Referandum sonrasında Hürriyet gazetesinde "Avrupa'yı şımarık pisliği götürüyor" diye yakınan Hadi Uluengin gibi New York Times yazarı Thomas Friedman da 3 Haziran'da köşesinde Fransız emekçinin şımarıklığına dikkat çekiyordu.
Friedman, şöyle diyordu: "Fransız seçmen, Hintli mühendislerin günde 35 saat çalışmaya hazır olduğu bir dünyada 35 saatlik iş haftasını korumaya çalışıyor. Hindistan'la karşılaştırıldığında Batı Avrupa Türk hemşirelerin hizmet verdiği bir huzurevine benziyor."
Fransa ve Hollanda referandumlarının iç ve dış medya üzerinde tarihî bir etkisi olduğu söylenebilir: "Statükoculuk-değişimcilik", "ulusalcılık-küreselleşmecilik", "korumacılık-rekabetçilik", "devletçilik-bireycilik" tartışmalarında ilk kez sadece belirli politik gruplar (mesela ünlü "küreselleşme karşıtları"), partiler ya da devletler değil de "seçmen", bir bütün olarak halk, özne olarak yerini aldı.
Referandumlar bu hemen hemen kendiliğinden etkinin ötesinde bazı tanımların tartışılmasına, bazı şeylerin yeniden tanımlanmasına da vesile olabilir. Dünyanın dört bir yanında yorumcuların ilk kez bir bütün olarak halkı eleştirmelerine neden olan şey, "statükoculuk", "ulusalcılık", "korumacılık", "devletçilik" nedir?
Bunların karşıtları olarak "değişimcilik", "küreselleşmecilik", "rekabetçilik", "bireycilik" nedir? Bu ekonomik ve politik eğilimleri temsil eden kimler?
13 Haziran 2005 tarihli bir Agence France Press haberindeki fotoğrafta, demir parmaklıklı büyük bir kapının önünde nöbet tutan iki asker görülüyordu. Tüfeklerini doğrultmuş tetikte bekleyen bu iki Pakistanlı asker, medyadaki yaygın çerçeveyi temel almamız halinde, küreselleşmeciliğin, değişimciliğin, rekabetçiliğin ve bireyciliğin temsilcileriydi.
Elbette tek başlarına değil; Pakistan devleti, nöbet tutan askerlerin bağlı olduğu Pakistan ordusu, bu ekonomik-politik eğilimlerin temsilcisiydi.
Haberin başlığı şöyleydi: "Pakistan, grev liderlerinin terörist olarak yargılanabileceğini açıkladı."
Askerlerin önünde nöbet bekledikleri yer Pakistan Telekom Şirketi'ydi (PTLC) . Mayıs ayının son haftasında işlerini ve haklarını korumak amacıyla şirketin özelleştirilmesine karşı greve başlayan 55 bin çalışandan yüzlercesi o gün İslamabad, Karaçi, Ravalpindi ve başka şehirlerde düzenlenen askeri operasyonlarda tutuklanmış, ordu birlikleri tesisleri grevcilerin elinden almıştı.
PTLC'nin yüzde 26'sının satışı için 18 Haziran 2005'de alınacak fiyat teklifleri öncesinde Pakistan hükümetinin, "bilimsellik kazanmaya başlayan evrensel ve saydam bir ekonomi"yi kösteklemediği, "tatava" yapmadığı söylenebilir. (1)
"Tatava" yapan ya da "huzurevi"ndeki yaşamlarını korumaya çalışan, Fransa'daki gibi Pakistan'da da emekçilerdi; hem de hükümetin "revize" planındaki avantajlara rağmen. Revize plana göre ihaleyi kazanan şirket 1.5 milyar dolarlık blok hissenin yüzde 10'unu çalışanlara indirimli fiyattan satmak durumundaydı. Ayrıca hükümet çalışanlar için 4.2 milyar rupilik (yaklaşık 70 milyon dolar) bir teşvik paketi hazırlamıştı.
Pakistan İçişleri Bakanı Afitap Ahmet Şerpao, PTCL satışıyla ilgili grev kararının "kanun dışı bir adım" olduğu kararına varıldığını belirttikten sonra ekliyordu: "Hükümeti PTCL'nin özelleştirilmesine karşı tehdit edenler kanuna göre teröristtir. Devlet karşıtı faaliyetlerine devam etmeleri halinde başları derde girecektir."
