Alevi kurumları, İzmir’de ‘Aleviler: Din, Beden, Cinsiyet; Neşeden Kedere’ sempozyumu düzenliyor.
Demokratik Alevi Hareketinin bileşenleri olan Alevi Bektaşi Kültürünü Tanıtma Derneği (ABKTD), Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı (HBVAKV) ve Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’nin (PSAKD) düzenlediği sempozyum 13-14-15 Mayıs tarihlerinde Kültürpark Fuar Alanı’ndaki İsmet İnönü Sanat Merkezi’nde olacak.
Sempozyum çağrı metni
Biz, aşağıda imzası bulunan Demokratik Alevi Hareketinin bileşenleri, Alevi Bektaşi Kültürünü Tanıtma Derneği (ABKTD), Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı (HBVAKV) ve Pir Sultan Abdal Kültür Derneği (PSAKD) olarak en başta temsil etme iddiasında olduğumuz Alevi topluluklar olmak üzere, herkesi 13-14-15 Mayıs 2022 tarihlerinde, İzmir’de gerçekleştireceğimiz buluşmaya omuz vermeye, desteklemeye, katılmaya çağırıyoruz.
Ülke gündeminin hiç bitmeyen yorucu ağırlığını, herkes gibi bizler de omuzlarımızda hissediyoruz. Aynı ölçüde biliyoruz ki bu yorucu, bıktırıcı, biteviye ve sonsuzca kalıcı olduğuna bizleri inandırmaya çalışan ağırlığı hisseden kimi dostlarımız, yol arkadaşlarımız bile, daha buluşma çağrı başlığımızı gördüğü anda bıyık altından müstehzi bir biçimde gülümseyebilecek ya da omuzlarını silkip geçecek ya da “vatan elden gidiyor, sizin derdiniz ne?” nidalarıyla kaş çatacaktır. Böylece her zaman yapıldığı gibi, bir topluluğun en temel iki kurucu unsurundan biri, emek rejimiyle birlikte, cinsiyet rejimi sosyo-politik alandan kültürel alana kovulmaya çalışılacak ve yine her zaman olduğu gibi, ikincilleştirilecek; gölgesi ve şayiası kendinden büyük anlatıların, beklentilerin, siyasal programların, liderlerin kuyruğunda sırasını beklemesi istenecektir!
Sırası geldi; yeni değil. Çoktan geldi! Hiçbir şeyden değilse bile, sokakları terk etmeyi reddeden kadın hareketinden, adliyeleri utanç anıtına dönüştüren ailelerden, yılmadan bıkmadan evlatlarının hesabını sormaya çalışan analardan, herkese inat doğmaktan bıkmayan gökkuşağından biliyoruz. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmek, 6284’ün yok sayılması, erkek şiddetinin cezasızlıkla ödüllendirilmesi yetmiyormuş gibi, çeşitli bahanelerin arkasına sığınılarak gerçekleştirilmek istenen ve adım adım, sessizce hayata geçirilen Medeni Kanun’la ilgili değişiklikler, akışkan bedenlere yönelik nefret suçlarının teşviki ve cezasızlığı, ötekileştirilen bedenlerin leş muamelesine tabi tutulması, farklı cinsel ve bedensel konumlanışların, aidiyetlerin ve kimliklerin sürekli olarak hedef gösterilmesi ve saldırıların kışkırtılması, ırkçılığın gündelik bir tavıra dönüştürülmesi, Aleviler de içinde olmak üzere, bu toplumu oluşturan unsurların keyfe keder bir biçimde yurttaşlık sınırlarının dışına çıkarılması…yetmiyor mu; bedenlerimizin temel politik mücadelenin hem alanı, hem konusu olduğunu göstermeye?
