar seçsek eksik kalacaktı ve elbette öyle oldu.
Uğur Kaymaz’ın hikâyesinde Uğur Kaymaz’ın evine, orada PKK’lilerın bulunduğu istihbaratıyla "harekete geçiliyor." Benim aklıma Roboski geldi. Roboski’de de buna benzer bir istihbarat la harekete geçilmişti sizce de Uğur Kaymaz ile benziyor mu? Kürt çocukları için bu bir kader mi?
Kader ifadesi bu duruma karşılık gelmez sanırım. Ancak her iki olay da bu ülkedeki hak ihlalleri açısından çok trajik ve tarihe geçen örneklerdir. Uğur Kaymaz'ın öldürülüşü, bu ülke tarihinde örneklerine sıkça rastlanan ev baskınlarından birinin sonucudur. Bu baskınların tamamı şablon olarak birbirine çok benzer. Gelen istihbarat, çatışma iddiaları, yanında bulunan silah. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde benzer birçok örneğini de görebilirsiniz bu şablonun. Roboski ise bir başka vakadır bana kalırsa. Bombalama aşamasına kadar olanlar, uyarılara rağmen yapılan bombardıman ve dosyanın "kaçınılmaz hata" şeklinde bir gerekçeyle kapatılması.
Türkiye’nin şu an bulunduğu bu durumda Devlet Dersi gibi bir kitabı yazmak "tehlikeli" miydi? Nasıl karşılanacağınızı düşündünüz?
Kitaptaki örneklere baktığımızda "tehlikesiz" olduğunu görüyorsunuz. Yaşananların yanında dava dosyalarını yazmak bana kalırsa bu şekilde kategorilendirilemez. Zaten meslek hayatım boyunca kitaptakine benzer olayları, haberleri, yazıları yazdım. Elbette öncelikle "şunu niye yazmadın, bundan niye bahsetmedin" şeklinde bir tepki olacağını düşündüm ki gelen tepkiler de genellikle bu şekilde. Onlara da ısrarla cezasızlık kültürünü yazmanın tam da böyle bir şey olduğunu anlatmaya çabalıyoruz.
Gezi'de öldürülenler... Onlar da hemen hemen çocuk yaştaydılar. Berkin'i ayıran ne oldu? Berkin gerçekten ekmek almaya çıkmasıydı bu ölümü meşru kılar mıydı? (Çünkü toplumun büyük çoğunluğu böyle düşünüyor)
Kitapta, 18 yaşından küçüklerin yaşadıkları ve dava dosyaları ele alındı. Cezasızlık kültüründe söylediğim gibi mümkün olduğunca çok "ama" dedirtmek söz konusudur. Belki bu yüzden bu kültüre karşı çıkılırken bana kalırsa yanlış da bir biçimde sürekli dayanak noktaları aranır. "Taş atmıyordu", "sokağa çıkmamıştı" vs. Elbette Berkin'in ekmek almaya gidiyor oluşu nasıl acımasızca bir müdahale yapıldığını çok çıplak biçimde ortaya koyuyor. Ama diyelim ki Berkin ekmek almaya gitmiyordu ve sokaktaydı. Mevzuat, güvenlik güçlerine o şekilde gaz fişeğini kullanmayı yine yasaklıyor. Ethem Sarısülük'ün ölümünün taş atan görüntüleri servis edilerek meşru kılınmaya çalışılması gibi. Yasalar, anayasa, uluslararası sözleşmeler tam da bunları anlatıyor. O silahları bu şekilde kullanamazsın. Bir suç işlenmişse cezası bu değil, cezalandırmayı da sen yapamazsın.
"Eğer polise taş attığı için kafasından vurulan bir çocuğun ölümünü tartışırken cümleye ama diye başlıyorsanız tam da istenilen haldesinizdir" demiştiniz. Dilek Doğan evinde vurulduğu halde ama "o da.. " ile karşılananlardandı daha sonra polis kamerası görüntüleri çıktı peki sizce "ama "ezberini bozabildi mi?