Fransa'daki "şımarıklar" gibi Pakistanlı telekom çalışanları, indirimli hisse alma şansı ve teşvik paketine rağmen greve gidenler, Fransa'dakiler gibi statükoculuğu, korumacılığı, ulusalcılığı ve devletçiliği temsil ediyorlarsa, aynı zamanda nasıl azılı devlet karşıtı olabiliyorlar?
Politik muhalifleri susturmada, yok etmede daima gaddarca davranmış Pakistan devleti neyi temsil ediyor? Gerçekten de statükoculuğa karşı değişimciliği, devletçi grevcilere karşı bireyciliği, ulusalcılığa karşı küreselleşmeciliği mi?
Bolivya halkı "sivil toplum" sınıfına girer mi?
Bolivya'da Mayıs ortalarında doğal gazın kamulaşırılması sloganıyla tırmanışa geçen kitle gösterilerinde, 24 Mayıs günü polis çemberini gerileterek Kongre binasının 60 metre yakınına ulaşan göstericiler de, yaygın çerçeveye göre devletçiliği ve ulusalcılığı temsil ediyordu; göz yaşartıcı gaz, plastik mermi ve coplarla binaya girişi engellemeye çalışan polisler ve tam o sırada çevredeki binaların çatılarında beliren snaypırlar ise bireyciliği ve küreselleşmeciliği.
Snaypırların çatılarda belirmesine onlara dinamit çubukları fırlatarak karşılık veren maden işçileri de devletçiliği ve ulusalcılığı temsil ediyor, değişime karşı statükoyu korumaya çalışıyordu.
6 Haziran günü Başkan Carlos Mesa 'nın görevini bırakması talebiyle başkent La Paz'ın San Francisco meydanına akan 400 bin gösterici, devletin en üst kademesine bu darbeyi geçekleştirirken bir kez daha devletçi ve ulusalcı güdülerle hareket ediyor olmalıydı.
2000 yılında suyun özelleştirilmesine karşı birleşip Bechtel'i Bolivya'dan kovan bu insanlar şimdi de doğal gazın kamulaştırılması talebinde birleştiklerine göre, küreselleşmeci ve rekabetçi, bireyci ve değişimci oldukları söylenebilir miydi? Hayır. Fransa'dakiler ve Pakistan'dakiler gibi bunlar da "bilimsellik kazanmaya başlayan evrensel ve saydam ekonomi"ye "tatava" yapıyorlardı.
Öte yandan Bolivya'daki grevcilerin ve göstericilerin, yaygın çerçevedeki "sivil toplum" tanımına uygun olmadığı da söylenebilir. Herhalde onlar da Fransa'dakiler gibi "konjonktüre göre şu veya bu yana kolayca kayan ve doğası itibariyle elit ufka sahip olmayan kamuoyu" (2) sınıfındandı.
Hem bu halk darbesine markamsı bir lakap yapıştırılmadığına, "turuncu devrim" gibi adlar takılmadığına ve gazete sayfalarında sivil toplum hamisi spekülatör Soros boy göstermediğine göre, darbenin "sivil" olma ihtimali daha da düşük sayılırdı.
Mesa'nın 6 Haziran'da istifasını verip çekilmesinden üç gün sonra genel grevin ve gösterilerin ulaştığı düzey nedeniyle Bolivya parlamentosu tarihinde ilk kez La Paz'da toplanamıyor, Sucre şehrinde toplanmaya çalışıyordu. Bu arada, Mesa'nın istifasından sonra onun yerine çöreklenmeye çalışan Senato Başkanı Hormando Vaca Díez, havaalanı çalışanlarının da grevde olması nedeniyle Santa Cruz'a uçamıyordu.
Parlamento üyelerini La Paz'dan sürgün eden, Vaca Díez'in çalışmalarını felce uğratan, devleti köşeye sıkıştıran grevciler ve göstericiler, nasıl devletçiliği temsil ediyor olabilirler? Snaypırların hedefi olarak ortaya çıkıp değişim için savaştıkları bir anda istedikleri ne? Statükonun korunması! Nasıl?
Bolivya devletinin temsilcileri, başkanından snaypırına, doğal gazda ulus ötesi şirketlerin çıkarlarını korumaya çalıştıkları için, sadece bunun için, bireyciliği, küreselleşmeciliği, değişimciliği ve rekabetçiliği temsil ediyor sayılabilir mi?
