Boğaziçi ve Marmara Denizi'nin geçmişteki temiz ve bereketli günlerine kavuşması belki mümkün değil ancak hâlâ yapılacak bir şeyler var. Tarçın Film ekibinden Burak Dal ve Bahriye Kabadayı da bu inançla "Denizi Görüyor musun?" projesine imza attı. Burak Dal, bu projede bir kent hakkı olarak "İstanbul'da denizle iç içe yaşamı" savunduklarını söylüyor.
Konu hakkında duyarlılık oluşturmak için de 3 kısa film hazırladıklarını ekliyor. Antik çağlardan günümüze Boğaziçi'ne tarihsel bir perspektifle bakan ilk film, "Boğaziçi'nin Öyküsü"nü YouTube kanalından dolaşıma soktular.
İkinci film "İstanbul Mavisi"nde, uzman ve alan ilgilileriyle birlikte bereketli denizlerden, türlerin tükenme tehlikesi yaşadığı modern zamanlara nasıl gelindiği, kaybolan maddi ve manevi değerler ele alınıyor. Üçüncü film ise "Bu Deniz Hepimizin"de ise 'Şimdi ne yapmalı?' sorusuna konunun taraflarıyla yapılan söyleşilerle cevap aranıyor.
Burak Dal anlatıyor:
Anadolu Kavağı
"Denizi Görüyor musun?" projesi nasıl hayata geçti? Proje kapsamında üç kısa film hazırlıyorsunuz, bu filmler neler anlatıyor, neleri savunuyor? Projenin ismi neden "Denizi görüyor musun?"
2011-2013 yılları arasında çalışmasını yürüttüğümüz "Boğaziçi Balıkları; Şehir, Deniz, Balık ve İnsana Dair" belgeselinden sonra bir fikri takip yapmak istedik. Boğaziçi Balıkları'nda, Karekin Deveciyan'ın 1915 yılında basılan "Türkiye'de Balık ve Balıkçılık" kitabındaki tür çeşitliliği ve bolluktan bugün sadece birkaç tanesinin kaldığı bir denize nasıl geldiğimizi anlatmıştık. Aynı zamanda bir kent tarihi çalışmasıydı o belgesel. "Denizi Görüyor musun?" projesini, bu deneyimin üzerine inşa ettik. Ama bu sefer özellikle gençlere de ulaşabilmek adına 3 kısa filmden oluşan ve birer hafta arayla sosyal medya üzerinden yayınlanan bir seri hazırladık. Esas olarak "kent hakkı" kavramından yola çıktık. "Denizi Görüyor musun?" filmleri kısaca şunu savunuyor: Bu deniz hepimizin. Ona gerçek anlamda bakıp derdini anlayabilirsek, sorunlarına dair kafa yorarsak çözümün bir parçası olabiliriz. Bu aynı zamanda İstanbul'da yaşayan herkes için bir kent hakkıdır. Yani birkaç aydır canımızı sıkan müsilaj görüntüleri ortadan kalktığında ve biz denize baktığımızda "Tamam, yeniden mavi gibi, her şey yolunda" dememeliyiz. Gerçek anlamda işe yarayacak, kalıcı, doğa dostu çözümlerin ortaya çıkmasını ve uygulanmasını talep ve takip etmeliyiz.
Özellikle arşiv taramasında nelerle karşılaştınız sizi şaşırtan, İstanbul ve bu şehrin deniziyle ilgili?
İlk göze çarpan, kaybolan yeşil alanlar, doldurulan kıyılar, giderek artan sahil yolları, otoyollar, yok olan plajlar, betonlaşma, büyük inşaatlar ve insanların denizle iç içe bir hayattan uzaklaşması. Denizin bereketi anlamında, bundan birkaç on yıl öncesine kadar var olan çeşit çeşit balığın tükenmiş olması hızla yapılacak bir arşiv taramasında hemen görülebiliyor zaten. Şehrin günlük yaşamıyla ilgili -yine çok eski değil belki 40 yıl öncesinden- eski fotoğraflara göz atıldığında da tüm bu denizden uzaklaşma halinin yaşam kültürüne nasıl sirayet ettiğini görebilirsiniz.
İstanbullular, İstanbul'da yaşayanlar ne kadar görüyor Marmara'yı, ne kadar yaşayabiliyor? Ya da ne kadar umurlarında sizce?
Kıyısında biraz nefes alabilmenin, yürümenin, balık tutarak ya da sadece mavi sulara bakarak ruhunu dinlendirmenin tadını bir kere almış olanlar için deniz vazgeçilmezdir. Hele yüzebiliyorsanız ya da aktif olarak yelken, kürek gibi bir deniz sporuyla uğraşabiliyorsanız muhteşem. Ne yazık ki İstanbul nüfusuna oranla bunları yapabilen kentli sayısı çok az. Kıyıdan denize ulaşım zaten çok kısıtlı en basitinden. Eskiden tekne sahibi olmak ortalama bir İstanbullunun özelliğiyken, şimdi süper lüks bir tüketim kültürünün parçası. İstanbul kıyılarının büyük kısmı özel mülkiyet alanına (turizm, eğlence, otel, kafe, otopark vs) dönüşmüş durumda. Bizim "kent hakkı" olarak savunduğumuz da zaten hem genel anlamda denize daha erişebilir olmak hem de denizle daha iç içe bir yaşamı mümkün kılmak. Özellikle çocuk ve gençlerin denizi yaşayarak öğrenmeleri.
