Varolan siyaset bileşiminin bu gelişmeleri gereği gibi değerlendirdiğini, sorumlu ve demokrasinin asgari normlarına ve daha da önemlisi demokrasinin etik sorumluluk anlayışına uygun şekilde değerlendirdiğini söyleyebilmek maalesef mümkün değil.
Bu "kurgulanmış" siyaset tarzı Türkiye'ye hep zaman kaybettirdi. Yaratılan suni milliyetçi gerilim ortamında yine Türkiye kaybedecek; gerçek "tehdit" ve "tehlike" bu... Bu nedenle demokrasi ve ortak geleceğimiz adına karşı karşıya olduğumuz bu "tehdit" ve "tehlike"nin bilincinde olan herkesin, harekete geçmesi gerekiyor. Ne kadar "sivil toplum" olduğumuzun sınandığı bir süreç söz konusu.
Bilindiği gibi, haftalık Nokta dergisi, Genelkurmay bünyesinde, 28 Şubat günlerinde günlük literatümüze giren "andıçlama" faaliyetinin devam ettiğini ortaya koyan bir haber yayınladı. Basın ve medyanın "TSK yandaşı veya karşıtı" şeklinde kategorize edildiği bu andıç çalışması önce yalanlansa da kısa zamanda doğruluğu ortaya çıktı. Ve Genelkurmay "bu andıç nasıl basına sızdı" soruşturması başlattı. Yargı ve siyasi otoritenin ise harekete geçtiğine henüz tanık olmuş değiliz...
Demokrasinin en asgari normları açısından bile bakıldığında kabul edilemez, üstü örtülemez, görmezden-duymazdan gelinemez olan bu gelişmeye temel teşkil eden zihniyet, Türkiye'nin sağlıklı bir demokratikleşme ivmesi kazanmasının önündeki en büyük ve ciddi engeldir. Kimin neden yana veya karşıt olduğunun çetelesinin tutulmasının açıklamasını yapmak zorunluluğu vardır. Ne acı ve esef vericidir ki, "çetelesi tutulanlar" dahi olayı suskunlukla geçiştirmek veya "biz TSK karşıtı değiliz ki" şeklinde savunmalar yaparak karşılamışlardır.
Hemen ardından, aynı dergi tarafından, emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek'in günlükleri yayınlandı. Bu günlüklerde yer alan bilgilere göre, 2004 yılı içerisinde Türkiye'de ordu, iki kez darbe planlaması yapmış, koşullar yeterince olgunlaşmadığı için darbe yapmaktan vazgeçilmişti. Emekli Amiral Örnek'in inandırıcı olmayan bir tarzda yalanlama yoluna gittiği, büyük basının ise görmezden gelmeyi tercih ettiği bu vahim gelişme üzerine savcılar geç de olsa harekete geçtiler; ama halihazırda, açılan soruşturmanın "darbe girişimi" konusunda değil, Nokta dergisinin "halkı askerlikten soğuttuğu" gerekçesiyle açıldığı anlaşılıyor...
İster sağ, ister sol tandanslı olsun, Türkiye toplumunu oluşturan bütün örgütlü gruplar, kurumlar ve yurttaşlar olarak, demokratikleşmenin neresinde olduğumuzun ölçütü tam da bu noktada kendisini göstermiştir, gösterecektir. Bir "darbe" tehdidi karşısında suskun kalacaksak, örneğin 12 Eylül'e karşı genellikle eleştirel olan duygu ve düşüncelerimizin içtenliği de tamamen "tartışılır" olacaktır.
Varlığımızı ve geleceğimizi sahiplenmede sorumluluk taşıyorsak, en genel bağlamında demokrasi ve özgürlüklerden yana isek veya darbe ve cunta rejimlerinin bu ülkeye acı ve zarar verdiğine inanıyorsak, birilerinin geleceğimiz üzerine böylesine pervasızca hesaplar yapabiliyor olmalarına sessiz kalmamak zorundayız. Çünkü sorun, biraz da ruhlarımızı sakatlamalarına izin vermemek sorunudur.
***
Hatırlanacaktır; 2005 yılı Ekim ayında Şemdinli'de, bölgede bir süreden beri yaşanan bombalama olaylarının failleri, Seferi Yılmaz'ın sahibi olduğu kitapevini bombaladıktan hemen sonra halk tarafından yakalandılar ve yanlarında bulunan silah ve diğer dokümanlarla beraber güvenlik güçlerine teslim edildiler.
Olayın "şok"u henüz sıcaklığını korumaktayken, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Yaşar Büyükanıt, halkın yakalayıp güvenlik güçlerine teslim ettiği jandarma astsubayı Ali Kaya için, "tanırım, iyi çocuktur" şeklinde bir açıklama yaptı. En hafif deyişle "yargıyı etkilemeye dönük" bir davranış olarak değerlendirilmeyi hak eden bu sözleri, hukuki bir çerçeve dahilinde ciddiye alan tek kişi dönemin Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya oldu.
Başbakan Erdoğan'ın "nereye kadar gidiyorsa oraya kadar gidilecek" sözlerinin ardından, davayı yürütmekle görevlendirilen savcı Sarıkaya, hazırladığı iddianamede bu sözler için Genelkurmay'ın gereğini yapmasını talep ettiği için, başına gelmedik kalmadı; davadan el çektirildi, meslekten uzaklaştırıldı. Buna rağmen Şemdinli davasını gören mahkeme, olayın failleri için ağır cezalara hükmetti ve hazırladığı gerekçeli kararda, olayın örgütlü bir çetenin faaliyeti olduğuna hükmetti ve bu örgütlenmenin henüz bütün boyutlarıyla ortaya çıkarılamamış olmasından hareketle, "tehlikenin devam ettiği" değerlendirmesi yaptı. Ancak olay, yine de "gittiği yere kadar" götürülemedi ve deyim yerindeyse, "uykuya yatırıldı". Tıpkı, Susurluk olayında ortalığa saçılan gerçeklerin zamanla unutturulması gibi...
Türkiye, düşe kalka da olsa bir demokratikleşme mecrasına girmiştir. Bu yolda yürümeye devam etmesi, "normalleşmesiyle" doğrudan orantılıdır. "Normalleşme" ise, yapay tehdit ve tehlike konseptlerinin dayatıcı tuzağına düşmeden, en gerçek manasında demokrasiyi savunmaktan geçmektedir. Ve bu, hepimizin, her birimizin ortak görev ve sorumluğudur. (CS/EÜ)
* Cafer Solgun, gazeteci, yazar MASAP (Munzur Aydın ve Sanatçılar Platformu) sözcüsü.