Yapıbozumun yapıbozumu
Yapıbozumun/yapısökümün 'piri' Derrida, o koskoca filozof, karşınızda adeta kendi kendisinin özetini sunuyor belgeselde. 'Kameracı' ( ki Ankara'da çekim ekibine 'röntgenci' diyenler de oldu) ekip tarafından adeta 'yapıbozuma' tabi tutulan filozof, buna karşı sürekli 'tetikte' olduğunu hissettirircesine, ekibin katıldığı konferanslarda uyarılarda bulunuyor: "Şu an doğal bir ortamda bulunmuyoruz, çünkü çekim ekibi bizi kayda alıyor". Ama akla hemen şu geliyor doğal olarak; 'yapıbozumcu' olan Derrida, bir nevi yapıbozumcu 'yöntemle', bazılarına göre ise tam tersine yapıyı yeniden yaratarak, çekim yapan ekipten korkuyor, çekiniyor.
Aslında 'ünlü' filozofun bu belgesel çekimine katılmakla/izin vermekle büyük bir risk aldığını söyleyenlerden, 'ya, hiç değilse adamı tanımış olduk' diyenlere, bu belgeselin hiç çekilmemesi gerektiğini düşünenlerden, belgeselin 'daha iyi çekilebileceğini' söyleyenlere kadar bir sürü farklı bakış açısıyla değerlendirilebilir 'Derrida'.
Her ne kadar, belgeseli İstanbul'da izleyen Hamza Aktan, belgeselden birkaç parçayı 'Bende beyin var ama yapıbozumu bilmiyorum' başlıklı yazısında anlatmış olsa da, ben de önce filmden bir iki hatırlatma yapıp daha sonra belgesel filmin gösterildiği Alman Kültür Merkezi'nde Prof. Dr. Ünal Nalbantoğlu ile yapılan söyleşiye değinmek ve 'Derrida'dan ne anladığımı, neler aldığımı yazmak istiyorum.
Kendi belgeseline katlanmak...
'Derrida' bir belgeselci ekibin, filozofu, evinde, üniversitede verdiği konferanslarda, öğrencileriyle konuşurken, sokakta yürürken, kısacası günlük hayatını takip ederek çektiği 'bir filozofun canlı belgeseli'. Derrida'yı kahvaltıda ekmeğe yağ-bal sürerken, kütüphanesinde, torununun yatağını ve bezlerini gösterirken, saç tıraşını yaptırırken, öğrencilerle tartışırken, aile dostlarıyla içki içip cips yerken ve belgeselin en 'vurucu' noktası olan, aynı ekibin daha önce çektiği kayıtları monitörden izlerken görüyoruz.
Belgeselin çekimi sırasında Derrida'nın yönetmene; "bu işe giriştiğinize pişman mısınız" diye sorduğunu öğreniyoruz. Belki de Derrida, çekim ekibine, istediklerini vermemekten/verememekten de rahatsız. Yine bir sahnede, Derrida ile dolaşan ekip, yanılmıyorsam üniversite koridorunda filozofa bir portresini işaret edip "nasıl yorumluyorsunuz bu portrenizi" diye soruyor. Derrida 'portrelerini sevmediğini' söylüyor ama ekliyor, "ben sadece katlanıyorum, kabulleniyorum ve yırtıp atmayı da düşünmüyorum". Derrida bu sözlerle kendi belgeselinin çekimine de 'sadece katlandığını' ama aslında bunu sevmediğini söylemiş oluyor.
Derrida'nın yapısökümcülüğü, onun bir filmde 'rol' almasına ne kadar engel, bir yapının içinde rol almak onun için ne kadar çelişkidir bilmiyorum ama, Derrida'nın 'rol' almayı hem istediği hem de bundan çekindiği sezinleniyor. Ama tabii, belgeselin tek boyutu -yani Derrida boyutu- yok, ortada bir de izleyicisi/okuyucusu var filozofun. İşte bu noktada, belgesel filmin gösteriminden sonra izleyici ile söyleşen Prof. Dr. Ünal Nalbantoğlu'nun söylediklerine değinmek gerek.
Derrida "Derridacı" değil mi?
