Ama kalemi elinden bırakmadı. İki dilde yazdığı (Almanca- Türkçe) kitabı (Alaman Ocağı-Deutsches Heim Glück Allein), Alman medyasında büyük yankılar buldu.
On bir ay içinde, on iki bin sattı. Ardından ikinci baskısı... ''Alaman Ocağı''nı, Dağların Sultanı(roman), Generaller Birleşin(güldürü), Sevdam Ürktü(öykü) yapıtları izledi.
Bir yıl da Hamburg Üniversitesi'nde okutman olarak çalıştı. Alman öğretmenlere Türkçe dersleri verdi. ''Demokrat Türkiye'' adlı gazeteyi organize ederek pratiğe geçirdi. Yaşamlarını yurtdışında sürdürmek zorunda kalan aydınlar, yazar ve sanatçılar bu gazete çevresinde toplandı. Gazetenin yayın yaşamı son bulunca Hamburg Merkez Kütüphanesi ve halk kütüphanesinde danışman olarak çalıştı.
Öğretmen hareketinin önderlerinden, Demokrat Gazetesi'nin sahibi Dursun Akçam yazdı...
Darbeden nasıl kaçtım?
12 Eylül '80 öncesinin hareketli günleri yaşanıyordu ülkemizde. 12 Mart '71 kıyımından geçen aydınlık kesim, yeniden toparlanabilmişti. Kitlelerin bilinç düzeyi yüksekti. O zaman ne yeni dünya düzeni vardı, ne de IMF patentli Derviş solculuğu.. .
Şimdilerin, "liberal-solcu" patronları, o dönemde, "Çok hassas olan sermayeyi ürküten" solcuları, bir kaşık suda boğmak isterlerdi. Nicedir unutulan, "işçi sınıfı, emekçiler, yoksul halk kitleleri"nin sorunları gündemden düşmezdi.
Edebiyat-sanat da böylesine yabancılaşmamış ve soytarılaşmamıştı. Çelişkiler çok sertti. İnsanca, uygarca bir düzen uğruna canlarını ortaya koyan "devrimci gençlik"le, onlara "komünist!" diyerek saldıran "devletin yardımcısı" ülkücü-milliyetçi örgütlenmeler arasında kıyasıya bir hesaplaşma vardı. Doğal ki devlet de yardımcılarından yanaydı.
Demokrat'ı nasıl çıkardık?
İşte böyle bir ortamda, 70 ortak bir araya gelerek, kurduğumuz bir yayın şirketi ile "Demokrat" gazetesini yaşama geçirdik. Şirket adına, bu gazetenin sahibi ve yönetmeniydim. Kurucular arasında Aslan Başer Kafaoğlu, Emil Galip Sandalcı, Gülten Akın gibi daha birçok yazar, sanatçı aydınlar da vardı. Gazete İstanbul'da ofset basılır, Türkiye'nin her yanına dağıtımı yapılırdı.
Ortalık toz dumandı. Yaratılan birtakım provokasyonlarla olayların içine itilen, gözü kara gençler toplanır, gözaltı hücrelerinde işkence tezgâhından geçirilirlerdi. Giderek, "Anarşi ve terörü durdurmak amacı ile" bazı illerde sıkıyönetim ilan edildi. Ankara Sıkıyönetim Komutanı Recep Paşa (Ergun), Demokrat gazetesinin yayınından hoşnut değildi. Solcuların, yurtsever aydınların üstünde estirilen devlet terörünün, işkencenin üstüne üstüne gidiyorduk.
Sonunda, Mehmet Ali Ağca'nın asker giysili kişilerce, cezaevinden nasıl kaçırıldığını, ayrıntılarıyla yayımlamış olmamız bardağı taşıran damla oldu. Paşa hazretleri gazaba geldi, gazetenin Ankara il sınırlarından içeri sokulmasını yasakladı.
Oysa biz Demokrat'ın Ankara baskısı hazırlıklarını tamamlamış, günlük satışın 50 binden, 70 bine çıkarılmasını planlamıştık. Hesaplarımız bozuldu, gazetenin Anadolu dağıtımı da felç oldu. Çok zor durumdaydık. Aldığımız bir habere göre, İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Necdet Üruğ, bu yasaktan rahatsızdı. Çünkü gazete kendi bölgesinde, İstanbul'da çıkıyordu. Recep Paşa'nın yaptığı, onun yetki alanına bir "tecavüz"dü.