Olivera: "Ulusun kaderi devletinkiyle karıştırıldı"
Bu soruların cevaplarını Bolivya'nın sıcak mayıs-haziran günlerinde kaleme alınmış bir metinde bulabiliriz; 2000 yılında su özelleştirmesine karşı Cochabamba'daki direnişin öncüsü olan Bolivyalı işçi lideri Oscar Olivera 'nın 10 Haziran 2005'de Counter Punch'da yayınlanan makalesinden uzunca bir bölümü olduğu gibi aktaralım:
"Şunu da anlamalıyız ki, kaynaklarımızı dünyanın geri kalanından ve ekonomik çıkarlardan yalıtılmış bir biçimde, tamamen bağımsız bir ekonomi politikasıyla [autarkic] geliştirme şansımız bulunmuyor.. Ama patronların egemenliği ve büyük kapitalist kuruluşların ulus ötesi gücü sürdükçe, ekonomi politikalarımız, kendini yönetme ve ekonomik özerklik alanlarını -başka ülkelerdeki özerklik, direniş ve ekonomik açıdan kendini yönetme alanlarıyla bağlantı içinde- ele geçirmelidir. Sıradan çalışan insanların zenginliklerinin tadını çıkarabileceği ana ancak, çalışanların özerkliği ve ekonomik açıdan kendini yönetmesinin karşılıklı bağımlılık içinde küreselleşmesine [interdependent globalization] yönelik orta ve uzun vadeli çabalarla ulaşılabilir.
"Ulusal mirasımıza sahip çıkmaktan söz ederken merkezdeki soru orada duruyor: 'Ulus' kimdir ya da nedir? Hidrokarbon kaynaklarının denetimini ve yönetimini 'ulus için' ele geçirmek ne anlama gelecektir? Doğal kaynakların yeniden kamulaştırılmasını yönetecek 'ulus'un anlamına kim karar veriyor, onun sesi olmaya kim yetki veriyor? Şimdiye kadar ulusu vücutlaştıran varlık, onun yetkisi ve egemenliği, devletti. 1940'lardan 1990'lara kadar devlet kendisine ulusu, ulusun kaderini ve politik egemenliğini temsil etme gücü atfetmiştir. Tam olarak da, bürokratik, politik bir elit devlet adına konuşmuş ve devleti cisimleştirdiğini iddia etmiştir.
Bu temelde, aynı zamanda, ulus adına konuştuğu iddiasında da olmuştur. Bundan dolayı, yaklaşık 50 yıl boyunca, ulusun kaderi devletinkiyle karıştırılmıştır; ulusun mülkü devletin mülküyle, ulusun refahı devlet görevlilerinin ve hükümet yöneticilerinin refahıyla karıştırılmıştır; toplumun kendi kaynakları üzerindeki egemenliği devletin ekonomideki, kültürdeki, ortak zenginlikteki tekeliyle karıştırılmıştır. Ulusun sesi olduğunu ileri süren şey, sonuçta devlet kapitalizminin bir türünden başka bir şey değildi. O, toplumun ortak kaynaklarını bir politikacı ve subay kastını zenginleştirmek için feda etti. Onlar da semirip şimdiki elitin yolunu döşediler. Bu elit ise, petrol ve doğal gazın ulus ötesi özelleştirilmesinin öncülüğünü yaptı.
"Doğal kaynaklarımızı geri almak için altmış yıldır verdiğimiz toplumsal mücadelelerin ardından eski devlet bürokrasisinin ulusun zenginliğini geri alma stratejisine bu nedenle dönemeyiz. Millileştirmenin sonuçta ortak zenginliğimizin gayri millileştirilmesinin koşullarını hazırladığını gördük. Afet etkisi yaratan [cataclysmic] özelleştirmelerin ve ulus ötesi kapitalizmin gayri millileştirmelerinin karşıtı ne devlet kapitalizmidir, ne de devlet mülkiyeti.
Her iki seçenek de ortak zenginliğin denetimini küçük bir grubun eline verir: İlkinde kurum yöneticilerinin, ikincisinde bakanların, hükümet görevlilerinin ve avukatların. Her iki durumda da küçük kastlar ve elitler -serbest piyasa ya da vatan adına- Bolivya toplumunun ortak varlıklarını kendi özel yararları için sömürmektedir. Her ikisi de, kendi yöntemleriyle, toplumsal zenginliği sıradan çalışan insanların kararları ve iradeleri dışında tekel altına almaktadır. Mesele, her iki özelleştirme biçimine de -ulus ötesi şirketlerin özel mülkiyeti ve devletin özel mülkiyeti- toplumsal, ekonomik ve politik örgütlenmelerle karşı durmaktır.
