Başka bir anlatımla, devletin tepesinde yeni bir iktidar parçalanmasının başladığı, daha da önemlisi farklı iktidar odakları arasındaki çatışma olasılığının giderek güçlendiği bir politik sürece girildiği söylenebilir. Üstelik bu çatışma, sadece iç politikanın sorunları üzerinden değil, Türkiye'nin küresel düzen içindeki yeni yerinin tayin edilmesine kadar uzanan geniş bir alanda cereyan ediyor. Bu olgunun en iyi gözlendiği alanlardan biri, İstanbul'da yapılan NATO zirvesi oldu.
Bu perspektiften bakıldığında; gerek Türk-Amerikan ilişkileri, gerek Avrupa Birliği (AB) üyelik süreci, gerekse Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ve ılımlı İslam konsepti üzerinden yaşanacak gelişmeler, kısa vadede Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetinin kaderini belirleyecek gibi görünüyor.
Bölünmenin çapı ve derinliği
Türkiye eliti içindeki bölünmenin önemli nedenlerinden biri; çarpık seçim sisteminin de etkisiyle AKP'nin ezici bir çoğunlukla ve tek başına iktidara gelmesi, dolayısıyla sistemin 28 Şubat sonrasında başlatılan yeniden yapılanma (restorasyon) sürecini kesintiye uğratmasıdır. Oysa bu yeniden yapılanma hamlesi, büyük sermayenin ve askeri-bürokratik elitin Soğuk Savaş döneminde derin bir bozulmaya uğrayan, hızla modern burjuva karakteri silikleşmeye başlayan ve yeni dönemi karşılama yeteneğini yitiren devleti ve sistemi onarma girişimiydi.
Bu yakıcı ihtiyaç ortadayken, AKP sinsi ve iki yüzlü bir tutumla sistemi ve devleti daha da geriye çeken bir tutum takındı. Yaşanan yaygın kadrolaşma, sistemin 21. yüzyılda ulusal ve küresel ihtiyaçlarını karşılayacak niteliklerden uzak, kelimenin gerçek anlamıyla çapsız (bunun için Bakanlar Kurulu üyelerine bakmak yeterlidir) soğuk savaş artığı bir ekip, birkaç kurum dışında devlete yeniden egemen olmaya başladı.
İşte, AKP'nin seçim zaferiyle birlikte, askeri-bürokratik elit, İstanbul burjuvazisi ve taşra sermayesi arasında oluşan "zoraki" uzlaşma, bugün yön ve program farklılığının derinleşmesiyle hızla bozulmaya doğru ilerliyor. Çünkü AKP, bu uzlaşmanın kendisine açtığı iktidar alanının sınırlarını tam olarak kavrayamamış görünüyor. Dahası, bu sınırlara çarptığı her yerde iktidar alanını genişletmeye çalışıyor. Kendisini buna mecbur hissediyor. Bunu yapmadığı zaman gerçek anlamda hükümet edemeyeceğini seziyor. Çünkü siyasetin yasası, güç oyununun kuralları işliyor..
Bir imalat hatası mı?
Seçimlerden hemen sonra AKP liderliği, güç açığını kapatmak üzere hükümetin ilk gününden itibaren Batı'ya ve ABD'ye yöneldi. Yani, içeride yetersiz olan iktidar kudretini dışarıdan alacağı güçle tamamlamaya yöneldi. Üstelik, uluslararası konjonktür de bu yönelime son derece uygun. ABD'nin izlediği küresel egemenlik siyasetinin AKP'nin hedefleriyle örtüştüğü söylenebilir. ABD öncelikli tehdit olarak algıladığı ve son NATO zirvesinde ittifaka benimsettiği "radikal İslam"a karşı "ılımlı İslam" projesini ortaya attığında, Washington'un test alanı olarak Türkiye'yi seçtiği açıktı. Ancak, Türkiye İslam dünyasından fazlasıyla ve bu alanı etkileyemeyecek ölçüde kopmuştu; onun laik ve modern yapısı projenin hayata geçmesi için bir engel oluşturuyordu. İşte tam bu aşamada AKP, daha doğrusu Refah Partisi içindeki 'yenilikçi hareket' keşfedildi. Bu keşiften sonra, AKP'nin ihtiyaçlara uygun şekilde imal edilmesi için çalışıldı.
