Köyün delisi. Kütahya'nın Tepecik Köyü'nde hayal kuruyor. Saniyede 24 kareli, cinli, perili, çok renkli, hayaletli hayeller. Öyle çok hayal kuruyor ki, hayaliyle gerçeği birbirine karışıyor. Hayali gerçek oluyor. Hayata gözünü açıp da kendini bildi bileli büyük bir tutkuyla yaklaşıyor, dokunuyor film pelikülüne. "Sinematografı Lumière kardeşler bulmasaydı kesin bizim köyde bulunurdu”, diyor. Birkaç arkadaş toplanıp öyle çok kafa yoruyorlar, öyle çok emek harcıyorlar ki bir projeksiyon makinesi yapmak için, sonunda başarıyorlar. Hızlarını alamayıp bir kamera yapmaya kadar gidiyorlar. Sonra bir gün Metin Erksan'ın Kuyu filmini izliyor Ahmet Uluçay. Kendi filmini çekmesi gerektiğini bu şekilde anlıyor. Bir dizi kısa filmin ardından uzun metrajlı filmini hayata geçirmenin yollarını arıyor. “Bu filmi çekmezsem delireceğim”, diyor. “Bunu düşünmekten hasta düştüm”, diyor. Hasta düşüyor. Yine de aklı fikri filmde.
Güliz Sağlam ile yolları tam da bu hastalığın başladığı dönemlerde kesişiyor. O zamanlarda, Mardin'den Tarlabaşı'na zorunlu göçle gelen ve midyecilik yapan bir aile hakkında, Evden Uzakta adlı belgeseli üzerine çalışan Sağlam, kısa filmlerini gördüğü bu yönetmenin imkanları bir araya getirip de bir türlü çekemediği uzun metraj senaryoların derdine ortak oluyor. Bir belgesel yapıp Ahmet Uluçay’ın filmleri için yapımcı bulmasını kolaylaştırmak istiyor. Bu belgeselin çekiminin başlaması ile bitmesi arasında geçen uzun sürede Güliz Sağlam feminist bir çizgide, kadın emeği üzerine yoğunlaşan konular üzerine çalışıyor ve Feryal Saygılıgil ile Kafesteki Kuş Gibiydik, Bölge, Kadınlar Grevde ve daha sonra Sanki Eşittik gibi belgeseller çekiyor.
Ahmet Uluçay'ın Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak sürecini belgeleyen, uzun süre raflarda bekleyen bu görüntüler ise, tam 10 yıl sonra Tepecik Hayal Okulu'yla can buluyor.
Güliz Sağlam'la kendisine Documentarist'te FIPRESCI Ödülü'nü getiren Tepecik Hayal Okulu ve Ahmet Uluçay'ın dünyası üzerine sohbet ettik.
Ahmet Uluçay'la tanışman nasıl oldu?
Ahmet Uluçay'la 1990'ların sonunda İlker Berke vasıtasıyla tanıştım. İlker onun kısa filmlerinin görüntü yönetmeniydi, ben de o dönemde çeşitli setlerde yardımcı yönetmen olarak çalışıyordum. Bir seferinde Ahmet İstanbul'a geldiğinde İlker bizi bir araya getirdi. Uzun sinema sohbetlerimiz bu şekilde başladı. Sinema tutkusu beni çok etkilermişti. O sıralarda Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak'ın hazırlıkları vardı. Ahmet'in bunun dışında da bir sürü sinema filmi senaryosu vardı. Bir şekilde, o dönemlerde küçük bir ekipmanla başka bir belgesel çektiğimiz Frank Massholder’la birlikte Ahmet'in hayatı üzerine bir belgesel yapmak, bu şekilde onu tanıtmak istedik. Bu şekilde bir yapımcı bulmasını umuyorduk. Yani belgesel yapmaktaki asıl amacımız Ahmet Uluçay'ın dünyaca tanınması ve uzun metraj filmlerini gerçekleştirebilmesini sağlamaktı.
Sen bu süreçte nasıl bir Ahmet Uluçay tanıdın?
Ahmet Uluçay hikayelerini anlatmayı çok severdi. Çok iyi bir hikaye anlatıcısıydı ve çocukluğundan başlardı anlatmaya. Film çekme isteğiyle o kadar doluydu ki, her anlattıgında onları yeniden çekiyordu aslında. Tepecik Köyü'ne özgü bir atmosfer var. Masallar, fantastik şeyler... O atmosferi çok iyi yansıtıyordu hikayelerinde. En çok istedigi şey Bozkırda Deniz Kabuğu filmini çekmekti. Kuzey Masalı vardı bir de elinde....
İlk çekimleriniz Uluçay'ın ilk beyin ameliyatı geçirdiği zamana denk geldi ve belgeselde sizin tüm olaylara tanıklık edip belgelerken bir yandan da hastanelere dair bürokratik süreçlere destek olduğunuzu görüyoruz.
Evet, bir yandan hastane hastane gezip, süreci içinden takip ediyor, bir yandan da Ahmet'le sohbetler ediyor, onun sinemasından konuşuyorduk. Bu aylar süren bir süreçti. Hastanede çekim yapmak aslında çok kolay birşey değildi. Çok küçük bir kameraylaydık, insanlar o dönemlerde pek alışık olmadıkları için dikkat çekmiyordu. Dikkat çektiğinde ise çantamızın içinde gizlice çekmeye çalıştık. Hep bir tedirginlik vardı doğal olarak. Herhangi bir mizansen kurmak ya da açı ayarlamak gibi bir imkan yoktu, aslında bunu pek de önemsemiyordum. Ama bu belgeseli bugün çekmeye kalksak bu tür çekimler yapmakta zorlanırdık, hastaneler çekim için izin vermeyebilirlerdi.