Mesele çalışan insanların, sıradan insanların, başkalarının emeğinden geçinmeyen insanların örgütlenmesi ve ortak zenginliğin denetimini, kullanımını ve mülkiyetini ellerine almasıdır. Özelleştirmenin gerçek karşıtı, zenginliğin -toplulukların [communal] yönetim yapılarında, meclislerde, mahalle birliklerinde, sendikalarda ve tabanda kendini örgütlemiş- çalışan sınıf toplumunun kendisi tarafından kullanılmasıdır.
"Gerçek ulusun piyasa ya da devlet tarafından yerinden edilmemesi için, şehirdeki ve köydeki çalışan sınıf ve ulusun kenara itilmiş ve ekonomik açıdan korumasız [insecure] kesimi -başka bir deyişle toplumun çok büyük bir bölümü- hidrokarbon kaynaklarında yatan zenginliğin denetimini eline almalıdır. Ve bunu, mahalli, bölgesel ve ulusal düzeylerde meclis tarzı örgütlenmelerle yapmalıdırlar.
Ulusun egemenliği devlet ya da onun idarî bürokrasisi tarafından yabancılaştırılmamalıdır. Ulus, temsil edilmesini sağlayacak bir düzenleme ortaya koymalıdır; kamu hayatına ilişkin sorumlulukları toplumsallaştıran özerk katılım yapıları aracılığıyla kendini yönetmelidir.."
"Ulus kavramını, tüm çalışanların toplumsal egemenliği doğrudan uygulaması olarak tanımlamak, bunun gerçekte olabilmesi için tek başına yeterli değil. Bunun için dayanışmanın, güvenin, yoksullar arasındaki, şehirdeki ve köydeki çalışanlar arasındaki, bu ülkeyi ayakta tutan sıradan insanlar arasındaki karşılıklı desteğin toplumsal dokusunun uzun bir süreçte yeniden tesis edilmesi gerekiyor.
Son 20 yılda neoliberalizmin yok ettiği eski dayanışma ağının yeniden inşa edilmesi, genişletilmesi ve geliştirilmesi için çaba gerekiyor. Bu zor ve muhtemelen uzun bir yol olsa da, sıradan insanlar [plebeian] ve işçi sınıfı Bolivyası'nın doğal ve toplumsal varlıklarımız üzerinde güç ve denetimi ele almasının tek yolu da bu. Diğer yol, devletin yenden millileştirmesi yolu, şüphesiz daha hızlı ve kolaydır, ama bu bir grup elit sömürücünün yerine bir başkasının geçmesi anlamına gelecektir.
"Cochabamba'daki Su Savaşı olarak bilinen olaylar, farklı memnuniyetsizlik kaynaklarını birleştirmenin yolu bulunduğunda ve bizi yalıtıp güçsüz bırakan korku ve ayrılıkların üstesinden gelindiğinde, kendini örgütlemenin, isyanın ve onurun bağlarının hızla oluşturulabildiğini gösteriyor. Cochabamba Su Savaşı, doğal kaynakların çalışan insanlar tarafından kötü durumdan kurtarılmasının [recuperation] bir örneğidir.
Herkes harekete geçmiş, herkes varlığımızı geri almada kendini sorumlu görmüş, herkes şehirlerdeki toplantılara ve meclislere katılmış, herkes askeri baskıya karşı hayatını ve yiyeceğini ortaya koymuş, herkes mahalli, bölgesel ve ulusal meclisler aracılığıyla -bir ortak kaynak olarak suyun denetimi ve yönetimi için- sorumluluk üstlenmiştir.
"Aynı şey petrol ve doğal gaz için de olmalıdır. Patronların ve politikacıların çocuklarımızın geleceğini çalmasını istemiyorsak, çevremizi saran acı ve güçsüzlüğün, biraraya gelmek ve harekete geçmek için bir karar gücüne dönüştürülmesine katkıda bulunmalıyız.
Bugün büyük bir memnuniyetsizlik vardır çünkü ayağımızın altında duran zenginlik burnumuzun dibinde akıp gidiyor ve bizi ekonomik sefalet ve umutsuzluğa gömülü bırakıyor. Ve aldığımız gaz, sanki Irak'tan buraya getirilmiş gibi fiyatlandırılıyor..