AKP de geleneksel ideolojik talepleriyle ABD'nin küresel hedefleri arasındaki örtüşmenin farkında. Daha da önemlisi bu durumu, ülkede düşük yoğunluklu bir islamizasyon hamlesi için tarihsel bir fırsat olarak değerlendirmeye çalışıyor. Sorun da burada zaten; bu çizgi Türkiye'yi küresel ölçekte büyük güçler arenasına taşımak yerine, bölgeye doğru daralan, içine kapanan bir Ortadoğu ülkesi haline getirme riski taşıyor. İşte Türkiye elitinin önemli bölümü buna itiraz ediyor.
Çatışma siyasal kriz üretecek
Dolayısıyla, AKP'nin iktidar alanını her genişletme hamlesi bir direnişle karşılaşıyor ve çatışmaya yol açıyor. Bu çatışma, taşra sermayesinin iktidardan daha fazla pay istemesi, hatta dünyaya açılan kesimleriyle zaman zaman tek başına iktidar talep etmesiyle daha da derinleşiyor. Başbakan R. Tayyip Erdoğan'ın, "Hükümet olduk ama iktidar olamadık" demesinin anlamı budur. Erdoğan'ın bu sözleriyle tapu-kadastro memurlarını değil, Cumhurbaşkanlığı'nı, Türk Silahlı Kuvvetleri'ni (TSK), Yüksek Yargıyı, Üniversiteleri ve bir ölçüde Hariciye Teşkilatını (Dışişleri) vb. hedeflediği açıktır.
Türkiye'nin önümüzdeki bir yıl içinde yeniden şiddetli bir siyasal krizin içine girip girmeyeceğini belirleyecek olan asıl şey ise, AKP'nin izleyeceği siyaset olacak. AKP, kendisine tanınan iktidar alanının sınırlarına çekilirse, ufak-tefek sorunlar çıksa bile, esas olarak çatışmasız ve karşılıklı tavizlere dayalı bir dönem yaşanacak. Değilse, ülkenin tepesindeki çatlak büyüyecek ve hükümeti paralize edecek farklı iktidar odakları öne çıkmaya başlayacaktır. Bu bakımdan kritik eşiği Aralık 2004'te toplanacak AB zirvesi oluşturacak.
TSK, ABD'yle mesafesini açıyor
Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ'un, 8 Temmuz günü düzenlediği basın toplantısında ABD'nin Irak siyasetini eleştirmesi, PKK'nin tasfiyesi için kendilerine verilen sözün tutulmadığını açıklaması ve gereğinde tek yanlı olarak askeri operasyonlar yapılabileceğini ilan etmesi, Türk Silahlı Kuvvetleri'nde (TSK) yeni bir duruma işaret ediyor. TSK'nın hükümetten farklı olarak ABD ile ilişkilerine artık açıkça mesafe koymaya başladığı, dahası yer yer karşı pozisyon takındığı gözleniyor.