Ahmet Uluçay nasıl bir 'oyuncu'ydu? Böyle hassas bir döneminin kayıt altına alınmasını istemenizi nasıl karşıladı?
Biz Ahmet'e derdimizi, niyetimizi anlattığımızda özellikle de yapımcı bulabilme fikrini çok sevdi. Önce bu belgesele 'Inside of Ahmet' ismini verecektik. Onun kafasını, tüm fikirlerinin çıktığı yeri yansıttığı ve tam da beyin ameliyatı dönemine denk geldiği için... Ama sonuçta bir yönetmenle çalışmak bazı zorlukları da beraberinde getiriyor. Bana çok fazla müdahalede bulunuyordu. Özellikle de birileriyle onun hakkında konuşacağım zaman: ''Şöyle söyle, bunu sorma''. Hatta bu sıkıntımı filme de yansıttım sanırım. Örneğin eşi Ayşe'yle görüşme yapmak istedim, ona sıcak bakmadı, engel oldu. Bu da beni bayağı bir soğuttu. Ben onunla ilgili bir film yapıyorum ve onun en yakın destekçisi olan eşi ile konuşmadan nasıl yapmamı bekliyordu, bunu kabul edemedim. Ahmet Uluçay’ı kaybettikten sonra konuşabildik Ayşe'yle, bu da bende büyük bir yaradır. Tabii ki bu Ahmet'in kişiliğiyle ilgili değil , erkek egemen sistemle ilgili yaşadığımız ve uğraştığımız durumlar.
Belgeselin tamamlanması 10 yıl kadar bir süre sonra gereçekleşebildi. Bu kadar süre bekleyen görüntüler zamanla ne gibi farklı anlamlar kazanıyorlar?
Evet, o dönem bitiremedik, hatta kısa bir fragman hazırladık, onu birkaç yere yolladık ama hiçbir finansal destek bulamadık. Maddi imkansızlıklar yüzünden bir türlü bu süre içinde tamamlayamadık. Ahmet'in ikinci ameliyatında yanında da bulunamadım çünkü şehir dışında çalışıyordum. Yıllar çabuk geçiyor ve biz filmi tamamlayamadan Ahmet aramızdan ayrıldı ve bu beni çok etkiledi. Yani biz zamanında tamamlayabilseydik o diğer filmlerini de yapabilir miydi diye çok düşündüm. Ama biz de sonuçta çok farklı koşullarda değiliz.
Çok iyi bir sinemacı olmasının yükünü de taşıyordum üzerimde bir yandan. Geçen sene kurgu sırasında düşündüm ki, demek ki herşeyin bir zamanı var. 10 yıl önce şimdiki kadar bir deneyimim yoktu, belki de altından kalkamayabilirdim. Aynı şekilde 10 yıl sonra belki de çok daha farklı bir şekilde yapabilirdim bu belgeseli.
Bu geçen süre içinde görüntülerde fiziksel hasarlar meydana geldi mi? Sadece bu yüzden kullanamadığınız görüntüler oldu mu?
Evet, biz DVD formatında çekmiştik, görüntülerin bazıları hasarlıydı. Zaten o zaman bizde mikrofon her zaman olmadığından, sesle ilgili bazı sorunlar da vardı. Bunları düzeltmeye çalıştık. Ama tabi içerik aslında bu teknik meselelerinin önüne geçiyor. Şimdi en sevindiğimiz şey bu görüntüleri dijital ortama aktarmış olmamız.
Ahmet Uluçay'ın kısa filmleri de aynı şekilde dijitale aktarıldı. Ama yine de bu filmler arasında ciddi restorasyon gerektirenler var, bu konuda herhangi bir çalışma var mı?
Çok doğru, biz onun kısa filmlerini de tekrar aktardık biraz daha düzeldi eski haline göre. Bir filmini hiç bulamadık. ''Uzun Metajın Resmi'' hiçbir yerde yok. Diğer filmleri de hep VHS ile çekmişler, görüntü kaliteleri çok iyi değil. Onları da dijitale aktardık. Restorasyon için ciddi bir bütçe gerekiyor. Bunu Kültür Bakanlığı'nın düşünmesi grekiyor. Çok güzel filmler ve gözümüzün önünde eriyorlar, bu ve bunun gibi filmlerin restorasyonu ve saklanması gerekli.
Belgeselde aynı anda bir hayalin gerçek olmasıyla bu hayali gerçekleştiren kişinin yok olması süreci paralel işliyor. Tahmin ediyorum ki, bu dengeyi kurmak çok kolay olmadı. Ve sen aslında burada çok doğru bir yerde durmuşsun, bu noktayı nasıl kestirdin?
Ahmet Uluçay, Bozkırda Deniz Kabuğu'nun bazı bölümlerini çekmişti, fakat bu esnada pek iyi bir durumda değildi, bazı kamera arkası görüntüler sanırım TRT'de yayınlanmıştı. Ama ben bunları kullanmadım, bu bir tercihti. Ben Ahmet Uluçay'ı bu umutlu haliyle görmek, hatırlamak, ondaki bitmek bilmeyen adanmışlık ve sinema tutkusunu göstermek istedim. Birçok yönetmende başlangıçta bulunan bu tutku zamanla çalışma koşullarıyla törpüleniyor. Bunu canlı tutmak lazım. Bu belgeseli yapmaktaki amacım biraz da buydu. Film yapmak, sinema yapmak isteyen, derdi olan insanları motive etsin. Çünkü beni motive ediyor. Ahmet Uluçay belgeselde “Bir derdim var ve onu anlatma çabasındayım,” diyor ve o yüzden sinemayı seçmiş, en önemlisi de bu sanırım, derdini sinemayla anlatmak isteyenlere bir selam... (NU/HK)