"Bolivya'nın petrolü ve doğal gazının bize -size, anne babalarımıza ve çocuklarımıza, fabrika işçisine ve zanaatkâra, köylüye ait olduğuna ilişkin bilinci ve kanaati güçlendirmek gerekiyor. Petrol ve gazımızın kullanım ve yönetimi yetkisini ele almak hepimizin sorumluluğu."
Teksas'ta perakende devi, Avrupa'da süpermarket
Olivera'nın çizdiği bu çerçevenin medyada çizilen çerçeveden farklı olduğu ortada. Bu çerçevede "küreselleşme" bir hedef olarak ortada duruyor: "Çalışanların özerkliği ve ekonomik açıdan kendini yönetmesinin karşılıklı bağımlılık içinde küreselleşmesi."
Olivera "ulus"u ise, kaynakları piyasa gibi devletin de denetiminden koparıp alacak, mahalli, bölgesel, ulusal düzeylerde kendisini örgütlemiş bir çalışan sınıf toplumu olarak tanımlıyor: "Tüm çalışanların toplumsal egemenliği doğrudan uygulaması."
Öte yandan, çalışan sınıfın politikalarından değil de sermaye birikimini temsil edenlerin politikalarından doğmuş olan diğer "ulus" kavramını inatla çalışan sınıfa yapıştırmaya çalışanların, elitist yaklaşımlarıyla (3) aslında devletçiliğin ve statükoculuğun temsilcisi olanların ağzından düşmeyen "küreselleşme" nasıl bir olgudur?
Olivera'nın sözünü ettiği "ulus ötesi kapitalizm" bu "küreselleşme"nin önemli bir boyutunu tanımlıyor olsa da, medyadaki çerçevede sakız gibi çiğnenen terimin arkasında gerçeklerden çok efsanelerin olduğu da görülebilir; tıpkı "değişimcilik", "rekabetçilik" ve "bireycilik" terimlerinin arkasında olduğu gibi.
2003 sonunda "Action Group on Erosion, Technology and Concentration" (ETC Group) adlı kuruluş tarafından yayınlanan listede ülkeler ve şirketler, yıllık gayrisafi milli hasılaya (ülkeler için) ya da yıllık gelire (şirketler için) göre sıralanmıştı.
Perakende devi Wal-Mart, 246 milyar dolar olan yıllık geliriyle (2002) 19. sırada, General Motors 186.7 milyar dolar geliriyle 24. sırada, ExxonMobil 182.4 milyar dolarla 27. sırada yer alıyor, yani pek çok ülkeyi geride bırakıyordu.
Listedeki ilk 10 şirketin toplam geliri (1.65 trilyon dolar), İngiltere, Fransa ya da İtalya'nın gayrisafi milli hasılasından fazlaydı. İlk 50 şirketin toplam geliri (4.37 trilyon dolar) ABD'nin gayrisafi milli hasılasının (10.4 trilyon dolar) yüzde 42'si, Japonya'nınkinin (3.9 trilyon dolar) 1.1 katı, Almanya'nınkinin (1.9 trilyon dolar) 2.3 katıydı.
Bu tabloya bakarak şirketlerin küresel faaliyetleri ve gelirleri ile ulusal gelirleri gölgede bıraktığı, 20. yüzyılın sonlarına doğru artık ulus devletlerden daha önemli bir güç olarak ortaya çıktığı söylenebilir. Ama ayrıntılara bakınca bazı tuhaflıklar göze çarpıyor.
Nisan 2004'de The Economist dergisinde yayınlanan bir makalenin başlığı bir soruydu: "Ne kadar büyüyebilir?"
Konu Wal-Mart mağazalar zinciriydi. Haberde kullanılan fotoğrafta bir Wal-Mart mağazasını dışarıdan, mağazanın önünde toplanmış kalabalığın açısından görüyorduk. Mağazanın duvarındaki dev logonun ışığı, pencerelerden fışkıran ışık, dışarıdakileri aydınlatıyordu. Haberde şöyle deniyordu: "31 Aralık [2003] itibarıyla yıllık satışları 256 milyar doları bulan şirket, dünyanın en büyük şirketi konumunda. En yakın perakendeci rakibi, Carrefour adındaki Fransız süpermarket zinciri, Wal-Mart'ın yarısından daha küçük. Wal-Mart'ın Amerika'da yaklaşık 3000 dev indirim mağazası ve hipermarketi var. Dışarıda Meksika, İngiltere, Japonya, Kanada, Almanya ve Çin'de -başka yerlerde de daha küçük ölçekte- yatırımlar yaptı. Amerika'da 10 haneden sekizi yılda en az bir kez Wal-Mart'ta alışveriş yapıyor."