Bir erkeğin, karşımıza hem baba, hem dede, hem tecavüzcü, hem katil olarak çıkabildiği bu ülkede, bir çocuğun oyun arkadaşı olabilecek bir diğer çocuğu yakarak ölümüne sebep olabildiği, sokağın militarizasyonu ve terörizasyonuyla kopmaz bir bağ içinde, pandeminin dünya ölçeğinde yarattığı krizi fırsat bilen her totaliter ve otoriter yeni sağcı iktidarın uygulamalarıyla atbaşı giden, en başta ev içi şiddet olmak üzere, iktidarda kalabilmek uğruna şiddetin bütün biçimlerinin örgütlü siyasal şiddete evriltildiği bu ülkede; bir sorunumuz var: Biz, Alevilerin de! Onun için öncelikle kendi evimizden konuşuyoruz; herkesi kendi evinden konuşmaya, komşuluk pencerelerimizden sesimizi mümkün olabildiğince ortaklaştırmaya çağırıyoruz. Ama bu, şiddeti, yalnızca şiddeti konuşacağız anlamına gelmemeli. Biliyoruz ki şiddet tam da kendisinden başka şeyleri, kendisinin dilinden başka bir dilde konuşturmamak üzere işler! Biz, Aleviler aynayı, herkesin huzurunda, kimseden korkmadan, kimseyi esirgemeden kendi yüzümüze tutmaya çağırıyoruz. Ali’yi gördüğümüz aynada Ali’nin silüetini var eden Fatıma Ana’mızın nurunu öne çıkarmaya!
Elbette bu çağrımız ve buluşmamız bir ilk örnek değil. Giderek artan bir biçimde Alevi topluluklar içinde de özellikle bir “kadın sorununun” ya da tersinden “erkeklik sorununun” varlığı, hem siyasal hem akademik-entelektüel bir ilgi görmeye başlamıştır. Ancak Alevi örgütlerinin bu artan ilgiyi, benzer bir biçimde artan bir ilgiyle ve buna uygun adımlarla karşılayabildiği ne yazık ki söylenemez. Bu anlamda bu çağrımız, her ne kadar kimi kısmi adımlar atılmış olsa da, Alevi örgütlenmesi bakımından kuşkusuz bir ilki oluşturmaktadır. Ancak bunun ötesinde, Alevi topluluklar ile kadın sorunu arasında kurulan ilişkilenme biçimlerinin artık genişletilmesi, hatta kadın sorunu söyleminin terk edilerek en başta cinsiyet ve toplumsal cinsiyet eşitsizliği sorunundan ve giderek politik bir alan ve konu olarak bedenlerimizden konuşmanın vakti gelmiş, geçmektedir. Bu anlamda çağrımız geniş kapsamlı bir çağrı olmasıyla diğer adımlardan ayrılmaktadır.
Açıkça saptamak isteriz ki Alevi hareketi içinde bir yandan yoğun bir yakınma konusu olarak, aynı yoğunlukta dillendirilmesine karşın, cinsiyet ve toplumsal cinsiyet eşitsizliği sorunu sürekli bir biçimde kültürel alana havale edilerek ikincilleştirilmekte ve sözüm ona daha ciddi, daha dinsel ihtiyaç ve sorunların arkasına atılmaktadır. Oysa cinsiyet ve toplumsal cinsiyet eşitsizliği sorunu biz Aleviler için aynı zamanda tam da mevcut dinselliğimizin deneyimlenme biçimleriyle doğrudan ve kopmaz bir biçimde ilişkilidir. Öyle ki bu deneyimleme biçimleri içinde dinselliğimizdeki eşitlikçi söylemler ve unsurlar kadınların, çocukların, akışkan bedenlerin, heteronormativitenin dışında kalan farklı cinsel konumlanışların varlığı ile görünürlüğünü soğuracak biçimde seferber edilmekte, bu yolla aynı zamanda dinsel deneyimlerimizle birlikte bu deneyimlere can veren temel dinsel değerlerimiz, icrai süreçlerimiz de adeta bile isteye erilleştirilmektedir. Öyle ki dışarıdan bakan bir göz, ne yazık ki günümüz Alevilerinin Aleviliğinin artık eril bir dinselliğe karşılık geldiğini düşünebilecek haldedir.
Bu hızı giderek artan erilleşme, Alevi hareketinin deneyimi, birikimi içinde, göç hareketlerinden başlayarak özel olarak kentleşme, genel olarak modernleşme bağlamında, Alevi toplulukların bütün yükünü çeken kadının rolünün ve sorunlarının unutulması, hareketin içinde kadınların esamesinin okunmaması, kadın emeğinin ikincilleştirilmesi, degrade edilmesi, görünmez kılınması; eril/erkek söz dışında sözün duyulmaması, Alevi hareketinin diğer siyasal/toplumsal hareketlerden farklı olarak kendi iç dinamiklerinden kaynaklanması muhtemel bir biçimde kadınları, diğer cinsiyet kimlikleri ve aidiyetlerine mensup kesimleri hem hareketin organik bir bileşeni, hem olası müttefik güçler olarak okumaktan uzak durmasıyla, bu kesimlerin enerjilerini harekete devşirememesi ve onlardan beslenememesiyle sonuçlanmaktadır. Aynı şekilde, Alevi hareketinin erilleşmesi, açık ya da örtülü bir biçimde Aleviliğin dinsel ve dilsel unsurlarının da giderek eril okumalara tabi tutulması; Alevi topluluklar içinde kadınların ve heteronormativitenin dışında kalan kesimlerin uğradığı ayrımcılığın, şiddetin Aleviliğin genel doğrultusu içinde görünmez kılınması; Alevi toplulukların uğradığı ayrımcılık pratikleri içinde kadınların ve ötekilerin uğradığı katmerli ayrımcılığın göz ardı edilmesi, nihayet eril bir biçimde okunan kimi unsurlar üzerinden cinsiyetsizleştirmeyle bitişmektedir.
