Bugünlerde herkesin üzerinde çok düşünmeden kullandığı savaş ve barış kavramları sizin dersinizde nasıl anlamlanıyor?
Sorunları ve çatışmaları çözerken şiddet içeren yöntemlerin tercih edilmesi savaşa yol açıyor. Barışa, savaşın yokluğu veya bir son nokta olarak değil, bir süreç, bir kültür olarak bakmak daha anlamlı. Barış kültürünü geliştirmek, şiddetsizliğin hakim olduğu ve herkesin kendini güvende hissettiği bir ortamın yaratılmaya çalışılması demek.
20'nci yüzyıl tarihin en kanlı yüzyılı olarak bilinir. Doğru mu?
Evet en çok insanın öldüğü, en büyük yıkımların olduğu yüzyıl, 20'nci yüzyıl. Teknolojinin gelişmesi ile birlikte, insanlık çok daha fazla sayıda insanı, çok daha kısa sürede yok etme yetisine sahip oldu. Sopalarla ya da süngüyle savaşıldığında çok daha az kişi ölüyordu. Şimdi bir bomba ile, birkaç milyon insan bir anda öldürülebiliyor. İkinci bir sebebi daha var: Zorunlu askerlik kurumunun gelişmesi ile birlikte her yurttaş potansiyel asker olmaya başladı. Bu da savaşabilecek insan sayısında (profesyonel ordulara kıyasla) müthiş bir artış yarattı. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı'nda askerler öldükçe arkadan yenileri geldi. Son yıllarda ise savaşlar cephede değil artık. Ağırlıklı olarak sivil halkın ölümünden bahsediyoruz. Cephe gerisi kalmadı.
Peki kadınlık ve erkeklik rolleri bu süreçte nasıl ortaya çıkıyor?
İdeolojik söylem düzeyinde kadınlara iki konum düşüyor. Birincisi, "asker anneliği". Ulusun biyolojik ve kültürel olarak yeniden üretiminden sorumlu kadınlar. "Anneler bu ulusa savaşacak askerler yetiştirecek, gerekirse onları feda edecekler" anlayışı var. İkincisi, istisnai durumlarda geçerli: "Savaşçılık" rolü. Sabiha Gökçen, dünyanın ilk kadın savaş pilotu.
"Kadın barışçıdır" gibi yaygın bir kabul var. Bu, ne kadar doğru?
Bu özcü bir argüman. Sanki biyolojimiz hayata bakışımızı yönlendiriyor ve savaş da bunun sonucuymuş, erkekler içgüdüleriyle savaşıyormuş gibi düşünülüyor. Böyle bir şey yok tabii. Savaş, büyük bir örgütlenme gerektiriyor. Hiç de öyle biyolojinin uzantısı olarak yaşanmıyor. Şu bir gerçek, kadınlar, barış hareketlerinde hep ön planda olmuşlar. Ama bunun sebebi, savaşın arka planını oluşturan, ulus-devlet mekanizmasından, ordulardan, kadının son derece uzak olması. Bu yüzden daha mesafeli bakabiliyorlar. Savaş söylemlerini çok daha kolay sorgulayabiliyorlar.
Savaşın arka planında askerlik kurumu var. Kadın ve erkek kavramı pratikte nasıl oluşturuluyor?
Askerlik eğitiminin önemli bir kısmı kadınları aşağılamayı içeriyor. Mesela "Kız gibi tutma tüfeği!" deniyor. Mutfakta patates soyan veya bulaşık yıkayan ere "Fatma" veya "Ayşe" diyerek aşağılanıyor.
Bunun savaş mantığı açısından bir yararı olmalı!
Tabii. Erkeklere "Kadın gibi olmak istemiyorsanız, sert olacaksınız, iyi adam öldüreceksiniz, iyi silah kullanacaksınız" deniyor. Amaç hegemonik bir erkek yaratmak. Tabii tek bir erkeklik de yok. Orada başka erkeklikler de eziliyor. Mesela yumuşak bir erkek olmak hiç makbul değil. Yumuşak bir erkek, kadın olmuş oluyor. Dolayısıyla, askerlik eğitimi sırasında çok eziliyorlar.
Askerlik sonrası, o ezilmiş erkek kişiliğin, kadına yansımaları oluyor tabii.