Aslında bu aşamaya yeni gelinmedi. Geçen yıl, Mayıs 2003'te, dönemin Genelkurmay 2. Başkanı (Şimdi Birinci Ordu Komutanı) Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın Harp Akademileri'ndeki, "Küreselleşme ve Uluslararası Güvenlik" konulu sempozyumun açılış konuşması bu bakımdan önemlidir. Büyükanıt sözkonusu konuşmasında, Washington'un Avrasya merkezli hegemonya siyasetini Türkiye'ye yönelik bir tehdit olarak algıladığının işaretini vermişti. Orgeneral Büyükanıt şunları söylemişti:
"Gelişmiş ve güçlü ülkelerin tehdit algılamaları ile, gelişmekte olan ülkelerin tehdit algılamaları, aynı eksende çakışabilir mi? Yoksa, gelişmekte olan ülkeler, gelişmiş ülkelerin tehdit algılamalarını koşulsuz kabul eden ülkeler konumunda mıdırlar? Güçsüz ülkeler, bu ithal malı tehdit algılamaları üzerine kurdukları ulusal güvenlik politikaları ile ne kadar güvenlidirler? (...) Acaba güçlü ülkeler, kendi ulusal çıkarları yönünde tanımladıkları tehdit algılamalarını, güçsüz ülkelere dayatarak, o ülkelerin ulusal çıkarlarına zarar verecek yaklaşımlar içinde mi bulunuyorlar? (...) Küreselleşmede, ülke çıkarları yönünde özgün yaklaşımlar ve bu yaklaşımların stratejik sonuçları güçlü ülkelerin amaçları ile çatışabilir. Ve belki de bu kaçınılmaz hale gelebilir." (Tam metin için bkz. www.genelkurmay.gov.tr )
Geleneksel iktidar bloğunun önemli bileşenini oluşturan TSK'daki bu değişim, aslında uzunca bir süredir gözleniyordu. Örneğin Cengiz Çandar, geçen yıl yazdığı bir yazıda ilginç öngörülerde bulunuyordu. Bugüne kadar Türkiye'de yapılan askeri darbelerin ABD desteği ve yönlendirmesiyle gerçekleştiğini belerten Çandar, "Türkiye'de bir darbe olursa, geçmişten farklı olarak bu ABD'ye karşı olur" diyordu. (Milliyet, 2 Haziran 2003)
Olasılıklar ve sonuçlar
Şimdi, yukarıda çizilen genel çerçeve ışığında analizi biraz daha derinleştirmek ve sistematize etmek gerekirse şunları söyleyebiliriz:
1- Bu yılın sonunda toplanacak AB zirvesinde, Türkiye'ye tam üyelik için müzakere tarihi verilirse AKP'nin eli güçlenecek, başta ordu olmak üzere geleneksel iktidar bloğunun diğer güçleri önemli ölçüde geriletilecektir. Bu durumda AKP, iktidar bloğunun bileşimini yeniden oluşturmaya yönelecektir. Büyük taşra sermayesinin ağırlığı artacaktır.
2- AB zirvesinde Türkiye'ye tarih verilmez ya da ülkeyi süründürecek sembolik bir tarih verilirse -ki en yüksek olasılık budur- AKP en önemli güç ve iktidar kaynaklarından birini kaybedecektir. Bu durumda, AB hedefine bağlanmış ve bu hedefin baskısıyla geriletilmiş ve terörize edilmiş güçler harekete geçecektir. Bu durumda AKP'nin bir yıl bile iktidarda kalması güçtür. O nedenle, daha şimdiden 2005'te erken seçim olasılığından söz edilmeye başlanmıştır. Tayyip Erdoğan tersini iddia etse bile, AKP düşüşe geçmeden önce, halktan tazelenmiş bir iktidar onayı almaya çalışacaktır.
3- Türkiye'nin AB üyeliği konusunda en büyük baskıyı yapan ABD'dir. Türkiye'nin AB üyeliğini esas olarak ABD ve Avrupa'daki amerikancı iktidarlar istemektedir. ABD, kendisine karşı küresel bir güç olarak yükselme potansiyeline sahip olan AB'yi denetlemek için stratejik ortaklarını birliğe sokmaya çalışmaktadır. Zira, sadece İngiltere'nin varlığı böyle bir denetleme için yeterli değildir. Fransa ve Almanya bunun farkındadır. O nedenle, Türkiye'den Atlantik'in iki yakası arasında kesin bir tercih yapmasını istiyorlar. Özetle, Türkiye'nin AB üyeliği, aşık usandıracak ölçüde çetrefilli ve son derece sancılı bir süreçtir.
