Bu tarihin, TRT'de başlatılan Kürtçe yayınla, ateşkesin bozulmasıyla filan ilgisi yoktur.Tesadüfen o güne denk geldi. Başsavcılık, tebliğnamesini birkaç gün önce ya da birkaç gün sonra vermiş olsaydı, başka bir güne denk gelecekti. Tam da o güne gelmiş gibi yorumlayanlar var. İlişkili değil.
Kürtler savaş istemiyor. Zaten hiçbir halk da savaşı istemez. Zana, Doğan, Sadak ve Dicle de savaş olmadan yaşamanın toplum için daha cazip ve daha mutlu, heyecanlı, gururlu, güvenlikli olduğunu görüyor. Ne var ki; ne yapacaklarını da henüz tam bilmiyorlar.
Demokratik Halk Partisi (DEHAP) yönetiminde de, tabanında da çok güçlü bir savaş karşıtı eğilim var. Savaşın yeniden başlamaması isteği var. Bunu da dikkate alıyorlar. Bir ara çözümle de, "Ateşkes kararını bozmanızı benimsemiyoruz" diyemediler; "Kararınızı geri alın" diye bir çağrı yaptılar.
Bu çağrının adresi de zaten Zübeyir Aydar değildi; nitekim yanıt başka bir makamdan geldi. Aslında bu kararı alabilecek ve kaldırabilecek bir tek makam vardır; o da İmralı Adasında. Abdullah Öcalan "savaşmayın" derse savaşmazlar, "savaşın" derse savaşırlar.
Bir şey daha var; KONGRA GEL, "Ateşkes kararını kaldırdık" diyor. Bu çok yanlış bir ifade. Ateşkes, bir savaş halinin ara verilmiş biçimidir. Ortada ateşkes kararı yoktu, bitmiş olduğu ilan edilen bir savaş vardı. Şimdi yapılan yeni bir çatışmayı başlatma kararıdır.
1999 yaz aylarında, Abdullah Öcalan silahlı mücadelenin sona erdiğini açıklamıştı. Yani ateşkes ilanı falan değil, savaşın sona erdiğini açıklamıştı. Üstelik bunun bir taktik olmadığını, temel bir strateji değişikliği olduğu üzerinde özellikle durmuştu ve militanlarını da Türkiye sınırlarının dışına çıkarmıştı. O nedenle bu yeni bir savaş ve çatışma başlangıcıdır. Bu çatışmayı sokaktaki insanlar istemiyor.
Bunu gören DEHAP'lı yöneticiler de bir çağrı yapmak suretiyle çatışmayı durdurmak istediler. Aksi halde tabanlarında büyük bir erozyon olacaktır. Pek çok özgürlüklerini, faaliyet kabiliyetlerini kaybedeceklerdir; bunu görmezden gelemezlerdi. Ama bu çağrı sadece bir dilektir.
Ayrıca bu ateşkes ya da bu çatışmayı durdurun çağrısının, öyle üç ayla, altı ayla sınırlı olması da kategorik bir talebi yansıtmıyor. Ne olacak altı ay sonra? Altı aylık bir süre istemek, savaş karşıtı bir tutum değil ki; bir ön şarttır. O bakımdan o çağrı tutarlı bir çağrı değil.
DEP'liler ve DEHAP'lılar bunu bir dilek olmaktan ziyade kesin bir kararlılık olarak da ifade edebilirlerdi. Savaşı başlatan tarafa şunu söyleyebilirlerdi: "Biz bu savaşa karşıyız ve asla yanında yer almayacağız bu savaşın içinde olmayacağız, bu savaşın karşısındayız."
Bu gibi bir net pozisyon takınabilirlerdi. Bir icazetten kurtulmak istiyorlarsa, bunu göze almaları lazımdır.
"Biz devlete de KONGRA GEL'e de aynı mesafedeyiz" sözleri, ne diplomatik bir dildir, ne de gerçekçi. Her iki tarafa aynı mesafede durmak mümkün mü? Çok belli ki, savaş sizin cephenizde cereyan edecek.
Ama bizler muhtemelen bu Cumartesi günü İmralı'dan çıkan mesajları öğrenmiş olacağız. Bunu bizden 48 saat önce birinci dereceden ilgili olanlar öğrenmiş olacak ve davranışlarını ona göre düzenleyecekler.
Türkiye'de herkesin memnuniyetle karşıladığı birtakım siyasi gelişmeler var, bunun önünü bir biçimde kesme operasyonları kışkırtılıyor.
Çatışmayla, askeri ve polisiye tedbirlerin artırılmasıyla, insanların günlük hayatlarını daha çok rahatsız edici bir politik ortamla, bu iyiye gidişin önü kesilirse daha çok demokrasi değil, daha çok güvenlik tedbiri politikaları gündeme gelir.
Bu ikisi, aynı anda uygulanabilir ama, Türkiye'de yönetici erk, hem daha çok demokrasi hem de güvenlik politikasını birlikte götürebilme yeterliliğine sahip değil. (ÜF/BA)