Tarihsel bir temeli olmayan, belirgin doğal sınırları bulunmayan, kültürel, dinsel ve etnik bir temele dayanmayan; dolayısıyla sadece Batı'nın çıkarları öyle gerektirdiği için oluşturulan, suni sınırlara sahip devletler tasfiye edilecek. Her büyük tarihsel altüst oluştan sonra yapıldığı gibi, dönemin ihtiyaçlarına göre haritalar yeniden çizilecek.
Bu nedenle, Irak savaşını sadece bu ülkedeki rejimi değiştirmeye yönelik bir operasyon olarak değerlendirmek mümkün değil. Tek başına bu saldırganlığı, petrol yatakları üzerinde kontrol sağlama amacına bağlamak da durumu tam açıklamıyor. Savaş, bölgesel ve küresel bütün dengeleri bir kez daha altüst edecek. Birinci Körfez Savaşı'yla başlayan ve baba Bush tarafından Yeni Dünya Düzeni diye adlandırılan dönem, yine Irak savaşıyla kapanacak. Irak'ın çöküşü bölgedeki statükonun çöküşü olacak.
Emperyal içgüdü
Soğuk Savaş döneminin kapanmasıyla birlikte kendisini küresel bir imparatorluk kurmanın eşiğinde bulan; bu durumun felsefi ve ideolojik arka planını son on yıldır oluşturmaya çalışan Amerika Birleşik Devletleri (ABD), tıpkı Roma, Moğol, Emevi ve Osmanlı imparatorlukları gibi bilinen dünyanın bütün stratejik merkezlerini kontrol etmeye çalışıyor. Bu olgu bir tercihten çok, bir zorunluluk oluyor. Sosyalist sistemin dağılmasından sonra rakipsiz bir küresel güç olarak yükselen ABD, dünya hakimiyetini garanti altına almak istiyor. O nedenle "eski dünya düzeni"nin bütün hukukunu ve kurumlarını tasfiye ediyor.
Ancak tarihte ve doğada olduğu gibi gücün doruğuna ulaşılan an, paradoksal şekilde zayıflamanın ve gerilemenin de başlangıcını oluşturuyor. Bu olgu büyük devletlerin ve imparatorlukların saldırganlığını arttıran "emperyal içgüdü"yü oluşturuyor. Sürpriz bir gelişme olmazsa eğer, olası Irak savaşıyla içine girilecek yeni dönemin özelliğini işte bu olgu oluşturuyor. Dünyanın her yayında daha çok askeri müdahale ve daha çok savaş beklemek gerekiyor. Şimdi bu "olgu"ya biraz daha yakından bakalım.
ABD inişe mi geçiyor?
Amerika Birleşik Devletleri'ne yapılan 11 Eylül saldırılarının simgesel bir anlamı var. Bu saldırı küresel ölçekte yeni bir döneme girildiğine işaret ediyor. Daha doğrusu 11 Eylül, nesnel göstergeleri daha önce ortaya çıkan, ABD'nin küresel egemenlik konumundaki tıkanma alanlarını açığa çıkaran dramatik bir başlangıç oluşturuyor.
ABD ekonomisinin uzun süredir bir durgunluk dönemine girdiği biliniyordu. Muhafazakarların yönetime gelmesinden sonra durgunluk daha da derinleşerek bir ekonomik krize dönüşme eğilimine girdi. 2001'in Aralık ayı başında ABD Hazine Bakanlığı durumu resmen kabullendi.
Petrol tekelleri ve silah sanayicileri tarafından desteklenen Bush yönetimi, ekonomik durgunluğu askeri harcamaları arttırarak aşma planlarını yapıyordu. Bu bakımdan 11 Eylül saldırısı ABD yönetimi için bulmaz bir fırsat sundu. ABD, toplam 120 milyar dolar olan savunma bütçesini yüzde 50 arttırarak 180 milyar dolara çıkardı. Savunma bütçesindeki bu büyüme oranı, birinci ve ikinci dünya savaşları dönemi de dahil, ABD tarihinde bir defada yapılan en büyük artış oldu.