Avukatımız Orhan Apaydın'la, o güzel insanla birlikte Necdet Üruğ Paşa'ya gittik. Paşa, böyle bir girişimi beklermişçesine bizi çok iyi karşıladı. Gazetenin yayınından şikâyetçi değildi. İsteğimiz üstüne, yasağın hemen kaldırılması gerektiği yönünde hukuk danışmanlarına yazdırdığı gerekçeli bir yazıyı bize elden verdi.
Yasakçı komutan, Üruğ Paşa'nın cunta içindeki gücünden çekiniyordu. Koyduğu yasağı yüzde yüz kaldıracaktı. Aynı gün uçakla yazıyı Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı'na ulaştırdım. Paşanın hukuk danışmanı değerli bir yargıç, her zamankinin tersine neşesizdi.
Boşuna umutlanmamalıydık, Paşa dört günden beri hiçbir yazıyı işleme koymuyor, hiçbir evraka imza atmıyordu. Herhalde askeri darbenin eli kulağındaydı! Kötü bozulmuştum. Ankara bürosuna döndüm. Bir ayağım üzengideydi. Ülkeyi kurtarmak bir yana, paçayı kurtarmanın derdine düşmüştüm. 27 Mayıs 1960 hareketini güle oynaya karşılamıştık. O zaman T. Ö.D.M.F. (Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Federasyonu) Merkez Yönetim Kurulu'ndaydım. Özellikle Köy Enstitüsü çıkışlı öğretmenler, Demokrat Parti (DP) iktidarının on yıllık zulmünden kurtulmuş olmanın sevincini yaşıyorlardı.
Çünkü onlar, Köy Enstitüleri'ni yıkmakla kalmayarak, bu enstitülerde yetişen öğretmenleri de yok yok etmek istiyorlardı. On yıl aradan sonra gelen 12 Mart 1971 darbesinde ise bizim aile payına düşeni fazlasıyla almıştı. Ben TÖS'ün (Türkiye Öğretmenler Sendikası) İkinci Başkanıydım.
Mamak Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi'nde sekiz yıl, on ay, yirmi gün hüküm giymiştim. Yeni darbenin daha bir beter geleceği ayak sesinden belliydi. İşkence görmek, bir daha zindanlara düşmek istemiyordum. Ancak birinci derecede sorumlusu olduğum Demokrat gazetesini, tüm çalışanlarıyla bırakıp bir yana ayrılamazdım.
Gözaltına alınacaktık...
Devrisi gün (11 Eylül, öğleden sonra) üst rütbeli bir asker dostum, özel bir ulakla (belki de oğluydu?) beklenen haberi ulaştırdı. Yarın (12 Eylül 1980 günü) darbe yapılacaktı. Bizim gazete kapatılacak, benimle birlikte bir kısım gazeteci arkadaşım da gözaltına alınacaktı, "Hemen Ankara dışına" çıkmalıydım!
Artık beklemek zamanı geldi. Haberi dolaylı yoldan İstanbul bürosuna da uçurdum. Yarın eylül fırtınası başlıyordu, herkes odun kömürünü hazırlayarak önlem almalıydı! Yeşil pasaportum hazırdı. Yurtdışına çıkabilmem için Merkez Bankası'na yüz dolar yatırıp pasaportuma işletmem gerekiyordu.
Ben bankaya vardığımda, saat 16.00'yı beş geçiyordu, vezne kapanmıştı. Görevli genç bayana, kırk dereden su getirerek, zar zor işlemi tamamlatabildim. Valizi hazırladım, soluksuz Esenboğa Havaalanı'na vardım, saat 19.30. Bilet için dış hatlarda boşuna zorlandım durdum.
Yurtdışı seferleri durdurulmuştu! Döndüm, dolaştım, 21.00 İzmir uçağında ancak bir yer bulabildim. Orada bir grup gazeteci, Bülent Ecevit'i bekliyordu, bir yerlere gideceklerdi. Nedense, Ecevit bir türlü gelmiyordu.
Belki de göz hapsine alınmıştı. Basın danışmanı Turhan'ın canı çok sıkkındı. "Yarın darbe var!" dedim, öfkelendi, "Her Allah'ın günü aynı tevatür uçurulur!" dedi. Onu inandırmak zorunda değildim. Ben kendi başımın çaresine bakmalıydım.
Uçak biraz gecikmeli kalktı. İzmir havaalanı, oradan otobüs garajı derken, saat 23.00'ü geçiyordu. Amacım, darbeye yakalanmadan Kuşadası'na, ulaşmaktı. Eşim Perihan'ın emeklilik ikramiyesi üstüne, benim de haksız tutuklanmaktan dolayı yargı kararı ile aldığım kırk bin lira "tazminat"ı ekleyerek bir yazlık alabilmiştik.
