Sorun hem çoğunluğa yaslanan totalitarizmi, demokrasi söylemiyle meşrulaştırmaya çalışan siyasal aktörler hem de bu aktörlerin gölgesinde yaşayan, o aktörlerin organik bir uzantısı haline gelmiş sivil toplum...
Askeri bürokratlar ve büyük sermayenin yarattığı ekonomik çevrim içerisinde gerçekleşen, ulusal coğrafyayı halktan soyutlayıp bir kadastro birimine indirgeyen, dolayısıyla halkın uzağında gelişen bu süreç, toplumsal alanı kendi ilgi alanlarına göre parçalayan ve dolayısıyla sisteme yönelik reel -sınıf bilincine yaslanan- karşı duruşların önüne geçen bir mekanizma olarak, sivil toplum örgütleri üzerinden işliyor.
Postmodernizmin sivil toplumu, demokrat işlevlerinden arındırılmış, kamu yararına dolayısıyla kamuda egemen olan ideolojiye, ve nitekim hiçbir ideoloji kendinden münhasır olmadığına, kendi nedenlerini kendi içerisinde barındırmadığına göre, belirli bir seçkin kitlenin yönlendiriminde hareket ediyor; ve daha da vahimi bu hareketine yüklediği özgürlük marifetiyle onu hem demokratik kılıyor hem de hareketin belirlenmişliğini gözlerden saklıyor/gizliyor.
Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) ile Emekli Subaylar Derneğinin düzenlediği mitingi ve miting yapılacağı gün Ankara'nın her yerine asılan, küçük esnaf/meslek örgütlerinin ağzından demokrasiye atıfta bulunan, Ankara Büyükşehir Belediyesi'nin yönlendiriminde olduğu aşikâr pankartları bu çerçevede düşünmek mümkün.
Miting, iktidar ve demokrasi
Mevcut siyasi iktidarın uluslarüstü örgütler ile kurduğu ilişki itibariyle muhafazakâr, ulusal alandaki özgürlük algısı itibariyle de demokrat olmadığı aşikâr.
Liberal demokrasinin içeriğini daraltmaktan öte bir anlama haiz olmayan, olmadığı gibi, muhafazakâr bir seçkin zümrenin muhafazakâr olmayan ötekiler üzerindeki belirlenimini verili kılan ve bu belirlenime demokrasi kılıfını giydiren muhafazakâr demokrasi ile, farklı kimliklerin dini birlikteliğine vurgu yapılırken ya da bir yandan globalizmin gelenekler üzerindeki olumsuz etkileri minimize edilmeye çalışılıp bir yandan ümmetçilik hedeflenirken yapılagelen hep aynıdır:
Din temelli biraradalık vurgusu aslında diğer kültürleri eritmek ve tek bir kültürü -ve yine bu kültür de kendinden münhasır olamayacağına göre- dayatmak anlayışının üstünü örten bir araçtır. Dolayısıyla muhafazakâr demokrat siyasi iktidar, kültür olgusunu din hizmetine koşarak/kültür ve din olgusunu bir arada kullanarak, halkı kültürel idealler peşinde sürüklemek marifetiyle kültürel ötekileştirme ve yabancı düşmanlığına zemin hazırlıyor. Bu doğrultudaki felsefi kabuller çerçevesinde, ne muhafazakâr ne de demokrat bu ideolojik perspektif içerisinde yer alan, bu ideolojinin uzantısı niteliğindeki Büyükşehir kent yönetiminden, demokrasiyi eşitlik ve adalet temaları üzerine oturtmasını zaten beklemiyoruz.