Nalbantoğlu'na göre Derrida bu belgeselin çekimini kabul etmemeliydi her şeyden önce. Daha doğrusu yapıbozum/yapısöküm ile, bir yapıyı kuran belgesel, Derrida ile yapı/belgesel birbirinin tam da "zıddıydı"... Nalbantoğlu, 'Derrida'nın kültür endüstrisinin bir ürünü haline getirilmeye çalışıldığını söylüyor. Ona göre; "Derrida'nın bu belgeselin çekimini kabul etmesi, hatta kimi zaman bunu severek yapması, bütün çalışmalarını riske atması anlamına geliyor." 1983'ten bu yana Derrida'yı takip ettiğini ve çeşitli konferanslarını izlediğini söylüyor Nalbantoğlu ve ekliyor; " bu belgeselle, Derrida'nın düşüncesinde bir yarık olduğu görülüyor..."
Söyleşi sırasında kendisine de söylediğim gibi, bence Nalbantoğlu Derrida'dan daha 'Derridacı' düşünüyor bu anlamda...
"Bizim gibi bir insan"
Tabii 'anlaşılması güç' bir filozofun, 'piyasaya ucuz yollardan sürülmesi', ürünleştirilmeye çalışılması, kültür endüstrisinin parçası/metası haline gelmesi/getirilmesi gerçekten de kaygı duyulması gereken bir husus. Ancak "Derrida" belgeseli, ne para kazanmak için çekilmiş bir filme benziyor, ne de 'filozofu kolay yoldan tanıma yöntemi' olarak izleyiciye sunuluyor. Dolayısıyla bence Nalbantoğlu'nun çekinceleri bu anlamda pek haklı sayılmaz...
Diğer yandan, hayatında ilk kez bir filozofu kahvaltı yaparken gören biz seyircilerin duyguları, düşüncelerini de göz ardı etmemek gerek. Bir izleyicinin söylediği gibi; 'Derrida da bizim gibi bir insanmış'...
Öte yandan ben kendi adıma, Derrida'yı 'ekrandan' izlemenin, kahvaltı yaparken görmenin verdiği 'hazzın' "röntgencilik" olarak adlandırılamayacağını düşünüyorum. Mesela geçtiğimiz yıl Türkiye'den geçen 'iletişimsel eylem' kuramının 'babası' Habermas'ın fotoğrafını yakından çekmeye çalışırken, son derece ciddi bir profesör bana "bunu porno dergisine mi vereceksin" diye tepki göstermiş, ben de "hayır, sadece çok merak ediyorum" şeklinde nazikçe cevap vermiştim. Demem şu ki, bir filozofun, örneğin yüz hatları, saç şekli, konuşma tarzı vs., gerçekten de insanın çok ilgisini çeker ve bu 'röntgencilik' falan değil, sadece ve sadece meraktan ibaret bence...
"Annem filozof olamazdı"
'Filozoflar halka insin' gibi bir istek ve kaygım yok, ancak bir filozofun da 'benim' gibi günlük kaygılarının olmasını görmek,onun da "aşık" olduğunu bilmek, dahası onun 'bizden biri' olduğunu fark etmek çok 'güzel bir duygu' her insan için. Hatta, kaçımız 'canlı' filozof görmeye alışığız ki... Derrida belgeselini izlemeye gelenlerin bir çoğu, filozofun hala yaşadığına kolay kolay ikna olamadı mesela. Nitekim Derrida'nın kendisi de bu 'güzel duyguyu' yaşamak istediğini, örneğin Kant'ın veya Heidigger'in seks hayatını, kendi ağızlarından duymak istediğini söylüyor.
Belgeselde Derrida'nın söylediği çok ilginç bir şey daha vardı. Yönetmenin, "Anneniz bir filozof olsaydı, hangi filozof olmasını isterdiniz," sorusuna 'bir kere annem bir filozof olamazdı. Çünkü filozof imgesi bende hep erkektir,' şeklinde yanıt veriyordu...
Nalbantoğlu'na göre belgesel, "Derrida'ya giriş yapmak için" de iyi bir belgesel değil. Oysa belgeseli izleyenler, Derrida'yı şimdi 'daha' tanıdıklarını söylerken, izleyicilerden birinin "tespiti" çok güzeldi: "Ya Derrida hakkaten çok mülayim bir adammış..." (İA/EK/NK)