ABD'nin küresel egemenliğinin simgelerine yönelen 11 Eylül saldırıları, bu lider emperyalist ülkenin profilinde derin gedikler açtı. Yenilmez ve erişilmez bir güç olduğu sanılan ABD'nin hiç beklemediği bir anda vurulabileceğini, salt ekonominin ve silahların gücüne dayalı egemenliklerin çok da güvenli olmadığını gösterdi. Ve daha da önemlisi, adil olmayan bir dünyada barış da olamayacağını trajik şekilde ortaya koydu. Barbarlar yeni Roma'nın kapılarına dayanmıştı.
Daha fazla askeri güç
ABD, 10 yıldır rakipsiz şekilde sürdürdüğü küresel hegemonyasını yitirme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu görüyor. Durgunluk dönemini yaşayan ve gerileme sürecine girmesi beklenen ekonomisiyle küresel rakipsizlik halini uzun süre koruyamayacağını seziyor. Çünkü; Avrupa Birliği (AB) önemli bir güç olarak yükseliyor.
Rusya bir toparlanma süreci yaşıyor. Çin'in önümüzdeki on yıl içinde büyük bir küresel güç haline gelmesi bekleniyor. Hindistan, Çin ve Rusya arasında Avrasya merkezli yeni bir stratejik eksen oluşturulmaya çalışılıyor. Böylece Afganistan savaşından sonra Orta Asya'ya yerleşen ABD, bu üçlü ittifak tarafından kuşatılmaya ve bu sınırsız güç bir ölçüde dengelenmeye çalışılıyor.
Küresel hegemonyasını ekonomik olarak sürdüremeyeceğini hisseden ABD, bu egemenliği daha fazla askeri güç kullanarak sürdürmek istiyor. Başka bir anlatımla, ekonomik açığını askeri güç kullanarak doldurmaya çalışıyor. Durum böyle olunca, yeni döneme özgü yeni bir askeri doktrin gerekiyor. Yeni bir savunma ve savaş konsepti oluşturmak zorunluluk haline geliyor. ABD tam zamanında bunu da yapıyor.
Yeni askeri doktrin
Yeni ilan edilen Amerikan savunma doktrini, önümüzdeki dönemde dünyada neler olacağını anlamak bakımından önem taşıyor. ABD'nin yeni savunma doktrinine göre Washington, çatışma ve savaş ortamını yeryüzünün bütün sorunlu bölgelerine yaymak zorunda.
Önceki yılın sonunda (2001 Ekim) ayında açıklanan ABD'nin Dört Yıllık Savunma Değerlendirme Raporu (QDR-2001) daha öncekine (1997) göre temel farklılıklar içeriyor.* Yeni savunma doktrini, ABD'nin küresel egemenliğini kapitalizmin egemenliği olarak takdim ediyor.
Dolayısıyla, ABD'ye yönelik bir saldırının bütün sisteme yapılmış olacağı (sayılması gerektiği) belirtiliyor. Rapor, ABD'nin küresel hegemonyasını değişmez bir veri olarak alıyor ve başta müttefikleri olmak üzere dünyadaki zenginlik ve refahtan pay almanın, ancak ABD'nin desteklenmesinden geçeceği vurgulanıyor.
ABD'nin yeni savaş ve savunma stratejisinin temelini, "2015 yılına kadar küresel bir rakibin çıkmasını önlemek" şeklinde belirlenen orta vadeli hedef oluşturuyor. Bunu, "ABD'nin küresel egemenliğinin önündeki engelleri kaldırmak" diye saptanan kısa vadeli hedefler tamamlıyor. Şer ekseni böyle belirleniyor.
Başka büyük yok!