Arta kalan borcumuzu da taksitle ödeyecektik. Gel gör ki, Ada'ya hiçbir vasıta yoktu. Basmane'de otel işletmecisi dostum Selahattin'i buldum. Tüm zorlamasına karşın, gece orada sabahlamak istemedim. Otel benim için tehlikeliydi. Yine Selahattin'in çabası ile Aydın'a giden bir otobüse binebildim. Selçuk'ta inecektim, oradan Kuşadası'na...
Gecenin ikisi, Selçuk kapkaranlık. 25-30 km'lik yolu, taksi ile gitmekten öte çarem yoktu. Sağa sola seğirttim, bir taksi bulabildim. Şoför mahallinde iki genç yan yana oturuyordu. Bakışları bir tuhaftı. Çengel bıyıklarından ikisinin de ülkücü kahramanlardan oldukları anlaşılıyordu.
Onlar, Ankara'da yalnız olduğum bir gece, "Polis!" diyerek evin kapısını tekmelerken, ben dördüncü kat balkondan, urganla sarkarak kendimi zor kurtarabilmiştim. Darbeden kaçayım derken, canımdan da olabilirdim. Tabana kuvvet uzaklaştım. Bir çaresizlik içinde gözlerimi çevrede dolaştırırken, bir dükkânda ışık gördüm.
Çekinerek yaklaştım. Orta yaşın üstünde badem bıyıklı bir kişi aptes alıyordu. Kuşkusuz MSP'liydi (Milli Selamet Partisi)! Çocukluğumda sofuluğum vardı, camide müezzinlik yapmıştım. İçeri girerek MSP selamı verdim. Onların dili ve kültürleriyle kolayca diyalog kurabildim.
Adam oturmamı söyledi. Namazını kılar kılmaz, motoru hırlayan eski arabasıyla beni Kuşadası'nda evimin önüne bıraktı. Ücret ödemek istedim, almadı, "Biz din karındaşıyız" dedi, o, para yerine sevap kazanmıştı. Kimi kez, "gerici" denilerek suçlanan bu insanların, böyle güzel yanları da vardı.
Umulmadık bir saatte evdekileri uyandırdım. İzmir Milletvekili Ferhat Aslantaş'ın eşi Rabia da bizdeydi, "Ferhat'a niye haber vermedin!" diyerek dövünmeye başladı. O, milletvekiliydi, bir şey olmazdı gibilerden söz ettim. Daha sonraları Balmumcu'ya sürülecekti.
Yorgundum, sırtüstü uyuklarken, Perihan uyandırdı, "Haydi gözün aydın, seninkiler geldi!" Radyodan marşlar okunuyordu. Saat dört dolayında falan olmalıydı. Sokağa çıkma yasağı konmuştu. İkinci bir emre kadar kimse evinden dışarı çıkmayacaktı. Neyse ki yeni tamamlanan yazlığımızda, fırsat bularak kalamadığım için meskenimiz henüz mimlenmiş sayılmazdı.
Yasak kaç gün sürdü, şimdi anımsayamıyorum. Ya sabır çekerek yasaklı günleri tükettikten sonra İzmir'e giderek Ferhat'ın akrabalarında birkaç gün saklandım. TÖS'ün yıllarca Ege Bölgesi Temsilciliği'ni yapmış, değerli bir arkadaşımdı Ferhat. Orda sıkıyönetim bildirilerinden, yurtdışına çıkış izni verildiğini duydum.
Ancak kolluk kuvvetlerince arananlar, anarşistler, teröristler bu haktan yararlanamayacaklardı. Benim iş yine yaş sayılırdı, çıkışta enselenebilirdim. Tekrar Kuşadası'na döndüm. Bir yolunu bularak limandan bir gemi ile kaçmayı düşünüyordum. Bindiğim otobüs, yolda bir iki kez denetlendi, ama askerler yaşını başını almış kravatlı bir bürokrattan pasaport sormadılar. Onlar daha çok gençleri sıkıştırıyorlardı.
O günlerde komşumuzun oğlu Necdet, son model bir Mercedesle anasını, babasını, iki yaşında oğlunu Almanya'ya götürmek için gelmişti. Ben Necdet'i Frankfurt'ta katıldığım, "Türkiye'de Bozkurtlar Almanya'da Dazlaklar" konulu bir toplantıda, "devrimci" kardeşi Bayram nedeni ile tanımıştım.
Necdet, Almanya'da bir benzin istasyonu çalıştırıyor, bir yandan da firmaların yeni arabalarını pazarlıyordu. Onun öyle devrimcilikle falan bir ilgisi yoktu.
