Bir kaç günden beri siyasetçilerin kendi dilleriyle politika ve travma hakkında söyledikleri, Türk modernleşmesine başka açılardan bakmanın ne kadar gerekli olduğunu gösteriyor. Bizzat tartışmaya katılanların, mesela Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) liderlerinin, Dengir Mir Mehmet Fırat’ın sözlerinin alevleriyle kaynayan öfke kazanları bile, aslında “travma” tanımlamasının ne kadar yerinde olduğunu göstermeye yeter.
Burada travmanın ne olduğuna dair herkes farklı şeyler söyleyebilir. Ama içeriğinden ziyade, biçimi ve sonuçları üzerinde düşünmek gerek. Bugün siyasi öznelliklerimizin sınırlarının, Osmanlı’nın yıkılıp yerine modern devletin kurulduğu 20. Yüzyıl başında şekillendiğini kim inkâr edebilir?
Siyasal partiler kadar, seçmenleri de birbirinden ayıran temel çizgilerin, geçtiğimiz yüzyılın başında insanların yaşadığı travmalarla şekillenmediğini söyleyebilir miyiz?
Zaman dışılık
Ama asıl kaçırdığımız nokta da işte tam burada: Savaşın ve istikrarsızlığın kara bulutlarıyla kaplı gökyüzünün altında can ve mal endişesi içerisinde yaşamış olan insanların travmasından söz ediyoruz. O gün en sahiciliğiyle, öyle ya da böyle, acı çekmiş insanların travması, bugünkü milliyetçi söylemin “anakronik” anlatısının belkemiğini oluşturuyor. Bu anakroni üzerinde kafa yormak gerek.
Anakroni sözcüğünü kısaca “zaman dışılık” olarak tercüme edebiliriz. En baştan bir yanlış anlaşılmaya meydan vermemek için bir noktayı belirtmek gerek. Tarihin sadece kronolojik olarak değil, içerik itibariyle de ilerlediği düşüncesine dayanan ve “ileri gidişe direnme”, veya “ilerlemenin dışında kalma” fikirlerini ifade eden “çağdışılık” kavramıyla “anakroni” kavramı aynı şeyler değil.
“Çağdışı” kavramı, modern ve mağrur Batı’nın, ulaştığı refahın bedelini ödeyen yoksul dünya halklarına bakışının, modernist elitlerimiz tarafından dağarcığımıza tercüme edilmesiyle dolaşıma giren bir kavram. Diğer yandan “anakroni” sözcüğü, edebiyat ve sinema alanından gelen bir kavram. Bir anlatının, zaman olarak ileriye (flashforward) ve geriye (flasback) göndermeler yapışını anlatan oldukça kuvvetli bir kavramdır.
Kimi filmlerde, kahramanın başından geçen bir olay anlatılırken, hikayenin bir yerinde, eskiden yaşadığı bazı olayları izlemeye başlarız. Bu arada filmin süresi harcanır, yani zaman ileri doğru gider, ama biz “şu an” olanla değil, önceden olmuş olanla başbaşa kalmışızdır. Böylece geçmiş, bir bakıma şu anın içerisine sıkıştırılır.
Aslında dikkatle baktığımızda bunun sayısız örneğini politikada görebiliriz. Daha yakın zamanda, kendisini kurtuluş savaşı yıllarında zannedenlerin silah ve Kuran etrafında ölme ve öldürme yeminleri ettiklerine hep birlikte şaşırmıştık. Oysa milliyetçiliğin her türlüsünü olağan kılan anakronik dilin sürçmesinden başka bir şey değildi, günlerce medyada dolaşan o Kuvayı Milliye yeminleri.
"Milliyetçi anlatı" ve "milli bağlam"
20 yüzyılın başı, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıldığı ve hemen arkasından modern ulus devletin kurulduğu yıllar, hiç şüphe yok ki olan biteni yaşayan herkes için acılı idi. Her toplumsal kesim, bu acıyı kendi gerçekleri çerçevesinde yaşadı. Ve her kesim, kendi anlatısını oluşturdu. Aşağıdaki satırlardaki öfke, acı ve kayıp hissinin bir insan ömrü süresinde başa çıkılamayacak kadar yoğun olduğu ne kadar da açık:
“Tarihimizin büyük bir hatası vardır. Ondan bu defa kendimizi korumalıyız. Harbetmek kâh muzaffer, kâh mağlup olmak her millete mukadderdir. Başka milletler harben kaybettikleri vatan parçalarını unutmazlar, gelecek nesillerin önünde onları daima canlı tutarlar. Onlarla birlikte felâket sebepleri de daima yaşar. Bu suretle aynı sebeplerin felâketli neticelerinden geleceği korurlar. Bu yüce kürsüden milletime tavsiye ederim: Unutulmamasını! Hürriyet ve Meşrutiyet meşalesi nurunun beşiği olan sevgili Selanik’i, yeşil Manastır’ı, Kosova’yı, İşkodra’yı, Yanya’yı, bütün güzel Rumeli’yi unutmamasını tavsiye ederim!”
Bu sözler, Meclis-i Mebusan’ın 3. Yasama döneminde, Meclis Reisi seçilen Halil Bey’in bu sıfatla mecliste yaptığı ilk konuşmadan.
Yıl 1914 ve Balkan Savaşları’nın akabinde, 6 milyonu aşkın nüfusuyla, 173 bin 400 kilometrekarelik Rumeli, Tarık Zafer Tunaya’nın deyimiyle “Osmanlı albümünde bir hatıra fotoğrafı olarak kalmıştır”. Bu büyük travmanın ertesinde, sayısız örneğini bulabileceğimiz bu çağrı, daha sonraki dönemlerdeki benzeri çağrılarla birleşerek, milliyetçi anlatının belkemiğini oluşturdu.
Neticede milliyetçi anlatı, bugün hayatta olan insanlarla, travmatik dönemde yaşayan insanlar arasındaki hayali bir rabıta sayesinde ayakta durur.
O dönemin büyük çalkantılarının her toplumsal kesim üzerinde farklı travmalara neden olduğunu ve bugün o dönem insanlarıyla özdeşleşmeden siyaset yapmanın mümkün olmadığını, bunu deneyenlerin siyaset sahnesinde adlarını bile duyuramadıklarını söylemeye gerek var mı?
Travma tanımlamasına en sert tepkinin iki sıkı milliyetçi partiden, yani CHP ve MHP’den geldiğine bu nedenle şaşmamak gerek. Her ikisi de geçmişle rabıta halinde olmanın ne demek olduğunu çok iyi bilir.(CT/EÜ)
* Coşkun Taştan, araştırma görevlisi, Ortadoğu Teknik Üniversitesi, Sosyoloji bölümü.