Ölümünün ardından haklı olarak "yapıbozumculuğun (deconstruction) babası öldü" dendi. Çünkü Derrida, pek çok alanda yepyeni açılımlar sunan bu düşünme biçiminin en ünlü ve güçlü savunucusuydu.
Önemli bir kısmı Paris ve ABD üniversitelerinde ders vererek geçen yaşamı boyunca yaptığı konuşmalar ve kırkın üzerinde kitap yazdı. Bu kitaplarda karmaşık bir mevzuyu hiç de kolaylaştırma kaygısı gütmeden aktardı ama bugün yapıbozumculuğun temel tezleri entelektüel yaşamın o kadar içine işledi ki, onu hiç okumayanlar bile aslında Derrida'ya son derece aşinalar.
Yapıbozumculuğun temel meselesi üç maddeye indirgenebilir: 1-Dil, anlam istikrarsızlığının silinmez izlerini taşır. 2-Bu istikrarsızlık karşısında hiçbir analiz yöntemi metin yorumu açısından bir otorite olduğu iddiasında bulunamaz. 3-Bu nedenle yorum, alışıldık anlamıyla analize benzemeyip bir tür oyunu andıran, serbest bir alandır.
Görüldüğü gibi Derrida'nın esas meselesi dil ve yazıya odaklanır. Her metnin karmaşa ve çelişkilerle malûl olduğunu söyleyen Derrida, yazarın niyeti ne olursa olsun ortaya çıkan metnin gerçek anlamdan ve kalıcılıktan yoksun olduğunu söyler. Burada Batı düşünme sistematiğinin temel anlayışlarından birine, dilin anlamını tam olarak kavradığımız ve konuştuğumuz anda sözcükleri en saf haliyle karşımızdakine iletebildiğimiz fikrine karşı çıkılır.
Derrida'ya göre bu anlayış derin bir yanılsamadır. İletişim anında boşluklar ve gedikler doğar, dolayısıyla anlam hiç bir zaman tek değildir; üstelik değişimlere tabidir.
"Öyleyse ne yapmak gerekir" diyenlere Derrida, metinleri parçalamayı, içlerindeki farklı anlamları ayıklayıp bulmayı önerir. Bu öneriye kulak veren edebiyat eleştirmenleri metinleri bağımsız pasajlara ayırıp gizli anlamlar bulmaya koyuldular.
Feministler, eşcinseller ve üçüncü dünyacılar bu metodu kullanarak Shakespeare, Freud, Aristo gibi batı kültürünün ikonlarını deşifre edip ön yargıları ve tahammülsüzlükleri sergilediler. Mimarlar ve tasarımcılar geleneksel simetriyi alt üst eden zigzaglar ve kimi zaman huzursuz edici mekânlar yarattılar.
Hatta Woody Allen bile yöntemi denedi ve bir film yaptı: "Deconstructing Harry".
Yapısalcılık ve Varoluşçuluk'un ardından 20. yüzyılın son yıllarına yapıbozumculuk damgasını vurdu, bu kesin. Derrida'nın ününü 70'lerde ve 80'lerde entelektüellerinin yeni bir açılım aramasına ya da sporcu fiziğine, sempatik tarzına bağlayanlar da oldu. Belki biraz haklıydılar, ama bu durum daha çok her "put kırıcı" gibi Derrida'nın da takipçileri kadar düşmanları olduğunu gösterir. Derrida'yı felsefi yönden eleştirenler ise onu anlaşılmaz olmakla, yöntemleri bozup düşünsel karmaşa hatta karamsarlık yaratmakla suçlamışlardı.
Fukuyama'nın "Tarihin Sonu" teziyle liberalizmin mutlak zaferini ilân etmesinin ardından Derrida 90'larda Marksizmi tekrar gündeme getiren ünlü kitabı "Marks'ın Hayaletleri"ni yazdı. Tabii bu kitabında da Marks'ın yeniden ve farklı biçimlerde yorumlanabileceğini anlattığı için kimilerine ilham verdiyse de Ortodoks Marksistlerin oklarına hedef oldu. Her put kırıcı gibi onun da kaderi buydu.
"Ölümü kabullenmeyi öğrenemedim"
Jacgues Derrida'yla son söyleşi 18 Ağustos'ta Le Monde'da yayımlandı. Derrida'nın hastalığını ve yaşamı anlattığı söyleşiden bir bölüm aktarıyoruz.
2003 yazından beri, varlığınız şimdiye kadar hiç görülmemiş derecede hissediliyor. Birçok yeni çalışmaya imza attınız, dünyanın dört bir yanında konferanslara katılıyorsunuz, size adanmış ikinci bir film çekildi. Ayrıca bu aralar birçok dergi sizinle ilgili özel sayılar yayımlıyor. Hiçbir şeyden kaçınmıyorsunuz ama siz...
Haydi söyleyin, son derece ciddi bir hastayım. Evet bu doğru. Ama isterseniz bu konuyu bir kenara bırakalım. Burada bir sağlık bülteni için bulunmuyoruz değil mi?
"Marx'ın Hayaletleri" şu cümleyle açılıyordu: Birisi, siz veya ben, yaklaşır ve şöyle der "Kısacası size yaşamayı öğreteceğim." Aradan on yıldan fazla zaman geçtikten sonra bu "yaşamayı öğrenmek" konusunda ne düşünüyorsunuz?