Bu satırların devamında ise Wal-Mart'ın pazar genişlemesinde hayaller bir anda Mars'a uzanıyordu: "Dünya çapında her hafta 100 milyondan fazla müşteri Wal-Mart mağazalarını ziyaret ediyor. Internet'te dolaşan ve Exploration Rover'dan geliyormuş gibi sunulan fotoğraflar, NASA'nın Mars'daki Wal-Mart mağazasını keşfini gösteriyor."
Wal-Mart, Internet'te şakası yapıldığı gibi, artık bir de Mars'da mağaza açması beklenecek ölçüde küreselleşmiş bir şirket midir?
Aynı makalede birkaç satır yukarıda da belirtildiği gibi, Wal-Mart'ın ABD dışında faaliyet gösterdiği yerleri tekrarlayalım: ABD'nin güney ve kuzey komşuları, NAFTA ortakları Meksika ve Kanada, Amerikan borcu (kamu ve özel) satın almada dünya rekortmeni Japonya, Amerikan borcu satın alma hızı açısından rekortmen Çin, euro bölgesine girmeyen İngiltere ve bunların dışında, euro bölgesinden sadece Almanya (Makalede sayılmayan diğer ülkeler: Arjantin, Brezilya, ABD'nin bir parçası olan Porto Riko ve Güney Kore).
2005 mali yılı sonu (31 Ocak 2005) itibarıyla Wal-Mart'ın toplam gelirleri 285 milyar dolar. ABD dışından elde edilen gelir ise 56 milyar dolar; yani toplam gelirlerin yüzde 19'u. Ulusal değil küresel yatırımlardan gelen bu yüzde 19'luk porsiyon da, Amerika kıtasındaki 1155 mağaza (679'u Meksika'da), Avrupa'daki 373 mağaza (282'si İngiltere'de, 91'i Almanya'da) ve Asya'daki 59 mağazadan sağlanıyor.
Başka bir deyişle, Wal-Mart'ın gelirleri ABD GSMH'sı içinde önemli bir paya sahipken (4), ABD dışında hemen hemen sadece iki NAFTA ülkesinden sağlanıyor; euro bölgesinde ise Wal-Mart irice bir süpermarket zincirinden farksız. Sadece Teksas eyaletinde 396 mağazası bulunan Wal-Mart'ın tek euro ülkesi Almanya'daki mağaza sayısı bunun dörtte birinden az. Üstelik Wal-Mart'ın Almanya'daki yatırımlarıyla başı fena halde dertte.
Dünyanın ikinci perakende devi Carrefour'un "küreselliği" Wal-Mart'ınkinden farklı mı? "31 ülkede 11 bin satış merkezi ve 430 bin çalışan" anonsuyla ilk bakışta tam bir küresel şirket görüntüsü veren Fransa merkezli perakendecinin 31 Aralık 2004 itibarıyla yıllık gelirlerinin (yaklaşık 73 milyar euro) nereden elde edildiğine bakıyoruz: Yüzde 49.2'si Fransa'dan, 37.3'ü Avrupa'dan. Gelirleri Fransa'nın GSMH'sı içinde önemli bir pay oluşturan Carrefour, gelirlerinin sadece yüzde 13 kadarını Avrupa dışından sağlıyor.
Alımda küresel, satışta ulusal
Değil Mars'ta mağaza açmak, dolara çıpalı yuanın memleketi Çin'den aldığı malları büyük ölçüde Amerikan eyaletlerinde ve iki NAFTA ülkesinde eritirken Avrupa'yı bile fazla zorlamaya kalkışmayan Wal-Mart, sermaye akışının mutlak üstünlüğe ulaşmadığı bir alanda faaliyet gösterdiği için efsaneye katkıda bulunuyor olabilir.
Denebilir ki, perakende sektöründe dünyada bulunabilecek en ucuz emeğin zaten ABD'de ve diğer üç beş ülkede bulunması ya da yerel para dalgalanmalarına karşı hassasiyeti artıran düşük stok devri, Wal-Mart'ın en azından şimdilik tam anlamıyla küresel bir şirket haline gelmesinin önündeki başlıca engellerdir. (5)
Ama Wal-Mart başka bir açıdan, aynı zamanda tam anlamıyla küresel bir şirkettir: Satış mağazalarıyla değilse de, sattığı malları ABD dışından tedarik edişiyle.