Ancak önemli bir kesim tarafından demokratik bir tavır alış olarak değerlendirilen, katılan sayısının bile mücadele aracına dönüştürüldüğü -demokrasinin katılan sayısının çokluğu ile eşitlendiği, en çok taraftar bulan mitingin en demokrat olduğu- bu mitingin demokratik niteliğe haiz olduğu kanımca kuşkulu... Zira, demokrasi ile yönetildiği ifade edilen, demokrasi üzerinden işleyen -bu liberal demokrasi bile olsa- bir sistemde, sistemin meşruiyetine gönderme yapmadan demokratik geleneğin seyrine müdahale etmek isteniyorsa bunun mevcut demokratik koşullar içerinde yapılması mümkün olmaz; eğer olursa adına demokrasi denmez.
İkinci husus, askeri düzenin anayasal bir meşruiyet kazandığı, siyasal hayatın bu anayasal rol dağıtımı çerçevesinde gerçekleştiği ve bu anayasanın kendisini inşa eden askerlerin kültüründen, bilinç yapısından, sosyo-ekonomik koşullarından bağımsız varolmasının mümkün olmadığı bir veri iken ve en önemlisi bu muhafazakâr demokrasi askeri düzenin bizatihi sonucu iken, egemen paradigma çerçevesinde şekil kazanan, mevcudiyetini buna borçlu olan bu mitingin demokrasi nosyonunu kime karşı kuracağı kuşkudur.
Bu kitle, mevcudiyetini ancak kendisine karşı kurabilir, kendisine rağmen varolabilir ve ancak varolabilirse, yani o kitleyi, o kitleyi yapan nitelikleri/değerleri aşabilirse, kendisini, koşullarını kendisinin belirlemediği demokratik bir zemindeki bir aktör haline getirebilirse demokrat niteliğini hak eder.
Özellikle Kemalist -sosyal liberal- çevrenin iddia ettiğinin tersine, demokrasi bir ideoloji değildir; tüm ideolojilerin üzerinde hareket ettiği ve meşruluğunu demokrasiyi varsayan rejimin bizatihi kendisinden alan bir zemindir. Böyle olmazsa, yani rejimin temel kurumları demokratik geleneğin kendisine bir değer atfetmiyor, demokrasi ontolojik kaynaklarını rejimin kendisinde bulmuyorsa, bir başka deyişle rejim, o rejim içerisinde tanımlanan grupların/sınıfların/örgütlerin müdahalesi olmadan demokratik geleneğine sahip çıkamıyorsa, o halde o ülke ya demokratik değildir ya da demokrasi, bir sınıf ya da zümrenin iktidarı yönünde şekillenen otoriterliği meşrulaştırmanın bir aracıdır; yani, yine demokratik değildir.
Dolayısıyla demokrasi, rejimin işleyişinin asli unsuru olmaktan çıkıp, belli bir ideolojinin metodolojik bir aracına dönüştürülürse, hem mevcut dizge içerisindeki sosyo-ekonomik eşitsizliklerin gizlenmesinin bir aracına dönüşür hem de demokrasiyi sahiplenen ideoloji kimin çıkarlarına hizmet ediyorsa, o kesiminin diğerleri üzerindeki sömürüsünü meşru kılar. Bu doğrultuda, sosyal demokrasi, liberal demokrasi ya da muhafazakâr demokrasi kalıpları/yorumları, demokratik usullerin alanını, bu kalıpların/yorumların destekçileri ile sınırlı kılar, demokrasiyi, seçkin bir kitlenin kamuoyu ile kurduğu ilişkide işlerlik kazanan bir manevra alanına dönüştürür.
Nitekim bu demokrasi doğrultusunda şekil kazanan özgürlük de, liberal demokrasi için sermaye ve tüketim özgürlüğünü, muhafazakâr demokrasi için inanç özgürlüğünü sosyal demokrasi için de -zorlama bir ifade ile de olsa- işçilere yaslanan bir özgürlük nosyonunu aşamaz. Demokrasiyi ve demokrasiye şekil veren değerleri, mübadele edilebilir, değiştirilebilir kılar; belli bir kesimin istemleri doğrultusunda dönüştürülebilir/değiştirilebilir, içi boşaltılıp farklı malzemelerle, değerlerle yeniden doldurulabilir bir konuma indirger.