Yaşamayı öğretmek, olgunlaştırmak ve eğitmektir. Birine "sana yaşamayı öğreteceğim" demek kimi zaman bir yönetme edasıyla "seni şekillendireceğim" demek anlamına gelir. Buradan çok daha zor bir soruya geçiş yaparsam: "Yaşamak öğrenilebilir mi?" Eğer öğrenilebiliyorsa, bu ders görerek mi olur yoksa çıraklık ederek mi ya da deneyimle mi olur yoksa deneme yanılmayla mı? Sorunuza hiç dolambaçsız cevap vermem gerekiyorsa söyleyeceğim şudur: Hayır, hiçbir zaman yaşamayı öğrenmedim, hem de hiç. Yaşamayı öğrenmek, ölmeyi öğrenmektir, ölümü ve bunun kaçınılmazlığını kabullenmektir. Platon'dan beri felsefenin en eski emri budur: Felsefe yapmak, ölmeyi öğrenmektir. Ama ben ölümü kabullenmeyi öğrenmedim. Ölmeyi öğrenmek bilgisi konusunda son derece eğitilmesi güç bir insanım. Hayatta kalma temasıyla her zaman ilgilendim. Hayatta kalmanın iki kullanımı var. Birincisi yaşamayı sürdürmek diğeri ölümden sonra da yaşamak.
Kuşak kavramına yazılarınızda çok sıklıkla rastlanıyor. Bu kavramın sizin için anlamı nedir?
Ben bu kelimeyi biraz geniş anlamda kullanıyorum. Geçmiş veya gelecekteki bir "kuşağın", "çağdışı" bir çağdaşı olunabilir. Benim kuşağım dediğimde bu kesinlikle geçmişle ilgilidir, Kutsal Kitap'tan Platon'a, Kant, Marx, Freud, Heidegger'e vs... Ne olursa olsun bunlardan vazgeçemem, yapamam. Benden, beni şekillendiren ve çok sevdiğim bu isimlerden vazgeçmemin, talep edilmesi, benden ölmemim talep edilmesidir. Bu arada, günümüzün aydınlarının çok acil bir sorumluluğu var. Politik ve ekonomik lobilerin elinde bulunan medya iktidarı tarafından şekillenmiş "medyatik aydınlar"a karşı bir savaş açılması gerekiyor. Bu savaş medyadan kaçmayı gerektirmiyor. Mümkün olduğunca medyayı geliştirme ve çeşitlendirme çabasına yardım etmek gerekiyor.
Genelde, "biz" tabirini kullanmakta güçlük çekiyorsunuz, "biz felsefeciler" gibi. Ama yaşadığımız dünyadaki kargaşa arttıkça "biz Avrupalılar" tabirini kullanmakta artık daha az çekinceli davranıyorsunuz.
Gerçekten de "biz" tabirini kullanmakta güçlük çekiyorum ama kimi durumlarda
"biz Yahudiler" veya "biz Fransızlar" demekten kaçınmam. Ama şunu belirtmekte yarar var; ilk çalışmam "Deconstruction"dan (Yapıbozum) beri Valery, Husserl veya Heidegger ve benzerlerinin modernlik formülasyonlarındaki Avrupamerkezciliğe karşı son derecede eleştirel bir tutum takındım. Şu yaşadığımız dönemde "biz Avrupalılar" tabirini kullanmamın nedeni konjoktürden kaynaklıdır ve çok farklıdır. Avrupa kıtasının tarihinde totaliterlik, Nazizm, sömürgecilik vs.nin olduğunu biliyorum ama bugünkü Avrupa, hem Amerikan hegemonyasına hem de İslami-Arap teokrasisine karşı bir araya gelebilir. Şu anda neo-liberal konumda olan, şiddetli iç çatışmalar yaşayan Avrupa Birliği'nden bahsetmiyorum, gelecekteki farklı bir Avrupa'dan bahsediyorum. Avrupa, insanlığın geleceği için sorumluluklar almak zorunda; Avrupa'nın başka bir askeri güç haline gelmesinden değil alternatif küreselleşmeci yeni bir politikanın tohumlarını atmasından söz ediyorum. Bu yeni politikanın çıkma imkânı bulunan tek yer burası.
Türkçe'de Derrida
MAHMUZLAR / NIETZSCHE'NIN ÜSLUPLARI, çeviren: Mehmet Baştürk, Babil Yayınları, 2003, 76 sayfa, 4 milyon 500 bin lira.
MARX VE MAHDUMLARI, çeviren: Alp Tümertekin, Ayrıntı Yayınları, 2004, 106 sayfa, 8 milyon lira.
MARX'IN HAYALETLERİ, çeviren: Alp Tümertekin, Ayrıntı Yayınları, 2001, 268 sayfa, 17 milyon lira.
TEORİDEN SONRA HAYAT, çeviren: Ebru Kılıç, Agora Kitaplığı, 2004, 194, 9 milyon lira. (Frank Kermode, Toril Moi ve Christopher Norris'le birlikte)
YAPIBOZUM VE PRAGMATİZM, çeviren: Tuncay Birkan, Sarmal Yayınevi, 1998,
141 sayfa, 6 milyon lira. (Simon Critley, Ernesto Laclau, Richard Rorty ile birlikte)