Bizler, “elsiziz, dilsiziz, belsiziz” ama bu alemde cinsiyetsiz, bedensiz varlıklar olarak geziyor değiliz! Tam da farklı cinsiyetlere, farklı bedenlere, sahip değil, ait olduğumuz içindir ki cemlerimiz dem ile devran içre, bizi can kılar. Ancak tarih ve kültür içindeki bedenlerimizin hesabı tarihin ve kültürün dilinin içinden ve ötesinde verilebilsin diyedir bu. Öyleyse tarihin ve kültürün “dilinden dişinden” gayrısından bihaber, nefsini kucaklayıp cemimize getiren, kadınların saçından başından giysisinden huylanan, çocuklarımızı ve sermest olanları azarlamaktan kaçınmayanları, kim olursa olsun, şöyle kenara davet ediyoruz! Can söylemi, ne yazık ki kötü örneklerine bolca rastladığımız gibi, Alevi toplulukların toplumsal cinsiyet eşitsizliğiyle ilgili sorunlarının Aleviliğe tahvil edilmesine ne vesiledir ne de araçtır! Bu anlamda bu en kötü indirgemeciliğe karşı mücadele edeceğimiz açıktır. Bu indirgemecilik bilmeden ya da kasten, cinsiyetçi söylemler üzerinden ve birbirlerini besleyerek karşılıklı olarak Alevi toplulukların milliyetçiliğe, ırkçılığa entegre edilmesine de hizmet etmektedir. Can söylemi üzerinden bir yandan gerçek sorunların üzerinden atlanırken aynı zamanda üzerinden atlanılan somut sorunlar karşısında kurgulanan hayali bir Alevilik üzerinden Alevilik modernlik, çağdaşlık Atatürkçülük, laiklik gibi bağlamlarla koşullanmakta, buradan bir farklılık ile üstünlük kibri devşirilmekte ve varlığı ile sorunları görünmez kılınan kadınlar, bir kez daha sembolik yükü taşımak üzere göreve çağırılmaktadır. Kadınların varlığı sembolik düzeyde tanınırken, en başta kadınlar olmak üzere, hepimizin cinsiyetsizleştirilmesi özellikle cinsiyet sorunu söz konusu olduğunda topluluklarımızın ve her bir bireyin bir tür kapanışına/kapatılışına yol açmaktadır. Bu kapanma halinin kaçınılmaz sonucu da artık topluluklarımızın üyelerinin cinsiyetçilik üzerinden yapılan saldırıları göğüsleyememesine, aksine bu saldırılara kendi dinleri hilafına muhafazakarlaşarak ya da yaygın olarak saldırgana benzeyerek, genel geçer ahlakileştirilmiş yanıt verme girişimlerine yol açmaktadır.
Unutulmamalıdır ki ne kadar farklı olursak olalım, Alevi topluluklar da bu toplumun bir parçasıdır. Toplumun hızla kirlendiği, hatta atomize olduğu yerde, Alevi topluluklar da bu kirlenme ve dağılmadan payını aldığı gibi; dahası başkalarında saman çöpü olan bizde mertektir. Bu bağlamda örneğin medya cinsiyetçi söylemlerle ve nefret suçlarıyla ne kadar kirlenmiş olursa olsun, Alevi medyasında en küçük cinsiyetçi bir ima bile kabul edilemez. Aynı şekilde, toplum içinde, özellikle ailede kadın emeği, evin ve ailenin yeniden üretimi ile üstlenmiş olduğu ve asla takdir edilmeyen bakım emeği, yok sayılamayacağı, görmezden gelinemeyeceği gibi, ne yazık ki erkeklerin diline dolanan “ama biz de ev işlerine yardımcı oluyoruz” lafzıyla inkar edilemez. Ev ve bakım işlerini de kendi işi saymayan, asli olarak kadına zimmetleyen ve kendisini keyfe keder “yardımcı” olarak kodlayan bir erilliği, Alevi olarak kabullenmek olanaksızdır. Gerek toplumsal cinsiyet eşitsizliği, gerek heteronormativite ve gerekse erkeklik krizlerinin artık -hayali ya da değil- ama Alevi ailenin de sorunu olduğunu kabul etmek kaçınılmaz olmuştur.