Ancak bu da sorun değildir, zira postmodern bir dünyada anything goes: her şey gider, her yol mubah; dolayısıyla siyasal aktörler kendilerini egemen kültürel formun dışında konumlandıramaz, o egemen formun epistemolojisi almakla, kullanmakla yükümlüdür. Dolayısıyla sorunlu olan, bu kültürel formu inşa eden ulus dışı faktörler.
İşte bu naif demokrasicilik, ulus olmayı ancak belli bir etnik kimlik üzerinden başarabilmiş -aslında ulus olmayan, bu coğrafyadaki tüm etnik unsurların birlikteliğinde hayat bulmadığından dolayısıyla cumhuriyetten de uzak- bu coğrafyadaki sorunların nedenlerini, ulus dışına paslarken, bu pası görünmez kılmak, kendisinin ulus dışı ile olan organik bütünlüğünü gözlerden saklamak için, ulusal coğrafya içerisindeki şovenizmi -dolayısıyla kendi devamlılığını- her defasında yeniden üretir.
Bu yeniden üretim esasında şekil kazanmış olan miting kitlesinin demokrasi söylemi, mitingi düzenleyen örgütlerin yönetim yapısı dikkate alınmadan bile, sorunlu hale gelir, tıpkı siyasi iktidarın ve onun destekleyicilerinin demokrasi algısının sorunlu olması gibi...
Akademi
Bu sorunluluğa, mitinge katılan akademisyenlerin bilim algısının ya da bilime yüklediği işlevin sorunluluğu eşlik eder. Bilimselliğin, duyumsal olanın ötesine geçmek ve gerçekliğe ulaşmada engel teşkil edecek belirleyicilikleri aşıp, o belirleyiciliklerden sıyrılıp sağlanabilmesi veri iken, bilim insanlarının bir yandan akademiyi işletme ile eşdeğer kılıp, bilime bilim dışı bir değer, döner sermayesi en yüksek olanın en bilimsel olduğu yeni engeller inşa edip bir yandan da mitingin en ön saflarında Atatürkçülüklerini kanıtlamaları ve bunu da demokratik bilim adına yaptıklarını söylemeleri komik değilse trajiktir.
Bilimin, -Atatürkçülüğe ilişkin hiçbir olumlu veya olumsuz bir yargıda bulunmaksızın- Atatürk ilke ve inkılaplarının gerekleri doğrultusunda/yönlendiriminde yapılmasının anayasal bir zorunluluk olduğu bir ülkede ve de YÖK'ün kurumsal varlığı bu zorunluluk üzerine inşa edilmişken, bu zorunluluğu aşmak yönünde bir çabada bulunmayıp, bu zorunluluğu a priori bilim için yapısal bir unsur olarak kabul edip, siyasal iktidar ile demokrasicilik oynamak hem de bu oyunda lâiklik adına başka bir tabuya yaslanmak, tabu yaratmak demokrasi ile ilişkili olmadığı gibi bilimsel de olmayan, dolayısıyla toplumsal bir çıktısı bulunamayacak bu durum, bilimin ideolojik işlevleri hakkında fikir vermesi bir yana bu ideolojinin kimin ideolojisi olduğuna da açıklık kazandırır.
Eğer bir demokrasi mücadelesi verilecekse bizatihi bu ideolojinin kendisine ve bu ideolojiyi kendi tekellerinde gören kesime, o kesimin bilim algısına karşı verilmelidir ve yeri gelmişken söyleyelim, bu mücadelenin araçlarını geliştirmek de siyasal iktidarın haddi değildir. Dolayısıyla, eşitlik ve adalet temaları üzerinde yükselen bir demokrasiye işlerlik kazandırılması, Kemalist kadrolarla muhafazakâr demokratlar arasındaki yüzeysel ve yüzeysel olduğu kadar da gündelik siyasetin tüm ahlak yoksunluğunu içinde barındıran rant savaşımının ötesine geçmekle mümkündür ve tam da bu nedenle muhafazakâr demokrasi ya da Atatürkçülük, bilimsel bir sürecin nihayetinde şekil kazanacak/varılacak bir sonuçtur; bilimselliği çerçevelendiren, temel araç ve gereçleri kendi içerisinden çıkaran buna da bilimsellik atfeden nedensellikler ya da bilimin ontolojik kaynakları değil...