Satış alanında mutlak üstünlüğü Amerika kıtasının kara sularında kalmada bulan Wal-Mart, alımda mutlak üstünlüğü tam tersine deniz aşırı diyarlarda yakalamıştır; ya doğrudan ya da tedarikçileri aracılığıyla. Tezgâhtar, kasiyer ve düşük becerili diğer çalışanların maaşları açısından ABD ile bir geri kalmış ülken arasında fazlaca fark olmamasına karşın, tezgâhları dolduran malları üreten emekçilerin maaşları açısından ABD ile geri kalmışlar arasında muazzam fark vardır. Bu emekçilerin, üretimde kullanılan enerjinin, üretim tesislerinin üzerine kurulduğu arazilerin dolara çıpalı bir parayla (yuan) fiyatlandırılabilmesi ise, WalMart'ı maceraya zorlamayışı ile, fevkalade küreselleştirici bir faktördür. 6000 tedarikçisinin 5000'i Çin merkezli olan Wal-Mart, 2004'de Çin'den 18 milyar dolarlık ithalat yapmıştır.
Wal-Mart'tan yola çıkarak, yaygın çerçevedeki "küreselleşme"nin nasıl bir olgu olduğu üzerine düşünmeye başlayabiliriz. Bu küreselleşme ile dünya ticareti arasında nasıl bir ilişki vardır? Dünya ticaretinin büyümesi açısından, bu büyümenin sürdürülebilirliği açısından temel bir kuram olarak ortaya çıkmış ve yaklaşık 200 yıldır kabul gören "karşılaştırmalı üstünlük"te bugün gelinen nokta nedir?
Öte yandan, Wal-Mart'ın ulusal doğasına (satış) olduğu kadar küresel doğasına da (alım) olanak tanıyan şeyler, ne ölçüde saf mikroekonomi güdümlüdür? ABD'de tüketici harcamalarının azalmamasından Çin'de yuanın dolara çıpalı kalmasına, ABD'de düşük becerili emeğin maliyetinden vergi avantajlarına kadar birçok şey, serbest piyasanın kendiliğinden işleyişlerinin sonucu mudur?
Bu sorulara verilecek cevaplar, "çalışan sınıf" açısından Bolivya, Pakistan ve Fransa ya da ABD arasında daha fazla farklılık ve rekabet mi, yoksa benzerlik ve ortak çıkar mı olduğunu anlamamızı sağlayabilir.
Fransa ve Hollanda'daki Anayasa ayaklanmaları ve medyada bu ayaklanmalara tıpkı Türkiye'deki SEKA işçisine gösterilen tepkinin gösterilmesi, tüm dünyada çalışan sınıf açısından benzerlik ve ortak çıkarların farklılıklardan çok daha güçlü olduğunun bir belirtisi mi?(ŞA/EÜ)
(1) Çetin Altan'ın 1 Haziran 2005 tarihli Milliyet'teki makalesinden:
"Modern teknolojilerin, dünyanın eski politik yapılarıyla 'ulusdevlet' modelini nasıl değiştirmekte olduğunu, Fransa'nın dahi yarısı anlayamıyor. Cep telefonlarıyla çektiğiniz fotoğrafları, saniyede İstanbul'dan Filipinler'e gönderebiliyorsunuz... Futbol maçları aynı anda tüm dünyada izleniyor... Küreselleşen turizm, doğal coğrafyayı, siyasal coğrafyanın üstüne çıkarmada... Şirketler ise çoktan tek ülkeye sığamaz olduğundan, çokuluslu şirket, oldu... Bilimsellik kazanmaya başlayan evrensel ve saydam bir ekonomi; yerel politikacıların kendi belalı çıkarlarına dönük tatavalarıyla kösteklenmek istemiyor artık..."
(2) Hadi Uluengin'in 2 Haziran 2005 tarihli Hürriyet'teki makalesinden:
"Populist edebiyat karın doyurmuyor. Çünkü, sistem mekanizmasıyla şeklen, hukuken ve ruhen çelişmemesi kaydıyla, her şeyin o 'millet'e sorulacağına dair bir kural da yoktur ve olamaz. Konjonktüre göre şu veya bu yana kolayca kayan ve her halükarda da, doğası itibariyle 'elit ufka' sahip olmayan 'kamuoyu' mutlaka 'doğru'dan yana tercih yapmaz. Yapamaz."