Şüphesiz. Bir örnek vereyim. 1933'te Ülkü dergisinde çıkmış er Hüsmen ile Kezban'ın hikayesi. Ülkü, dönemin entelektüellerinin yazdığı önemli bir dergi. Hüsmen, askerdeki son gününde son derece mutlu. Öğrendiği her şeyi, yakında karısı olacak Kezban'a nasıl anlatacağının hayallerini kuruyor: Nişanlısına "Kezban gel!" diye emir verecek ve Kezban karşısına geçip, "Emret komutanım. Ali kızı Kezban, 329, Poturlar" diye karşısında künye belirtecek. Askerlikte, erkeklerin, yüzde doksanı emir alıyor, dayak yiyor, sürekli aşağılanıyor. Bu hikayede onlara şöyle bir havuç sunuluyor: Buradan çıktıktan sonra, evinizin komutanı olacaksınız. Karınız, size bağlı bir er. Daha sonra çocuklarınız, sizden emir alacaklar. "Erkekler askere gitmeden erkek olmaz" diye bir kabul de var. İşte askerdeki aşağılanma ve emir alma deneyiminin daha sonra kadınlar üzerinde nasıl bir iktidara dönüştüğünün ip uçlarını veriyor bu hikaye.
Bu yaklaşımınız ne kadar gerçekçi de olsa, "askerlik karşıtı" gibi algılanma tehlikesi var.
Ben bir akademisyen olarak askerlik "kötü" ya da "iyi" diyemem. Sadece bu süreci anlamamız gerektiğini söylüyorum. "Savaşlarda kadınlara ne oluyor?" sorusundan da kaçamayız. En önemli sonuç, cinsel şiddet. Bosna'da bunu izledik. Cephe dediğimiz olay ortadan kalktıktan ve her yer savaş alanı olmaya başladıktan sonra, tecavüz bir silaha, bir savaş taktiğine dönüştü. Ruanda'daki soykırım sırasında, 500 bin kadının, Siera Leone'de, son birkaç yıl içerisinde, kadınların yüzde 50'sinden fazlasının tecavüze uğradığını biliyoruz.
Bu gerçeklere rağmen savaşa neden karşı olunması gerektiği unutuluyor.
Kore savaşı sırasında binlerce kadın, Japon ordusu tarafından seks kölesi haline getirilmişti. 1990'larda ne zaman ki, Güney Kore'de, kadın hareketi güçlendi ne zaman ki bu kadınlar biraz yaşlandılar ve bu konuları konuşmanın utancı biraz hafifledi, konuşmaya başladılar. Şu an, Kore-Japonya ilişkilerinin en önemli maddelerinden bir tanesi budur. Bu sürecin sonucu olarak Japon ders kitaplarında bu korkunç deneyimin yazılması söz konusu oldu.
Japonlar, kendi askerlerinin yaptıklarını çocuklarına anlatıyorlar demek.
Savaşın her yüzünü anlatıyorlar. Toplumsal barışı sağlamanın en önemli yolu bu. Japonya'da yaşayan Korelileri rahatlatıyor. İki ülke arasında çok kanlı bir tarih var. O tarihin üstesinden gelinmesine ve olumlu ilişkilerin geliştirilmesine katkıda bulunuyor. Biliyorsunuz BM Güvenlik Konseyi'nin, 2000 yılında aldığı bir kararla artık tecavüz, bir savaş suçu.
Muhtemel Irak savaşıyla ilgili konuşmalarda dikkatinizi neler çekiyor?
Savaş daha çok stratejik terimlerle konuşuluyor. Bir strateji masası oluşturuluyor. Onun üzerinde piyonlar hareket ettiriliyor. İşte dağlar, köyler, göller ve onun etrafında hareket eden askerler. Oysa savaş strateji masasında geçmiyor. Savaş, karşıdaki bedenleri ortadan kaldırma, insanların en çok ihtiyaç duyduğu alanları çökertme çabası. Savaşta, kazanan taraf olmak için "her türlü yıkımı yapabilirim" anlayışı var. Herkes "Savaşta ölmeye hazırım" diyor. Halbuki, savaşta esas aktivite öldürmek. İnsanlar öldürmek için eğitiliyorlar.
Bu gerçek gizlenmese kimse gitmez savaşa...
Öldürmek kötü bir kelime olduğu için, "Öldürmeye hazır mısın?" diye sorulmuyor da "Ölmeye hazır mısın?" deniyor. Ölmeden savaştan dönen asker bir, on, yüz, bin kişi öldürmüş bir insan olarak dönüyor ve bunun travması çok büyük.
Savaşan askerlerin hikayelerini kimse bilmek istemiyor.