Laiklik
Kamuoyunda, siyasal iktidarın dini kendi tekeli altına alma çabası ya da din temsiliyetinin siyasal iktidar aracılığıyla yapılması hatta son dönemde bu temsiliyetin bizatihi tek ve zorunlu amaç haline getirilmesi eleştirilirken, lâikliğin de belli bir kesimin tekeline indirgenmesi, o kesim tarafından temsil edildiğinin vurgulanması hatta bu temsiliyetin bizatihi tek ve zorunlu amaç haline getirilmesi nedense gözlerden kaçırılıyor.
Hemen şunu belirtelim ki, lâiklik, din olgusunun her türlü işlemsel değerden yoksun bırakılması, lâik devlet de, vatandaşlarını din ekseninde tanımlamayan, vatandaşlığın temel işlemsel değer olduğu devlettir. Bir başka deyişle lâiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması değil, dinin devlet yönetiminde kullanılan bir kategori olmaktan çıkartılmasıdır. Bu doğrultuda, vatandaşlarını dindarlıkları hususunda kategorileştiren, toplumun ya da toplumun belli bir kesiminin din ile kurduğu ilişkiyi belirlemeye çalışan bir devlet, iyi niyetli bile olsa yani vatandaşlarını dinin belirleniminden çıkartıp özgürleştirme amacını bile taşısa, lâik bir devlet olamaz.
Lâik olmadığı gibi, lâiklik devletin temel unsuru olmaktan çıkartıldığı anda, herhangi bir ideoloji ya da onun taraftarlarının ideolojik aracı haline getirilirse, keyfileşir, insanları lâik ve lâik olmayanlar şeklindeki kamplaş(tır)manın imkanı yaratılmış ve hangi taraf niceliksel çoğunluğu sahipse o tarafın diğer taraf üzerindeki sömürüsünün yolu açılmış olur.
Yineleyelim, toplumun herhangi bir kesiminin, kendi kesimine ait değerler üzerinden tanımladığı nitelikleri ulusal kılması ve o ulus içerisindeki diğer unsurları da o nitelikler üzerinden tanımlamaya çalışması doğrudan bir sömürü olduğu gibi, o nitelikleri kendi tekeline/kullanımına indirgemesi ölçüsünde ahlaksızca bir sömürüdür ve bu sömürüye karşı her girişimi, yani bizatihi nedeni olduğu, kendisinin yarattığı, sonucu olan her girişimi terör sayması/terörize etmesi durumunda da, belki ahlaksızlığına meşru bir zemin bulur ama sonuçta lâiklik savunusu yaparken ne ulus ne de cumhuriyet/rejim kalır.
Dolayısıyla rejim savunusu yapan kitle, her an karşıtına dönebilir, savunduğu değerleri ortadan kaldırmanın temel aracı olma işlevini yüklenebilir.
Bir başka husus da şudur ki, Başbakanın, Tandoğan mitingini izleyen günlerde gerçekleştirdiği Almanya gezisi sırasında makamların geçici, ölümün ve ölüm sonrası mekanın ise mutlak olduğu yönündeki söylemi ile milyonu aşkın -ya da milyona yakın- insanın Atayı takdis eden fiiliyatı arasındaki fark nedir sorusuna cevap bulmak gerekir. Zira muhafazakâr demokrasi, muhafazakârlık görünümünün seçmen kitlesiyle kurduğu ilişki doğrultusunda, kitleyi bir arada tutabilmesinin dolayısıyla kendi devamlılığını bu kitlenin bir aradalığı ile zorunlu olarak eşdeğer kılmasının bir sonucu olarak referans noktasını yani o kitleyi o kitle yapan temel unsuru, metafizik bir noktaya yerleştirmiş durumdadır ki, nitekim bu durum siyasal iktidarın lâik olmadığına ve soyut unsurlar üzerinden dayandığı kitleyi yönlendirilebilir kılmayı amaçladığına, dine ideolojik bir misyon yüklediğine ilişkin en açık göstergedir.