Pek çok açıdan özel bir deniz olarak gösteriliyor Marmara. Ancak bu özelliği git gide yok oldu, özellikle Kanal İstanbul üzerinden de uzun zamandır bir tartışma yürüyor. Film için pek çok uzmanla da görüşüyorsunuz. Marmara Denizi için artık çok mu geç?
Biyolojik açıdan maalesef durum çok kötü. Bugün pek çok insanın yüzeye yansıdığı için farkına vardığı müsilaj/salya sorunu çok uzun süredir bilim insanlarının gündemindeydi zaten. Şu an için yapılması gereken, denize atık deşarjında derhal kimyasal arıtmaya (biyolojik değil) geçilmesi ve uzun dönemde ilgili bütün disiplinlerin katılımıyla planlama yapılarak eyleme geçilmesi. Hızla hareket edilirse denizin yeniden nefes almaya başlayacağı umuluyor.
İstanbul'da gece balık avı. 11. yy'dan bir görsel (Bizans dönemi). Kaynak: International Journal of Nautical Archaeology
Boğaziçi "balıkların şehri" olarak anılıyormuş. Hatta filmde de geçiyor ton balığı Bizans İstanbul'unun simgesiymiş. "Capcanlı bir Boğaziçi, kulağa masal gibi gelen görüntüler" diyorsunuz. Bu balıkların ne kadarı hâlâ yaşıyor?
Karekin Deveciyan'ın 1915 tarihli kitabında bahsettiği 120'nin üzerinde türden bugüne kalan 10 kadar balık türü var. Çarpıcı bir örnek şu olabilir: Karekin Deveciyan Arnavutköy sahilindeki bir taşı tarif eder ve bu taşın üzerinden zıpkınla ton balığı nasıl avlandığını aktarır.
Bir süredir müsilaj meselesi gündemde. Proje bu can yakıcı görüntülerden çok önce hayata geçti sanırım... Bir yandan bu filmler için çalışırken bir yandan da denizin hasta görüntülerine tanık olmak nasıl bir duygu?
Boğaziçi Balıkları belgeselinden bugüne geçen yaklaşık 10 yıllık süre içinde denizin pek de iyi durumda olmadığının farkındaydık zaten. Balıkların tükenmeye devam ettiğini de İstanbul'da yaşayan herkes gibi günlük yaşamda, balık pazarlarında gördüğümüz (ve göremediğimiz) balık türlerinden ve tabi ki balık fiyatlarının yüksekliğinden dolayı gözlemliyorduk. Ama tabii "Denizi Görüyor musun?" projesi için tekrar uzmanlarla görüşünce müsilaj meselesinin geldiği korkunç boyut herkes gibi bizi de üzdü. Denizin ağır hasta haliyle pandeminin paralelliği ve yapılan diğer benzetmeler insan türünün durup anlaması gereken, doğaya hoyratça davranmanın karşılığını nasıl görebileceğimize dair önemli bir ders aslında.
60'larda bir kırılma noktası yaşıyor, insanlar ve deniz ilişkisi. Bu dönemden söz eder misiniz biraz? Neler yaşanıyor, deniz nelere tanık oluyor?
60'larda deniz en başta şehirdeki nüfus artışına ve yapılaşmaya tanık oluyor. Ülkeyi ve şehri yönetenler özel bir önlem almıyor bu durumla ilgili. Bu dönemin sonlarında ilk Boğaz Köprüsü'nün temelleri atılıyor. '68 gençlerinin de eleştirdiği biçimde tüm yatırımların batıya -özellikle İstanbul'a- yapıldığı bir dönem. Politikacıların daha fazla oy derdiyle (gecekondulara tapu verme vs) Anadolu kentlerinden büyük şehire göçü teşvik ettiği yıllar. Aynı zamanda yeni yapılan sahil yolları, şehirde insanların deniz bağlantısını kesmeye başlıyor. Balıkların ve çok çeşitli canlıların yavrulama alanı olan kıyılar dolduruldukça denizin biyolojik yaşamına ilk darbeler vurulmaya başlanıyor. Yani aslında tüm bu değişimleri bir arada görmeye çalıştığınızda ortaya çıkan tablo şu: Binlerce yıldır imparatorluklara başkentlik yapmış olan İstanbul, son 60 yıldır insanın yıkıcı etkileri altında var olmaya çalışıyor.
(AÖ)