Raporda, "Yeni dönemde ABD, düşmanlarının kim olacağını ve savaşların nerede çıkacağını tam olarak bilemez ve bilemeyecektir" deniyor. Dolayısıyla yeni savunma anlayışının, "belirsizlik ve sürpriz öğesiyle birlikte" ele alınması gerektiği belirtiliyor. Raporda, "Kimin nerede ve ne zaman saldıracağından çok, olası bir saldırganın hangi olanaklarla saldırabileceğini düşünerek ona göre hazırlanmak" gerektiği vurgulanıyor.
Bu yaklaşım yeni savunma anlayışının ekseni olarak belirleniyor. ABD'nin karada, denizde, havada ve uzaydaki egemenliğine yönelik tehdidin tanımlı ve belirli bir düşman devlet ya da devletlerden çok, "sistem içi çatışmalardan" ve sisteme yönelik felsefi temelli saldırılardan geleceği öngörülüyor. Böylece yeni ABD savunma doktrini, Batı ve kapitalizm karşıtı siyasal hareketlere ve güçlere de özel bir önem veriyor. Ve böylece sistem muhaliflerinin neredeyse tamamı "düşman" ilan ediliyor. Tıpkı Soğuk Savaş dönemini başlatan 1950'li yılların "Dolaylı Saldırı Doktrini" gibi.
Her muhalif terörist!
Kapitalizm, adeta bir sınıf içgüdüsüyle asıl tehdidin nereden geldiğini ya da geleceği saptıyor. Washington Post gibi gazeteler yayımladıkları yorumlarda, 11 Eylül saldırısını gerçekleştirenlerle, "Küreselleşme karşıtlarının; yani komünistler, sosyalistler, radikal çevreciler ve anarşistlerin ortak yanı ABD düşmanlığıdır" diye yazıyor. Yani, 11 Eylül saldırısını yapanlarla solcuların bir farkı yok deniyor.
Örneğin; 11 Eylül'den hemen sonra ABD, İsrail'in "teröre karşı kendisini savunma hakkı bulunduğunu" ilan etti. Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) başta olmak üzere İslamcısıyla, solcusuyla, milliyetçisiyle bütün Filistin güçleri "terörist" ilan edildi. Böylece terörizmin yeni tanımı da yapılmış oluyordu; kapitalizme ve Batı uygarlığına saldıran herkes teröristtir!
Sonuç olarak yeni doktrin, sisteme muhalif her gücü potansiyel düşman saydığı için, sürekli bir savaş halini ve silahlanmayı öngörüyor. Bu durum, "yıkılan duvarlar" karşın Batı'nın hâlâ güvenliğinden emin olmadığını gösteriyor.
Yeni müdahale hukuku
Tehlikenin düşman devletlerin yanı sıra, devlet dışı öznelerden de geleceğini varsayan yeni savunma doktrini, ABD'nin erişimine kapalı bütün alanlara ve girişi engellenen coğrafyalara gerektiğinde, "zorla girmek, işgal etmek, siyasi müdahalede bulunmak ve rejimleri değiştirmek" gibi operasyonlar yapılacağı resmen ilan ediliyor. Bunu gerçekleştirmek için de, "sürekli izleme, hassas vuruş, dünyanın her bölgesinde amaca uygun askeri güç konuşlandırmak" hedefleri benimseniyor.
Son dönemde sık sık gündeme gelen "ilk vuruş" ya da "önleyici vuruş" ilkesi/hakkı, bu doktrine göre icat edilip ortaya atılan yeni kavramlar oluyor. Bu kavramlarla deniyor ki; bir saldırı gerçekleşmese de sadece böyle bir olasılığın bulunması bile, nükleer silahlar da dahil her türlü araçla "düşman önceden imha" edilebilecektir. Yani o vurmadan önce sen vuracaksın!
Saldırı olasılığının bulunduğunu kim mi takdir edecek? Ne saçma bir soru! (MY/NM)
* Medyada 2002 yılı boyunca bu rapordan söz eden tek yazar Ergin Yıldızoğlu oldu. Yıldızoğlu, Cumhuriyet gazetesindeki köşe yazılarında bu raporu açıkladı ve ABD'nin köklü siyaset değişikliğinin önemine ve sonuçlarına dikkat çekti.