Yeni arabasıyla beni Ada'da dolaştırırken sıkıntımı anlamıştı Necdet: "Ben seni Almanya'ya götürebilirim amca!" dedi. Napoli'ye değin feribotla gideceklerdi. Üç kişilik biletleri hazırdı, "Sen benim oğlanın kamarasında yatarsın, ötesini ben şey ederim..."
İnansa mıydım? Benim zanlı durumum, pasaport kontrolü falan!.. Tüm bunlar Necdet için hiç de önemli değildi...
Babamın pasaportunu...
"Olmazsa, babamın pasaportunu sana veririm. Sınırı geçtikten sonra da kendi pasaportunu kullanırsın. Ben babamın işini şey ederim!.." Nasıl? Babası ile aynı yaşlarda olsak bile adamın pasaportundaki fotoğraf bana hiç benzemezdi. Kendi elimle yakayı ele vermez miydim?... Necdet'in canı sıkıldı:
"Gıcık yapma amca, benim liman gümrüğünde tanıdıklarım var, anladın mı?" diye çıkıştı, "Sen hiç merak etme, ben her şeyi, şey ederim!" ekledi, "Yarın yola çıkıyoruz."
Bir fırsat ayağıma gelmişti. Ne olursa olsun denemeliydim. Kaygı, korku, biraz da kurtuluş umudu içinde İzmir'e geldik. Necdet kısa bir süre için yanımızdan ayrıldı, uzun sürmedi, döndü geldi. Çıkış kapısı birden aralandı. Limanda bekleyen feribotu gösterdi:
"Sen çık orada bekle, ben öteki işleri şey edeyim!" dedi. Ben gemiye doğru adımladım, kapı arkamdan çat diye kapandı. Perihan da birlikte gelmiş, beni uzaktan izliyordu. Feribotun içinde personelden başka kimseler yoktu. Gözler üstüme çevrilince, kendime sivil polis süsü vererek gemide çalımla kaçak aramaya başladım. Onlar sessizce, biraz da çekinerek beni izliyorlardı.
Denetimim epeyce uzun sürdü. Neden sonra kapılar açıldı, yolcular akın etti, Tomsonlu askerler de birlikte... Askerlerin gözleri, kuşbakışı geçiyordu üstümden. Onların derdi gençlerdi. Kuşkulandıklarını, iğnenin deliğinden geçiriyorlardı. Bıyıklı esmer bir delikanlıyı yakaladı, kargatulumba götürdüler.
Gemi hareket etti. Necdet kulağıma eğildi: "Köşeyi döndün amca!" dedi, sigara verdi.
Buradayım, gelin yakalayın...
Feribotta günler, geceler geçmek bilmiyordu. Zamanı saniye saniye tüketiyordum. Giderek yaptığım işten utanç duymaya başlamıştım. Gazetede çoğu ücretsiz çalışan o yiğit insanları, evde karımı, gencecik militan iki oğlumu Alper'i, Cahit'i ateş çemberi içinde bırakmış da ben nereye kaçıyordum! Zaman zaman bağırasım geliyordu, "Ben buradayım hey, gelin yakalayın!"
Ama polis olduğundan kuşkulandığım, kara gözlüklü kişinin, o garip bakışları üstüme çevrilende korkuyordum! Türk feribotundaydık. Yolcular arasında dedektiflerin dolaştığı söyleniyordu. Ben barda Necdet'in zengin içkili sofrasından hiç kalkmak istemiyordum.
Solcular, "bölücü ve yıkıcılar" öylesine çok paralı olamazlardı! Tek avuntum, ortalık yatıştıktan sonra, taş çatlasa bir, bir buçuk ay içinde ülkeme gerisin geri gelirdim. 12 yıl sonra dönüşümde, havaalanından, o ünlü Emniyet Birinci Şube'de gözaltına alınacağımı, poliste, savcılarda uzun uzun sorgulanacağımı bilemezdim!
Sabahın bir vakti Napoli limanında indik, Necdet'in Mercedesi ile uçarak vardık Frankfurt'a. Oğlum Taner de orada "mülteci"ydi. Bir grup arkadaşıyla beni karşıladı. Darbeden sonra yurtdışına çıkan ilk zanlı kişiydim. Kimse inanmak istemiyordu, nasıl etmiş de askeri cuntanın çemberini aşabilmiştim? Taner kasılarak yanıtladı:
"Örgüt meselesi kardeşim!.."
Necdet yan yan baktı Taner'e:
"Hele ben şey etmeseydim, görürdün o zaman senin örgütünü!.." dedi. (DA/İÇ/NM)
* Dursun Akçam'ın yazısı Cumhuriyet Dergi'nin 15 Eylül 2002 tarihli sayısında çıkmıştı.