4- AKP, tipik bir Abdülhamitçilik siyasetiyle çelişkilerden yararlanma, dengelere oynama ve çatlaklardan sızma çizgisi izlemektedir. Ancak, bu şark kurnazlığı ile işi idare etmek artık zordur. Ankara, Brüksel ile Washington arasında sıkışıp kalmış durumdadır. Bu durum bir bumerang gibi dönüp AKP'yi ve Ankara'yı vurabilir.
5- ABD başkanlık seçimleri de bu yılın Kasım ayında yapılacak. Bush'un seçimleri kaybetmesi olasılık dahilinde. Anketler şimdiden Demokratlar ile Cumhuriyetçiler arasındaki farkın kapandığı gösteriyor. Eğer ABD yönetiminden yeni muhafazakâr (neo-conservative) ekip tasfiye olursa -ki Bush da böyle bir taviz verip uzlaşma arayabilir- bu anlayışın Türkiye versiyonu olan AKP'nin bir başka iktidar kaynağı daha çökmüş olacaktır.
6- ABD, liberallerin ve yeni muhafazakârların tahminlerinin aksine, ulusal direnişin yayılması ve şiddetlenmesi nedeniyle Irak'ta yenilmeye başlamıştır. Üstelik bu olgu ideolojik bir yenilgiyi izlemektedir. Efsane bitmiştir. Irak yenilgisi; BOP gibi projelerin çökmesine, dolayısıyla ılımlı İslam siyasetinin de başarısızlığına yol açacaktır. Bu durumda AKP gibi partilere duyulan stratejik ihtiyaç da kalmayacaktır.
7- Son günlerde TÜSİAD gibi batıcı büyük sermayenin örgütleri ve Doğan Grubu gazetelerin eleştirilerine bakılırsa, AKP'ye verilen kredinin vadesi doluyor diye düşünmek yanlış olmaz. Bu durumda, taşra sermayesinin büyük kesimleri bir iktidar itişmesinden zararlı çıkmamak için AKP'ye verdikleri desteği geri çekebilirler. Hâl böyle olursa, AKP en önemli iktidar dayanağını da yitirmiş olacaktır.
8- Gelgelelim, AKP asıl iktidar gücünü muhalefetin güçsüzlüğünden almaktadır. AKP karşısındaki gerek sağ gerekse sol muhalefet dağınık, etkisiz ve programsızdır. AKP'nin gideceği bellidir, ama yerine kimin geleceği belirsizliğini korumaktadır. Kirli savaş ekibi tarafından yönetilen DYP'nin bir iktidar alternatifi olması bu haliyle mümkün değildir. MHP, denenmiş ama başarısız olmuş bir operasyon partisidir; bu nedenle kendisine iktidar teslim edilmesi çok güçtür.
9- Baykal ekibinin elinde ufalanan CHP, büyük sermaye tarafından liberal temellerde yeniden yapılandırılmak isteniyor. Baykal liberalizmi bile onlara yetmiyor. Baykal, haklı olarak, "memlekette iki AKP'ye gerek yoktur" demekte ve CHP'nin "AKP'lileştirilmek istendiğini" söylemektedir. Baykal'ın bu sözlerine bir mim koymakta yarar var. Çünkü, CHP muhalefetinin de dediği, neyi savunduğu, hangi programı esas aldığı belli değildir. Kemal Derviş'le nerede buluşup nerede ayrıldıkları bilinmemektedir. Yerel seçimlerde oluşturulan "Sol Blok" da başarısız olmuştur. Sosyalist sol ise iktidar seçeneği oluşturmak bir yana, yapısal sorunları nedeniyle henüz etkili bir siyasal güç olmaktan uzaktır.
10- AKP hükümeti için yolun sonu görünmüştür. Krizi atlatıp atlatamayacağı manevra kabiliyetine ve gerçekleştireceği yeni uzlaşmalara bağlıdır. Daha önce bu sitede yazdığım bazı yazılarda da belirttiğim gibi, "dananın kuyruğu" Aralık 2004'te kopacaktır. Kaldı ki bu kuyruğun şimdiden çok gerildiği de bellidir. (MY/YS)