Çoktandır bildiğimiz gibi, patriyarkanın ve heteronormativitenin ürettiği her krize karşı belirli bir evrensellik iddiasına yaslanan “Mühim olan insanlık” söylemi esasen ezenlere ve hakim iktidar ilişkilerinden nemalananlara hizmet etmektedir. Bu söylem, içerdiğini ima ettiği evrensellik gereği, bir yandan biz, Alevi toplulukların özellikle eşitlikçi yerel özelliklerinin baskın söylem altında kaybolmasına yol açarken, aynı zamanda kimyada reaksiyonun en yavaş olana göre işlemesi gibi, topluluklarımızın ve tüm toplumun en geri unsurlarına göre bir homojenleşme ya da standartlaştırmaya, ölçüt arayışına da hizmet etmektedir.
Örneğin bu “İnsanlık” söylemi, bizim kendi yaratılış mitlerimizdeki kadının rolünü Adem-Havva mitinin en geri okumasıyla değiş tokuş etmektedir. Mitin bu en gerici okunma biçimleri kendisine, hiç yer bulamadığı Alevi mitik evreni içinde, Ana Fatma’yı kovarak yer açmaya çalışmaktadır. Bunun kaçınılmaz sonucu da sözüm ona yüceltme iddiası altında, erkek olmayan herkesin hak ve statülerden yoksun bırakılarak içi boşaltılmış, karşılığı olmayan, sözünden edilmiş sembolik statülere mahkumiyeti ve bununla yetinmeye çağrı olmaktadır.
Bu bağlamda, kendi Aleviliğinin meşru farklılığı ve özgünlüğünü kadınlar üzerinden sembolleştiren ve kendisini Alevilik diye takdim eden bu zihniyeti ve şebekeyi reddetmenin zamanı gelmiştir. Bu şebeke, bir yandan kendi hayali Aleviliğinin yüceliğine tapınmak için kadın bedeninin sembolizmine sığınırken aynı anda, eril muhafazakarlığı ve ahlakçılığı gereği, yine öncelikle kadın bedeni olmak üzeri, tüm bedenleri kirlilikle damgalamakta, Aleviliğimiz içinde fıkralarımıza, hatta deyişlerimize, muhabbetlerimize konu olan neşeli cinselliğimizi unutturmaya çalışarak dinselliğimizin bir kabusu olarak cinselliği bize bir görev, patriyarkanın bir nemalananı olan herkes içinse bir hakka dönüştürmektedir. Ne bedenimizden, ne cinsiyetimizden, ne cinselliğimizden, ne de Aleviliğimizden; asla vazgeçmiyoruz, vazgeçmeyeceğiz!
Bu çağrıyı çıkaran Demokratik Alevi hareketinin bileşenleri olarak, en başta tüm Alevi toplulukları ve onların temsilciliği iddiasındaki tüm demokratik kitle örgütlerini, Alevi örgütlerinin cinsiyet ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğine karşı bir tutum belgesini oluşturmaya, hazırlamaya ve deklare etmeye dönük bir adım olarak bu sempozyumumuza destek vermeye, katılmaya, yaygınlaştırmaya ama özellikle katkılarıyla bir parçası olmaya çağırıyoruz!
Eğer kendimizi gururla Demokratik Alevi Hareketi olarak takdim etmeye devam edeceksek, cinsel bir demokrasi anlayışını yükseltmek ve bu taleple kendimizi bağlamak, tıpkı emek rejiminde demokrasiyi savunmak gibi ve ondan daha az önemli olmamak üzere, kaçınılmaz bir zorunluluk olduğu gibi, bütün demokratiklik iddialarımızın aksine, içimizde üreyip duran anti-demokratik virüse karşı da bir aşı olacaktır!
İnsanı ezen “kutsalın yüceliğinden, insanın yüceliğinin kutsallığı”na! Aşk ola! Bedenimiz Alevidir ve politiktir ağbiler!:)
(EMK)