Elbette görüntüler Dilek Doğan'ın ölümünden hemen sonra "çatışma çıkmış", "polise saldırılmış" şeklinde yapılan haberlerin nasıl yalanlar içerdiğini göstermesi bakımından önemli. Ama bütün bir ezberi bozabildiğini söylemek doğru olmaz. Zira o ezbere sıkı sıkıya sarılmış büyük bir kalabalık ve kalabalığın o ezberden sıyrılmaması için uğraşan bir devlet var. Cezasızlık kültürü bunların tamamını içerir. Önemli olan ilk andan itibaren vakalara eleştirel gözle bakılabilmesini sağlayabilmek. Hak ihlallerini önlemenin, en aza indirmenin yolu buradan, bu mücadeleden geçiyor.
Bu çocuklar öldürüldüler ve çoğu bu kitapta "cezasızlık kültürü" mağduru olarak yer aldılar peki geride kalanlar anne baba ve kardeşleri onların hayatlarına nasıl devam edebildiklerini ya da edemediklerini de yazmak ister misiniz?
Bunu sıkça konu etmeye çalışıyorum. Zira ailelerin yaşadıkları, bir yandan acı çekerken bir yandan ömür boyu cezalandırılmaları ayrı bir vaka. Çocuklarına istedikleri gibi bir cenaze töreni yapamamaları, mezarlığın bile kontrol altında tutulması, evlerinin yıllarca izlenmesi, aile bireylerinin yıllar boyu bir damga ile yaşaması söz konusu.
Çağdaş Gemik'in hikayesini okuyunca aklımıza Baran Tursun da geliyor. Evet belki polisin dur ihtarına yasal olarak uymaları gerekiyordu fakat uymadılar. Ve öldürüldüler. Türkiye’de idam cezası yok ama bu bir yanıyla polisin birini idam etmesi değil midir?
Baran Tursun, Çağdaş Gemik gibi dosyaların tamamında polisin öldürücü biçimde silah kullanması söz konusu. Polisin silah kullanma yetkileri yasada ayrıntılı biçimde düzenlenmiş. Ne zaman öldürücü atış yapabileceği anlatılmış. Bu vakaların yasalarla uyumsuz olmasına rağmen soruşturmalar ve davalarda korunmaları, en az cezayı almaları için özel uğraş verilmesi dur ihtarına uyulmaması konusunu Türkiye'de ayrı bir kategori haline getirdi. Dur ihtarına uymamanın yasal olarak cezası nedir. Ya da bir adım daha gidelim, örgüt üyeliğinin, taş atmanın. Ancak peşinen en ağır biçimde cezalandırma, yaşam hakkının ihlal edilmesi söz konusu. Adil yargılama olmadığı ve adaletli bir ceza kültürü oluşmadığı için de vakalar devam ediyor.
Gazeteci ve yazar kimliğinizin dışında bunca araştırma, okuma, yazılmadık yüzlerce hikaye... Ve kitabınızı oğlunuzla yeğeninize ithaf etmişsiniz. Bir baba ve bir dayı olarak tüm bunları okurken ve yazarken ne hissettiniz?
Elbette her birine ayrı ayrı üzülüyor, izlediğiniz, okuduğunuz her vakayı bir parça içselleştiriyor ve öfkeleniyorsunuz. Okumanın da aynı oranda güç olduğunu düşünüyorum. Ancak yaşananların yanında bunları yazmak, bunları okumak nedir ki? Cezasızlık kültürünü aşabilmenin en önemli yolunun da bu hikayeleri anlatmak, ifade özgürlüğünün sınırlarını en uç noktaya kadar zorlamak, olan biteni durmaksızın aktarmak olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle tanıklıklar ya da bunları aktarmak, hissettiklerimiz yaşanılanların yanında bana kalırsa pek önemli değil. (DÇ/NV)
* Devlet Dersi – Gökçer Tahincioğlu, Sayfa Sayısı: 232, Baskı Yılı: 2015, Dili: Türkçe, Yayınevi: Nota Bene Yayınları