Bu yüzden o stratejik analizlerin bir parçası haline gelmiyor insan. O askerler savaşı savunsalar bile, yaşadıkları deneyimin kendisi, bütün o savaş söylemini tehdit eder. Nadire Mater'in Mehmed'in Kitabı farklı bakış açılarını sunuyordu. Orada "Haklı bir savaş içerisindeyiz" diyenler bile, kendi arkadaşlarının parçalanan kollarını, bacaklarını, kendi yaşadıkları travmayı anlattıkları zaman, bu bir tehdit unsuru haline geldi. Kimse askerler neler yaşıyor görmek istemedi. 1991'deki Irak savaşını birer havai fişek gösterisi olarak izledik.
Arkasındaki teknolojiye tapındık...
Tapınmamız gerektiği salık verildi bize. O savaşta yüz binin üzerinde insan öldü. Hiçbirinin fotoğraflarını görmedik. Hikayelerini öğrenmedik. Daha kötüsü, Amerika'nın kullandığı silahlardan bir kısmı, seyreltilmiş uranyum içeriyor. Yani nükleer atık boşaltıyor savaştığı ülkeye. Dolayısıyla sadece o anda ölenlerden değil, onlarca yıl ölecek insanlardan da sorumlu. Basra Üniversitesi'nin yaptığı bir araştırmaya göre, bölgede son on yılda çok sayıda sakat çocuk doğuyor. Kanser oranları on misli artmış.
Hava yoluyla bize de geliyor o radyasyon.
Ve bunun farkında bile değiliz! Şimdi, 1991'e oranla çok daha geniş bir alan, çok daha fazla sayıda insan ve çok daha uzun süre bunun etkilerini taşıyacak bu topraklar. 1997'de ölen insanların, parçalanmış vücutların fotoğraflarını çekmiş bir gazeteci bunları internette yayınladı. O resimleri görenlerin savaşa gidebileceğine inanmıyorum ama bize hiçbir zaman gösterilmiyor onlar.
Bu kez savaşı izleyecek gazetecilerle Amerika bir sözleşme imzaladı. Basın her gördüğünü yazamayacak, çekemeyecek.
Onu bilmiyorum ama gazeteciler "Savaşta ilk önce gerçekler ölür" der. Eğer Saddam Hüseyin'in elinde gerçekten kitle imha silahları varsa, bunların bir kısmını kullanmaya kalkması, Amerika'nın çok daha yıkıcı olmasına sebep olabilecek. Bu İsrail'i ve bizi de içine alabilecek, korkunç bir yangına dönüşebilir. Bunları hiç konuşmuyoruz. Medeniyet eşittir militarizm olarak algılanıyor. Hiç sorgulamıyoruz. Tam tersine, çatışmayı şiddet kullanmadan çözmek medeniyettir.
Sizin bir antropolog olarak, bu konuyu seçmenizin özel bir nedeni var mı?
Antropoloji kültürle ilgilenir. Ben Türkiye'deki kültürel alana baktığımda askerliğin ne kadar merkezi bir yeri olduğunu gördüm. Bunun altını deşmek istedim. Dünyada kendisini "ordu millet" olarak tanımlayan başka bir millet var mı? Nasıl gelişti bu ordu millet anlayışı? Bunu anlamaya çalıştım.
Ne gördünüz peki?
"Ordu millet" tanımını kullanan en eski kitap, 1800'lerin başında İngiltere'de basılmış. "Fransa bir ordu millete dönüştü. Bu çok ürkütücü bir gelişme" deniyor ve "kendimizi bundan nasıl koruyacağız" diye tartışıyorlar. Çünkü ilk defa Fransız devriminde vatandaşlık ile askerlik arasında bir bağlantı kuruluyor ve bütün vatandaşların asker olacağı, "yurttaş ordu" anlayışı yerleşiyor. Bundan dehşete düşüyor İngiltere. Osmanlıların çok feyiz aldığı, bizim askeri düşüncelerimizin merkezi olan Prusya kendisini bir "ordu millet" olarak tanımlamıyor fakat savaşçı bir millet geliştirilmesi için mekanizmalar geliştiriyor. Daha sonra Fransa dahil bütün Avrupa bu mekanizmaları kullanıyor. Osmanlı da bunu alıyor. "Biz savaşçı bir milletiz. Özümüzde bu var" anlayışı benim rastladığım hiçbir milli anlatıda yok, Türkiye dışında. Bizde 1920-1930'larda bunun resmi tarih tezinin parçası olduğunu görüyoruz.
Oysa Osmanlı'da yok bu sistem...