Ancak aynı paralelde, lâikliği temel alan, lâiklik etrafında örgütlenmiş, dolayısıyla lâikliğin olmazsa olmaz koşulu gereği de ontolojik kaynaklarını, yani o kitleyi o kitle yapan unsurları seküler bir alanda bulması gereken, mevcudiyetini sekülerliğine borçlu miting kitlesinin, bir anıt mezar etrafında birleşmesi, anıtkabiri temel karşı duruş mekanı haline getirmesi de lâiklik ile bağdaştırılamaz. Bir başka deyişle, namaz kılan ve Tanrıya yakaran, mevcudiyetini Tanrıya atfetmiş ve kendisini Tanrının bir yansıması olarak gören, bu vasıtayla da Tanrının iktidarını ve kendisi üzerindeki belirlenimini mutlak kılan bir milyon kişiyle, Anıtkabire yürüyen, mevcudiyetini Ataya atfeden ve Atanın varlığını kendi varlığının mutlak zemini olarak gören bir milyon kişi arasında bir fark yoktur.
Eğer bu karşılaştırmadan yola çıkılacak olunursa, yani bu iki kitle arasında yapılacak karşılaştırma vasıtasıyla belli bir tanım inşasına gidilecekse, birini lâik diğerini de anti-lâik yapan hiçbir veri/ayrım yoktur; zira lâiklik burada bulunamaz. Yani, bu karşılaştırma içerisinde kalarak, belli bir kesimi mutlak anti-lâik geri kalanı da lâik olarak kaba bir kategorileştirmeye gitmediğiniz takdirde ya da bir kişinin lâik olup olmadığından ziyade onun içinde olduğu kitleyi referans alarak bireyi keyfi olarak anti-lâik kılmadığınız/tanımlamaya kalkamadığınız takdirde, ya lâikliğe ulaşmazsınız ya da ulaştığınızı sandığınız şey, lâiklik değildir.
Lâiklik, "lâik" ile "anti-lâik" arasındaki yapay kamplaşmanın/karşıtlığın ne nedeni ne de sonucudur. Lâikliğin ontolojik değeri, cinsiyet ayrımcılığı ve etnik savaşımlarla mücadelenin, sosyal bir aidiyet önceliğine sahip insanın hukuki birim olma/özneleşme sürecinin bir parçasıdır. Dolayısıyla Lâikliği, siyasi elitlerin kontrolündeki yönetimsel/metodolojik bir araç olmaktan çıkartıp, devletin varoluşsal/ontolojik bir değerine konumlandırmak gerekiyor. Eğer bu konumlandırma sağlanamazsa/sağlanamamışsa, şapkanın hükümranlığından sıkılan sarık, her fırsatta şapkanın üstüne geçmeye, şapkaya kendi biçimini vermeye en nihayetinde de şapkayı sarıkla/kendisiyle değiştirmeye çalışacaktır; hem de şapkanın hükümranlığında geçen 80 yılı aşkın sürede şapkaya benzeyen/benzemiş ve bilindiği/söylendiği gibi "değişmiş" biçimiyle/haliyle...