(3) Aynı makaleden:
"Nitekim, sorarım size, eğer Avrupa'nın 'kurucu babaları' AB'ye temel taşı oluşturan 'Çelik ve Kömür Birliği'ni 2. Savaş'ın hemen ertesinde hayata geçirirken, 'yapalım mı, yapmayalım mı' diye kendi ülkelerinde referandum düzenlemiş olsalardı, sonuç ne çıkardı? Daha düne kadar birbirlerini gırtlaklamış olan ve kan davasının pıhtılarını soluyan halk ve milletlerin muazzam bir çoğunlukla 'hayır'cevabı vereceği kesin değil miydi? Fakat, uzak görüşlü 'elitler' bunu bildikleri için asla böyle bir rizikoya girmediler. 'Haklı Avrupa'yı 'halksız' (!) inşa ettiler. Kimse Chirac gibi yanlış ata oynamadı ve Ortak Pazar'ın, AET'nin ve nihayet AB'nin tuğla taşları referandum sandıkları üzerinde değil, parlemanto koltukları üzerinde yükseldi."
Hadi Uluengin'in bu saptamasından anlıyoruz ki, "kan davası"nın mirasçısı "halk"tan başka biri değil. "Kan davası"nın kaynağı da o mirasçı olsa gerek. Bu çerçevede 2. Dünya Savaşı öncesinde daralan dünya ticaretinin, yükselen koruma duvarlarının, oluşan döviz bloklarının savaşı tetikleyici faktörler olduğundan söz etmeye de gerek yok. Sorunun "uzak görüşlü elitler"den değil de "halk ve milletler"den kaynaklandığı ortada. Savaş sonrasında "Çelik ve Kömür Birliği" için elitler, bir de tutup bu pıhtı soluyucuların, savaş mirasçılarının fikrini mi alacaktı?
(4) Microsoft'un sekiz katı gelir elde eden, Ford, IBM, General Motors ve General Electric'in toplamından daha fazla insan çalıştıran (1.3 milyon çalışan) Wal-Mart'ın 2003 gelirleri ABD GSMH'sının yüzde 2'sine denk.
(5) Minneapolis Merkez Bankası araştırmacısı David E. Runkle, Dell ile Wal-Mart'ı karşılaştırdığı Haziran 2000 tarihli analizinde, Wal-Mart'taki düşük stok devrinin dezavantajına dikkat çekiyor:
"Dell ile Wal-Mart arasında işletme faaliyetleri sonuçları kadar önemli, hatta daha büyük bir fark ise stok yönetiminde görülebilir.. 1993-1995 arasında Dell'in stok devri yılda 10 defa, mağazalarında önemli miktarda stok tutmak durumunda olan Wal-Mart'ın stok devri ise yılda beş defa olmuştur.. Dell, 1995-98 arasında arz zinciri yönetiminde o kadar başarılı olmuştur ki, stok devri yılda 50'nin üzerine çıkmıştır. Du Pont ve Sloan'un bize yıllar önce gösterdiği gibi, stok devirleri perakendede kârlılık açısından özellikle iki nedenle önemlidir: Birincisi, düşük stokla bir şirket stok finansmanına sermaye bağlamanın maliyetlerine katlanmak zorunda kalmaz; ikincisi, stok küçük olursa ürünün satılmama ihtimali daha düşük olacak ve faaliyet kârlarında görünen stok kayıpları büyük ölçüde azaltılacaktır.."
Öte yandan Wal-Mart'ın bu durumu düzeltmek için çaba harcadığını görüyoruz. Wal-Mart 2002 yılında stok devri hedefini 6.9 olarak belirlerken uzun vadede ise 10'a ulaşmayı hedefliyor. Bu arada 2002'de Wal-Mart Distribution'ın yatırım bütçesi 10.7 milyar dolara çıkarılıyor.
Ayrıca Wal-Mart'ın, stoklarının önemli bir bölümünü tedarikçilere finanse ettirebilmek gibi bir avantajı da var. 2001 Ekim sonu itibarıyla rakip K-Mart stoklarının yüzde 39.5'ini, Wal-Mart ise yüzde 65'ini tedarikçilere finanse ettiriyor.
Bu verilere karşın Wal-Mart'ın Dell gibi stok temelli değil de sipariş temelli çalışan bir doğrudan satıcının ulaştığı 50 stok devrinin çok gerisinde kaldığı ortada. Ayrıca stok finansmanında tedarikçilerin üstlendiği payın da Wal-Mart'ın mağaza yatırımlarında aldığı riskle orantılı olduğu ve riskin artması halinde tedarikçi finansmanının azalacağı söylenebilir.