İmparatorluk çok az sayıda asker tutan, diğer vatandaşları askerliğin dışında kurgulayan bir sistem. Yurttaş orduları, ulus devletle gelişiyor. Türkiye'de de her bir erkeğin askere gitmesini zorunlu kılan yasa, 1927'de çıkıyor. Atatürk 1920'lerde yazdığı yazılarda halkı zorunlu askerliğin faydalarına ve gerekliliğine ikna etmeye çalışıyor. Çünkü o sırada herkes askere gelmiyor, kaçıyor. Tabii on yıllarca süren, Balkan harbinden beri süre giden savaşlar var bu topraklarda. Askere giden dönmüyor. Biraz da askerliğin savaşla ilişkisini kırmak için, askerlik kültürel alanda yeniden tanımlanıyor. Bu şekilde askerlik artık illa ki savaşmayı içermiyor, kültürün bir uzantısı oluyor.
O yüzden de, yüceltilmeye başlanıyor...
Evet. "Orta Asya'da da savaşçıydık" deniyor. Oysa bütün topluluklar savaşçıydı o çağda. Askerliği açık görüşlülükle tartışmak lazım. BM 2000-2010 arasını barış kültürünü geliştirmeye adadı. Geçen yüzyılın yıkımlarının önümüzdeki yüzyılı belirlemesini istemiyorsak, çatışmaları şiddet içermeyen yöntemlerle çözmenin yollarını bulmalıyız. BM'nin çok uzun senelerdir zorlukla geliştirilen birtakım hukuk mekanizmalarını yok sayıp, şimdi tek bir ülkenin istekleri üzerinden savaşa gidilirse, BM'ye olan inanç tamamen ortadan kalkacak.
İsrail'in elinde nükleer silah yok mu? Neden kimse bir şey söyleyemiyor?
Doğru ama Şaron, hakkında açılan uluslararası davalar yüzünden, Avrupa'ya gitmeye çekiniyor.
Yine de Şaron'un saygınlığı, Saddam Hüseyin'den daha fazla.
Doğru, yapmamız gereken, Saddam Hüseyin dahil savaş suçu işlemiş herkesi yargılamak. Tabii ki her türlü baskı yapılmalı Irak'ın silahsızlanması için ama başka ülkelerde de silahsızlanma gerekiyor. Şiddet içermeyen bu yöntemleri kullanmayı ihmal edersek, 21'inci yüzyıl, 20'nci yüzyıldan çok daha kötü olacak. Çünkü, insanların elindeki silahların yıkım gücü gittikçe artıyor.
Tezkerenin reddedilmesi için milletvekillerine mektup yazdınız, cep mesajları ve e mail atan binlerce insandan birisiniz...
Oylamadan sonra da milletvekillerine bir teşekkür mesajı çektim: "Türkiye ve insanlık adına içten teşekkürler. Bu kararın ekonomik sonuçlarına hep birlikte katlanmaya hazırız" dedim. Biz bunun altından kalkabiliriz, yeter ki 500 binden fazla insanın ölmesine, uluslararası hukuk mekanizmalarının yok sayılmasına, çok tehlikeli bir Ortadoğu savaşı manzarasının ortaya çıkmasına karşı duralım.
Genelkurmay Başkanı'nın açıklamasından sonra ikinci bir tezkerenin geleceğine kesin gözüyle bakılıyor...
Anayasa bu konuda yetkiyi Meclis'e vermiştir. Meclis de 1 Mart'ta kararını açıkladı. İkinci tezkere, Meclis'in hiçe sayılması, halkla da dalga geçilmesi olur.
Ayşe Gül Altınay kimdir
ABD'deki Duke Üniversitesi'nden kültürel antropoloji doktorası olan Ayşe Gül Altınay, Sabancı Üniversitesi'nde kültürel çalışmalar, antropoloji ve toplumsal cinsiyet alanlarında ders veriyor. Vatan-Millet-Kadınlar isimli derlemesi, 2000 yılında İletişim Yayınları'ndan çıktı. Altınay, bu alanı seçmesinin nedeni olarak Türkiye'de kültürel alanda askerliğin merkezî bir yeri olmasını gösteriyor. Bunun altını deşmek istemiş ve "dünyada kendisini 'ordu millet' olarak tanımlayan başka bir millet var mı?" sorusuna cevap aramış. Bulduğu sonuç ise şu: Savaşçı milletiz anlayışı Türkiye dışında hiçbir milli anlatıda yok. (NA/NM)
* Nuriye Akman'ın Ayşe Gül Altınay ile röportajı Zaman gazetesinde 09.03.2003'te yayımlandı.