Cumhuriyet
Dolayısıyla artık şunu da söyleyebiliriz, Cumhuriyet, Osmanlı'nın son dönem bürokratları tarafından inşa edildiğinden, bir başka deyişle, Cumhuriyet'in sınıfsal temeli olmadığından, Cumhuriyet, bürokratik bir zümre tarafından kurulduğundan, hem bu bürokrasi temelli iktidarın -bürokratik iktidar- yeniden üretimi hem de bu bürokrasinin, kendi "kratos"unu burjuva düşüncesi ile eklemleme çabası, rejimin sınıfsal bağlarını ikinci planı atmayı ve bu bağların yerini alacak yeni karşıtlıkların inşasını zorunlu kılmıştır. İşte, lâiklik ile din arasında kurulan karşıtlık bu zorunluluğun bir sonucudur.
Kendisi renk körü olan bir öğretmenin bütün sınıfı renk körü sanması ve o sınıfa ilişkin politikalarını her daim bu 'sanı' etrafında şekillendirmesi örneğinde de olduğu gibi, bu durum öğretmen/rejim ile sınıf/halk arasındaki ilişkiyi baştan sorunlu hale getirmekle kalmayacak, politikaların amaçları ile hedef kitlenin talepleri arasındaki uyumsuzluk bir kere sağlandı mı, halkın bilinçsizleştirilmesi ve/veya egemen paradigmaya eklemlenmesi doğrultusunda verimli bir araç olarak kullanıla gelecektir.
İşte bu noktadan itibaren sorun, mevcut demokratik bir sistemde yer alan, bu sistemin demokratikliğinin sağlanması/sürdürülmesi yönünde işlev de yüklenmiş kurumların -yargı, üniversite, sivil toplum, siyasal partiler, sendikalar vs- ideolojisizliğinden ya da tarafsızlığından ziyade, bu kurumların egemen paradigma içerisindeki ideolojik pozisyonları ile ilgilidir.
Yine aynı doğrultuda, hiçbir ideoloji kendi içinde bir nedenselliğe sahip olmadığından, kendi başına varolamadığından yani bir kültürel olgu olarak ideoloji kendi kendisini inşa edemediğinden, ontolojik kaynaklarını kendi içerisinde barındırmadığından, bir başka deyişle, her ideoloji aslında birilerinin ideolojisi olduğundan, birilerinin değerleri, inanç sistemleri, kültürel istemleri etrafında şekillendiğinden, kısacası hiçbir ideoloji onu inşa eden, inşasında yer alan grup/zümre/sınıf'tan soyutlanarak değerlendirilemeyeceğinden, aslında sorun, objektif ve tarafsız dolayısıyla demokratik kesimle, yine bu kesimin, egemen paradigmanın inşasında oynadığı kurucu/tarihsel rolün etkisiyle, anti-demokratik, subjektif ve taraflı kıldığı diğer kesim arasındaki 'rant' paylaşımının neticesidir.
Aslında kamuoyundan bağımsız, halktan uzak, yapısal olarak farklı bir mertebede yürütülen, siyasi elitler, bürokratik elitler ve ekonomik elitler arasındaki sermayenin maksimizasyonunu amaç edinen yeni kombinasyonun/bileşimin dinamiklerini belirleme ve bu bileşim içerisindeki/pastadaki paylarını arttırma mücadelesi, bir yandan kendi ekonomik döngüsünü yaratırken diğer yandan da 'toplumsal uyum' retoriği marifetiyle meşru bir zemin bulmaya çalışıyor. Buradaki uyum, Turgut Özal onur ödülünün Bülent Arınç'a verilmesinde olduğu gibi, liberallerle muhafazakârlığı aynı potada eriten, bir yanından küreselleşmeci bir yanından ulusalcı olan bir uyumdur; bir yandan siyasal İslamcı bir yandan da Oryantalisttir; bir yandan ihracata dayalı büyüme modelini ve bu çerçevede emeğin ücretlerinin düşürülmesini amaç edinirken bir yandan sendikal mücadeleye övgüler düzüverir; kısacası bu uyum, 'uydurma'dır.
En nihayetinde, siyasal İslam ile Kemalist kadrolar arasındaki bu rant savaşımı yeniden üretildiği sürece, siyasal yaşam bu kesim arasındaki bir mücadeleye indirgendiğinde, bu mücadelenin yaratacağı haz duygusu ve rahatlama imkanı iki kesim üzerinde kesinse de, toplumsalın genişleyerek yeniden üretiminin ve özgürleşme imkanının önünü tıkayacağı açıktır.
Sonuç
Nitekim amaçlanan da budur: insanların beşeri bir varlık olma, kendini gerçekleştirme, özneleşme sürecinin ve tüm bu süreç ancak emekle sağlanabildiğine göre aynı zamanda emeğin önüne geçip, dondurup, onu her daim işlevsel kılma ve istendiği an 'teyakkuz' haline geçirme istencidir. Meşru zemini olmayan mevcut yasama organının ve bu organın uzantılarının bu 'uydurma uyum' çabası, aslında finans dünyasının ve uluslararası sermaye akışının lehine, göstermelik, dolayısıyla imaj üzerinden işleyen, gerçeklikle ilişkisi olmayan, hatta gerçeğin üstünü örten bir misyon yüklense de, aynı zamanda çoğunluğa yaslanan liberal sistemin meşruluğunu gözlerden saklıyor ve en nihayetinde sermaye ile emek arasındaki ilişkiye/çelişkiye yaslanan mevcut dizgenin eşitsiz ve her daim bu eşitsizliği yeniden üreten, mevcudiyetini bu eşitsizliğe borçlu olan gelişimine de, iş dünyasının patronlarının yorumları/telkinleri doğrultusunda, meşru bir uzam arıyor.
Muhalefetiyle iktidarıyla meşru olmayan, temsil yetisinden yoksun, dolayısıyla milleti temsil etmediğine göre egemenliğinin kaynaklarını kendi içerisinde barındıran Türkiye'nin mevcut yasama organı ya dürüstlük yapıp "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" yazısını duvarından indirmeli ya da mevcut ontolojik kaynaklarına yönelip, bizatihi kendisinin de içinde yer aldığı, parçası olduğu, yeniden üretimine katkıda bulunduğu sistemi sorgulanabilir hale getirmelidir.
Modernizmin evrensel akıl ideasının mirasçısı, dolayısıyla rasyonel kapitalist ilerleme retoriğini, tarihsel ilerleme fikrini ve en nihayetinde kurumsal bir lâiklik inşasını da bu miras doğrultusunda şekillendirmiş pozitivist Kemalist kadroların -ve onların Fransız Atalarının- "Tanrının ölümü"nü takiben ördükleri yeni iktidar anlayışı; Postmodernizmin parçalı, işlevselliğine de bu parçalılığına borçlu, farklı inanç sistemlerini çoğulcu demokratik bir algı içerisinde görelileştiren, ama aynı zamanda tüm inanç sistemlerine -ideolojileri içine alacak biçimde- değer atfeden, hepsine eşit derecede uzak, merkezsiz yoğunlaşan, muhafazakâr demokrat akıl/inanç sistemi ile mücadele içinde gözüküyor.
Bu -sahte/yapay- mücadelenin sadece Türkiye'de sahne alması bir yana, aslında, "postmodern" olanın "modern" olan ile arasında bir fark yoktur; hatta postmodern olan, modern olanın sonucudur. Modern döneme özgü değerlerin bu "post" biçimleri, aslında farklılık söylemi marifetiyle modern olanı yeniden üretir. Özünde modern olan tüm kültürel yansımalar, postmodern retorik marifetiyle yeniden üretilir. En nihayetinde, görünürde kurulan karşıtlıkların aksine, muhafazakâr demokrasi, bizatihi, 12 Eylül ile çerçevesi çizilmiş, -hala da devam eden- anayasal askeri düzenin doğrudan bir sonucudur/aracıdır.(GG/EÜ)
* Vurgular ve ara başlıklar bianet'e ait.